1
Saatler yoktu ama vakitler vardı.
Hava yoktu ama rüzgar esiyordu. Su yoktu ama susuzluk can yakıyordu. Uyku yoktu
ama rüyalar insanı yaşatıyordu. İnsanlar yoktu ama hayaletler dudaklarımızdan
öpüyordu. Bedenlerimiz yoktu ama
geceleri bütün vücudumuz ürperiyordu. Yağmur yoktu ama üzerimize çiğ düşüyordu.
Yani, hiç kimse ve hiçbir şey yoktu, herkes ve her şey vardı. Tanrı ve ben, bir
ovanın ortasında baş başa ağlıyorduk.
2
“Elimde olsa bu dünyanın amına koyardım.”
Çarpık dişlerinin arasından sıyrılan
bu tıslama bütün ovayı baştan sona doldurdu. Sırtında taşıdığı çuvaldan terli
sırtına süzülen çürük domates suları, derisindeki kiri aralayarak beline doğru
ilerlerken, kavruk ve kırışık yüzünü topraktan kaldırmadan domateslerin
üzerinden geçerek, uzun adımlarla traktöre ulaştı. Sırtında taşıdığı yaklaşık elli
kiloluk domates çuvalını traktörün kasasına fırlattı. Sabahtan beri iki ton
domates geçmişti sırtından. Domates suları yüzünden sırtı kaşınıyordu. İğrenerek
gökyüzüne baktı.
Saat iki güneşi kırpık saçlarının
arasından beynine süzülürken sırtındaki gömleği kokladı. Yüzü acıyla ekşidi. Ter
ve domates suyu kokusu ciğerlerini dağlamıştı. Üzerinde eski açık mavi gömlek
ter, domates ve toprak yüzünden yer yer haki, yer yer kırmızıya çalıyordu. Güneş
beynini çalkalıyordu ve bu saatlerin çalışmak için uygun olmadığını bildiğinden
tarlanın ortasındaki armut ağacının altına gidip oturdu. Uzun zamandır sigara
içmediğini hatırladı. Cebinden tabakasını çıkarıp ruhu kadar kara tütününe arap
kağıdını doladı. Kağıdı yalayamayacak kadar kurumuştu ağzı. Ağaca astığı keçi
kılı çuvaldan suyunu çıkarttı. Güneş ovanın her zerresine hunharca saldırırken,
o boğazından aşağı boca etti suyu. Sigarasını itinayla sarıp ateşledi. İlk nefeste
boğazına dikenli tel saplanmış gibi hissetti. Saçları keçe gibi olmuştu, teni
abanoz kadar siyahtı, tırnaklarının kenarları soyulmuştu, güneş yüzünden bütün
ova domates kokuyordu, nefes alınmayacak kadar nem vardı, günlerdir sadece ceviz
ve ekmek yiyordu, bir kadına dokunmayalı yıllar olmuştu ve günlerdir bir
insanla konuşmamıştı. Dedi ki kendi kendine;
“ Ben ölsem kimsenin haberi olmaz. Eğer ölümüm
bilinmeyecekse yaşamamın ne anlamı var ki?”
Dizlerini yere yapıştırıp kuru
toprağa baktı. Avcunu kahverengi toprağın üzerinde gezdirdi. Sonra yerinden
kalkıp torbasını alarak domateslerin arasından köyüne doğru yürümeye başladı. Geçerken
ilk gördüğü domates çuvalına sağlam bir tekme savurdu. Çuval yere devrildi,
domatesler döküldü.
3
Yürürken uzaklarda bir insan
karartısı gördü. Korktu önce. Bir insanla konuşmayalı ne kadar olmuştu? Adı neydi?
Bir insana ne denirdi? Sahi hala konuşabiliyor muydu? Sesinin tonu neye
benziyordu? Küçük bir kıza mı yoksa daha çok bağıran bir yaban domuzuna mı? Adam
ona doğru yaklaştıkça heyecanı arttı. Kalbi kaburga kemiklerini kıracak kadar
sert çarpıyordu. Adam, üstündeki yırtık kumaş pantolonu, yıpranmış beyaz
gömleğinin üzerinde düğmelenmişti. Kasketinin altındaki kemikli yüzüne elinde
tuttuğu tırpanın gölgesi bir şerit halinde düşmüştü. Toprak yolda siyah
ayakkabılarının üzerine sahra kumunu andıran bir sarılık örtülmüştü.
Adam karşısına gelince durdu. Dudaklarında
gülümser gibi bir kasılma oluştu ya da o öyle sandı. Kalbi bir yarış atı gibi
koşuyordu göğüs kafesinin içinde. Adam gerçek miydi? Gerçek olmasını istedi. O kadar
çok istedi ki belki de bu yüzden gerçeğe dönüştü adam. Ve dudaklarından asla
geri alamayacağı o sözler çıkıverdi:
“Göm beni!”
Bunu söylerken haddinden fazla
bağırmıştı ki tırpanlı adamın irkilmesine sebep oldu. Tırpanlı adam bir süre
yüzüne baktıktan sonra:
“ Hayır bunu yapamam. Bir adamı
canlı canlı gömmek gerçekten benim yapabileceğim türden bir hareket değil. Hem bunu
bir nevi intihar veya cinayet olarak algıladığımdan prensiplerim buna izin
vermiyor. Hatta sizin bunu… “
“ İstediğin parayı veririm”
“ Peki öyleyse ne zaman gömelim?”
“ Bu gece!”
4
Gece yarısı ormanda buluştular. Tırpanlı,
tırpanını bırakmamış ama yanında kazma ve kürek getirmeyi akıl edebilmişti. Adam
kara tütünden sarıp içmeye başladığı sırada tırpanlı işe koyuldu. Adam sigarasını
içerken meşe yapraklarının arasından su gibi süzülen ay ışığını izlemeye
başladı. Işığı göğsüne doldurmak istedi. Tıpkı bir ateşböceği gibi! Yine konuştu
kendi kendine ; “ Eğer ışığı doldurursam göğsüme, yeraltını aydınlığa boğabilirim
belki. Bütün mezarsız ölüler aydınlığa kavuşur ve hatta belki ağaçların köküne
ışık verebilirsem ağaçlar bile ışıl ışıl olur geceleri!” Sonra bu fikrinden
vazgeçti. Yeryüzünde bir damla ışığa dokunamamışken yeraltını aydınlatmak saçma
geldi. İkinci sigarasını sararken ağzından bir kelime dahi çıkmamış tırpanlı
ışığı ve sessizliği ikiye bölen soruyu sordu:
“ Neden gömülmek istiyorsun?”
Adam kafasını kaldırmadan dinledi
bu soruyu ve sigarasını savsaklamadan sarmaya devam etti. Sırtını yasladığı
ağacın kabuğunu usulca ve çaktırmadan okşadı. Dudaklarında tebessümün çizgileri
parlayıp söndü. Çakmağı bir çırpıda parlayıp karanlığın içinde bir deniz feneri
gibi yandı. Sigarasını tüttürmeye başladı. Bir nefes asıldı içine sertçe. Geri
üflerken göz ucuyla hala kazmasını sallamakta olan tırpanlı adamı inceledi. İstemeyerek
de olsa, tırpanlının havada kalan sorusunu cevaplamak için güçlü bir nefes
aldı.
“ Sen ne bok yaparsın ve bu
hayatta neden yaşarsın bilmem ama ben akşama kadar yavşak bir adamın çürük
domateslerini sırtımda taşımak için yaşıyorum. İster inan ister inanma ama
günlerdir tonlarca domates sırtımdan geçti. Bir tanesini bile tuza banıp
yemedim. Adem kadar kuralsız değilim. Pek çok insandan daha günahsızım ama yine
de bu hayatta hiçbir şey geçmedi elime. Dağların arasında sıkışıp kaldım. Bir ovanın
düzlüğünde tek başımayım günlerdir. Düşündüm. Senin aklının asla alamayacağı
şeyleri bile düşündüm ben. Neden yaşıyorum ben? defalarca sordum bunu kendime. Cevap
ne buldum dersin peki? Ölmek için. Günün birinde herkes gibi toprağın iki metre
altına gömülmek için. “
Bunu söyledikten sonra
kahkahalarla gülmeye başladı. O kadar çok güldü ki bir ara yere yığıldı. Tırpanlı
kazmasını savurmaya devam ediyordu. Kendini toparlayınca sigarasından bir nefes
daha çekip devam etti :
“ Dediğim gibi; herkes toprağın
iki metre altına gömülmek için yaşıyor. Ben sadece gereksiz yere çile çekmemek
için aradaki zamanı hızlandırıyorum. Sen de şu getirdiğim tahtaları üstüme
dizeceksin. Tıpkı bir köprü gibi anladın mı? Boydan boya dizeceksin bunları. Şu
boruyu da göğsümün hizasına denk gelecek bir şekilde dışarıya uzatacaksın. Ölmek
istersem o borudan içeri, yani kalbime bir kurşun sıkacaksın. Öldüğümden emin
olana kadar ateş etmeye devam et tamam mı? Eğer yarın güneş batana kadar senden
beni öldürmeni istemezsem bas git. Arkana bile bakma. Al bu da paran. Bir günde
kazanacağın paradan daha fazla ha ?”
Cebinden çıkarttığı tomarı adama
doğru fırlattı. Adam el yordamına bulduğu desteyi karanlıkta zorlukla saydıktan
sonra cebine indirdi. Tırpanlı tam kazmasını havaya kaldırdığı sırada bir anda
durdu. Kazmasını yavaşça toprağa indirip kolunu kazmanın sapına dayadı. Yerde oturan
adam artık sadece tırpanlının kafasını görüyordu. Tırpanlı sordu:
“ Her şey iyi güzel ama kendi
üzerine mi işeyip sıçacaksın?” Adam bir an durakladıktan sonra kafasını yerden
kaldırıp tırpanlıyı cevapladı.
“ Çocukken de böyle yapardım. Çok
önemli değil.”
Bir daha hiç konuşmadılar. Tırpanlı mezarı
kazmayı bitirdi. Adam anadan üryan soyundu. Adam tırpanlıya sarıldı. Gördüğü son
insanın neden bu kadar kemikli bir suratı olduğunu düşündü. Mezara girdi. Boylu
boyunca uzandı. Ay hala gökyüzündeydi. Tahtalar yavaşça kapanırken ayın ışığını
son kez içinde hissetti. Son tahta üzerine konulduğunda artık nihai karanlığa
aitti sadece. Üzülmedi.
5
Adam nemli ve soğuk toprağa boylu
boyunca uzanmıştı. Ay ışığı borudan girip sol meme ucunu aydınlatıyordu. Bacaklarını
bükemeyecek kadar dardı mezar. Elleriyle mezarın duvarlarını yokladı. Birkaç kılcal
köke dokunduğunu anladı. Bu köklerin ucunda bir ağaç, bir hayat vardı. Yeryüzünde
hala yaşayabilen insanlar vardı. Yeryüzünde zaten herkese ve her şeye hayat
vardı ama adam için domatesten başka hiçbir şey yoktu. Mezarda iki melek gelip
sorguya çekecekti onu ama önce bir meleğin gelip ruhunu teslim alması
gerekiyordu. Bekleyecekti. Zaten beklemekten başka ne yapabilirdi? Bir insan
beklemekten başka ne işe yarardı ki? Eklemlerinin ağrıdığını hissederek uyudu.
Uyandığında kafasını gayriihtiyari
kaldırıp tahtalara vurdu. Bütün kasları ağrımıştı. Kıpırdanmak, dizlerini
bükmek istedi ama yapamadı. Mezar çok dardı. Çişinin geldiğini hissetti. Kendi üzerine
işedi. Borudan başka bir yerden hava girmediği için içerisi oldukça sıcaktı. Mezarı
keskin bir sidik kokusu kapladı. Borudan giren ışık güneşin doğduğunu
gösteriyordu. Keşke yeraltını aydınlatabilecek gücü olsaydı… Susadığını,
boğazının kuruduğunu, uyuştuğunu hissetti. Tırpanlıya seslenmeyi geçirdi
içinden ama yapmadı. Başı ağrıyordu. Bacaklarının üzerinde gezinen böceklerin olduğunu
hissetti. Vücudunda gezinen onlarca sülüğü fark etmesi içinse bir süre daha
geçmesi gerekti. Tırpanlıya seslenmeyi tekrar düşündü ama yapmadı. Ağlamaya başladı.
Hüngür hüngür haykırarak ağlamaya başladı. Suratında gezinen karıncalar yüzünün
ıslak yerlerine yapışıp debelenmeye başladılar. Yüzü kaşınıyordu ama ellerini kıpırdatacak
kadar alan yoktu. Bedenini ısıran çıyanlara karşılık veremiyordu. Onlarca böcek
taze ete olan hasretini gidermek için toplanmış kardeşçe bir ziyafet
çekiyorlardı. Bedeninin yüzlerce böcek birden ısırıyordu. İçeride hava azalmaya
devam ediyordu. Boncuk boncuk terlediği için daha çok susadı ama adama
seslenmeyi reddediyordu. “Şu meleklerin sorgu odası umarım burdan daha
geniştir.” dedi ağlarken. Isırılmaya alıştı daha sonra. Ağlamayı da bıraktı. Bir
kere daha işedi kendi üzerine. Bacaklarını hissetmiyordu artık. Binlerce böceğin
zehri hücrelerinde gezinirken canı sigara istedi. En çokta buna üzüldü. Sigara içemeyecekti
artık. Tırpanlıya seslenmek için az daha beklemeye karar verdi. Acı çekmenin
karşı konulamaz yüksekliğini yaşıyordu her insan gibi. İnsan acı çekmeyi
seviyordu. Daha, daha, daha, daha yüksek acının insana erdem katacağını
düşünüyordu. O da yılanların teninde gezinmesine, suratında sülüklerin
yürümesine izin verdi. Bir kez daha ağlama krizine girdi. Kafasını tahtaya
vuruyordu artık. Alnında genişçe bir yara oluştu ve alnının hizasındaki tahta
kana bulandı. Ama o bu kanı asla görmeyecekti.
6
Tırpanlı, adamın mezarının
üzerine uzanıp bol bol sigara tüttürdü bütün gece. Güneş doğduğunda ise elinde
av tüfeğiyle kulağını boruya yaklaştırıp bütün gün adamın sesini duymayı
bekledi. Ama yalnızca kesik hıçkırışlar geliyordu kulağına. Sıcakta beklemek
onun canını sıktı ama görevini yerine getirecekti. Akşamı hayal etti bütün gün.
Güneşin batışını izlemekten keyif aldı ve canı karısını istedi. Hava karardığında
tüfeği, kazmasını, küreğini, tırpanını ve adamın giysilerini alıp, aklında
karısının dolgun göğüsleriyle arkasını dönüp gitti.
7
Adam mezarın içinde ağlarken
zamanı kavrayamadı. Gece olduğunu bilmiyordu. Acı çekmeye tahammülü kalmamıştı.
Sonunda kendini tutamayıp olanca gücüyle bağırdı:
“Beni vur!”
Defalarca tekrarladı bunu.” Beni vur!
Beni vur! Beni vur! Beni vur!” Ama tırpanlı asla bunu duymayacaktı. Gözyaşları içinde,
vücudunda binlerce böcekle beraber tekrarladı. “Beni vur! Beni vur! Beni vur!
Beni vur!” Ama tırpanlı o bunları haykırırken onu duyamazdı çünkü dudaklarını
karısın göğsüne gömmüştü. Adam tekrar bağırmaya başladı. “Beni vur! Beni vur!
Beni vur! Beni vur!” Toprağın altında kimse yoktu ve ışıklar çoktan kapanmıştı.
Kimsenin dinlemediği ama herkesin fark etmeden söylediği bir şarkıydı onun son
sözleri:
“ Domatesleri çok seviyorum!”
8
Ruhlar vardı ama içine girilecek
bir beden yoktu. Ateş vardı ama yangın çıkmadı. Sular var ama asla sele
dönüşmedi. Bir deniz var ama okyanus değil. Yarışlar var fakat son ayak henüz
koşulmadı. Çarpışıyoruz ama bir raunt daha var dövüşülmesi gereken. Çok sarhoş
insanoğlu fakat yine de hala içilecek şaraplar mahzenlerde saklanıyor. Çok toprağa
bastım ama daha öpülecek coğrafyalar var. Yani her şey biraz tamam ama her şey biraz da
eksik. Ve ben, bir dağ kulübesinde Tanrı’dan çok güzel masallar dinliyorum.
Onur Tuncay
Gültepe