18 Aralık 2013 Çarşamba

Göm Beni



1
Saatler yoktu ama vakitler vardı. Hava yoktu ama rüzgar esiyordu. Su yoktu ama susuzluk can yakıyordu. Uyku yoktu ama rüyalar insanı yaşatıyordu. İnsanlar yoktu ama hayaletler dudaklarımızdan öpüyordu.  Bedenlerimiz yoktu ama geceleri bütün vücudumuz ürperiyordu. Yağmur yoktu ama üzerimize çiğ düşüyordu. Yani, hiç kimse ve hiçbir şey yoktu, herkes ve her şey vardı. Tanrı ve ben, bir ovanın ortasında baş başa ağlıyorduk.

2
“Elimde olsa bu dünyanın amına koyardım.”  
Çarpık dişlerinin arasından sıyrılan bu tıslama bütün ovayı baştan sona doldurdu. Sırtında taşıdığı çuvaldan terli sırtına süzülen çürük domates suları, derisindeki kiri aralayarak beline doğru ilerlerken, kavruk ve kırışık yüzünü topraktan kaldırmadan domateslerin üzerinden geçerek, uzun adımlarla traktöre ulaştı. Sırtında taşıdığı yaklaşık elli kiloluk domates çuvalını traktörün kasasına fırlattı. Sabahtan beri iki ton domates geçmişti sırtından. Domates suları yüzünden sırtı kaşınıyordu. İğrenerek gökyüzüne baktı.
Saat iki güneşi kırpık saçlarının arasından beynine süzülürken sırtındaki gömleği kokladı. Yüzü acıyla ekşidi. Ter ve domates suyu kokusu ciğerlerini dağlamıştı. Üzerinde eski açık mavi gömlek ter, domates ve toprak yüzünden yer yer haki, yer yer kırmızıya çalıyordu. Güneş beynini çalkalıyordu ve bu saatlerin çalışmak için uygun olmadığını bildiğinden tarlanın ortasındaki armut ağacının altına gidip oturdu. Uzun zamandır sigara içmediğini hatırladı. Cebinden tabakasını çıkarıp ruhu kadar kara tütününe arap kağıdını doladı. Kağıdı yalayamayacak kadar kurumuştu ağzı. Ağaca astığı keçi kılı çuvaldan suyunu çıkarttı. Güneş ovanın her zerresine hunharca saldırırken, o boğazından aşağı boca etti suyu. Sigarasını itinayla sarıp ateşledi. İlk nefeste boğazına dikenli tel saplanmış gibi hissetti. Saçları keçe gibi olmuştu, teni abanoz kadar siyahtı, tırnaklarının kenarları soyulmuştu, güneş yüzünden bütün ova domates kokuyordu, nefes alınmayacak kadar nem vardı, günlerdir sadece ceviz ve ekmek yiyordu, bir kadına dokunmayalı yıllar olmuştu ve günlerdir bir insanla konuşmamıştı. Dedi ki kendi kendine;
 “ Ben ölsem kimsenin haberi olmaz. Eğer ölümüm bilinmeyecekse yaşamamın ne anlamı var ki?”
Dizlerini yere yapıştırıp kuru toprağa baktı. Avcunu kahverengi toprağın üzerinde gezdirdi. Sonra yerinden kalkıp torbasını alarak domateslerin arasından köyüne doğru yürümeye başladı. Geçerken ilk gördüğü domates çuvalına sağlam bir tekme savurdu. Çuval yere devrildi, domatesler döküldü.

3
Yürürken uzaklarda bir insan karartısı gördü. Korktu önce. Bir insanla konuşmayalı ne kadar olmuştu? Adı neydi? Bir insana ne denirdi? Sahi hala konuşabiliyor muydu? Sesinin tonu neye benziyordu? Küçük bir kıza mı yoksa daha çok bağıran bir yaban domuzuna mı? Adam ona doğru yaklaştıkça heyecanı arttı. Kalbi kaburga kemiklerini kıracak kadar sert çarpıyordu. Adam, üstündeki yırtık kumaş pantolonu, yıpranmış beyaz gömleğinin üzerinde düğmelenmişti. Kasketinin altındaki kemikli yüzüne elinde tuttuğu tırpanın gölgesi bir şerit halinde düşmüştü. Toprak yolda siyah ayakkabılarının üzerine sahra kumunu andıran bir sarılık örtülmüştü.
Adam karşısına gelince durdu. Dudaklarında gülümser gibi bir kasılma oluştu ya da o öyle sandı. Kalbi bir yarış atı gibi koşuyordu göğüs kafesinin içinde. Adam gerçek miydi? Gerçek olmasını istedi. O kadar çok istedi ki belki de bu yüzden gerçeğe dönüştü adam. Ve dudaklarından asla geri alamayacağı o sözler çıkıverdi:
“Göm beni!”
Bunu söylerken haddinden fazla bağırmıştı ki tırpanlı adamın irkilmesine sebep oldu. Tırpanlı adam bir süre yüzüne baktıktan sonra:
“ Hayır bunu yapamam. Bir adamı canlı canlı gömmek gerçekten benim yapabileceğim türden bir hareket değil. Hem bunu bir nevi intihar veya cinayet olarak algıladığımdan prensiplerim buna izin vermiyor. Hatta sizin bunu… “
“ İstediğin parayı veririm”
“ Peki öyleyse ne zaman gömelim?”
“ Bu gece!”

4
Gece yarısı ormanda buluştular. Tırpanlı, tırpanını bırakmamış ama yanında kazma ve kürek getirmeyi akıl edebilmişti. Adam kara tütünden sarıp içmeye başladığı sırada tırpanlı işe koyuldu. Adam sigarasını içerken meşe yapraklarının arasından su gibi süzülen ay ışığını izlemeye başladı. Işığı göğsüne doldurmak istedi. Tıpkı bir ateşböceği gibi! Yine konuştu kendi kendine ; “ Eğer ışığı doldurursam göğsüme, yeraltını aydınlığa boğabilirim belki. Bütün mezarsız ölüler aydınlığa kavuşur ve hatta belki ağaçların köküne ışık verebilirsem ağaçlar bile ışıl ışıl olur geceleri!” Sonra bu fikrinden vazgeçti. Yeryüzünde bir damla ışığa dokunamamışken yeraltını aydınlatmak saçma geldi. İkinci sigarasını sararken ağzından bir kelime dahi çıkmamış tırpanlı ışığı ve sessizliği ikiye bölen soruyu sordu:
“ Neden gömülmek istiyorsun?”
Adam kafasını kaldırmadan dinledi bu soruyu ve sigarasını savsaklamadan sarmaya devam etti. Sırtını yasladığı ağacın kabuğunu usulca ve çaktırmadan okşadı. Dudaklarında tebessümün çizgileri parlayıp söndü. Çakmağı bir çırpıda parlayıp karanlığın içinde bir deniz feneri gibi yandı. Sigarasını tüttürmeye başladı. Bir nefes asıldı içine sertçe. Geri üflerken göz ucuyla hala kazmasını sallamakta olan tırpanlı adamı inceledi. İstemeyerek de olsa, tırpanlının havada kalan sorusunu cevaplamak için güçlü bir nefes aldı.
“ Sen ne bok yaparsın ve bu hayatta neden yaşarsın bilmem ama ben akşama kadar yavşak bir adamın çürük domateslerini sırtımda taşımak için yaşıyorum. İster inan ister inanma ama günlerdir tonlarca domates sırtımdan geçti. Bir tanesini bile tuza banıp yemedim. Adem kadar kuralsız değilim. Pek çok insandan daha günahsızım ama yine de bu hayatta hiçbir şey geçmedi elime. Dağların arasında sıkışıp kaldım. Bir ovanın düzlüğünde tek başımayım günlerdir. Düşündüm. Senin aklının asla alamayacağı şeyleri bile düşündüm ben. Neden yaşıyorum ben? defalarca sordum bunu kendime. Cevap ne buldum dersin peki? Ölmek için. Günün birinde herkes gibi toprağın iki metre altına gömülmek için. “
Bunu söyledikten sonra kahkahalarla gülmeye başladı. O kadar çok güldü ki bir ara yere yığıldı. Tırpanlı kazmasını savurmaya devam ediyordu. Kendini toparlayınca sigarasından bir nefes daha çekip devam etti :
“ Dediğim gibi; herkes toprağın iki metre altına gömülmek için yaşıyor. Ben sadece gereksiz yere çile çekmemek için aradaki zamanı hızlandırıyorum. Sen de şu getirdiğim tahtaları üstüme dizeceksin. Tıpkı bir köprü gibi anladın mı? Boydan boya dizeceksin bunları. Şu boruyu da göğsümün hizasına denk gelecek bir şekilde dışarıya uzatacaksın. Ölmek istersem o borudan içeri, yani kalbime bir kurşun sıkacaksın. Öldüğümden emin olana kadar ateş etmeye devam et tamam mı? Eğer yarın güneş batana kadar senden beni öldürmeni istemezsem bas git. Arkana bile bakma. Al bu da paran. Bir günde kazanacağın paradan daha fazla ha ?”
Cebinden çıkarttığı tomarı adama doğru fırlattı. Adam el yordamına bulduğu desteyi karanlıkta zorlukla saydıktan sonra cebine indirdi. Tırpanlı tam kazmasını havaya kaldırdığı sırada bir anda durdu. Kazmasını yavaşça toprağa indirip kolunu kazmanın sapına dayadı. Yerde oturan adam artık sadece tırpanlının kafasını görüyordu. Tırpanlı sordu:
“ Her şey iyi güzel ama kendi üzerine mi işeyip sıçacaksın?” Adam bir an durakladıktan sonra kafasını yerden kaldırıp tırpanlıyı cevapladı.
“ Çocukken de böyle yapardım. Çok önemli değil.”
 Bir daha hiç konuşmadılar. Tırpanlı mezarı kazmayı bitirdi. Adam anadan üryan soyundu. Adam tırpanlıya sarıldı. Gördüğü son insanın neden bu kadar kemikli bir suratı olduğunu düşündü. Mezara girdi. Boylu boyunca uzandı. Ay hala gökyüzündeydi. Tahtalar yavaşça kapanırken ayın ışığını son kez içinde hissetti. Son tahta üzerine konulduğunda artık nihai karanlığa aitti sadece. Üzülmedi.

5
Adam nemli ve soğuk toprağa boylu boyunca uzanmıştı. Ay ışığı borudan girip sol meme ucunu aydınlatıyordu. Bacaklarını bükemeyecek kadar dardı mezar. Elleriyle mezarın duvarlarını yokladı. Birkaç kılcal köke dokunduğunu anladı. Bu köklerin ucunda bir ağaç, bir hayat vardı. Yeryüzünde hala yaşayabilen insanlar vardı. Yeryüzünde zaten herkese ve her şeye hayat vardı ama adam için domatesten başka hiçbir şey yoktu. Mezarda iki melek gelip sorguya çekecekti onu ama önce bir meleğin gelip ruhunu teslim alması gerekiyordu. Bekleyecekti. Zaten beklemekten başka ne yapabilirdi? Bir insan beklemekten başka ne işe yarardı ki? Eklemlerinin ağrıdığını hissederek uyudu.
Uyandığında kafasını gayriihtiyari kaldırıp tahtalara vurdu. Bütün kasları ağrımıştı. Kıpırdanmak, dizlerini bükmek istedi ama yapamadı. Mezar çok dardı. Çişinin geldiğini hissetti. Kendi üzerine işedi. Borudan başka bir yerden hava girmediği için içerisi oldukça sıcaktı. Mezarı keskin bir sidik kokusu kapladı. Borudan giren ışık güneşin doğduğunu gösteriyordu. Keşke yeraltını aydınlatabilecek gücü olsaydı… Susadığını, boğazının kuruduğunu, uyuştuğunu hissetti. Tırpanlıya seslenmeyi geçirdi içinden ama yapmadı. Başı ağrıyordu. Bacaklarının üzerinde gezinen böceklerin olduğunu hissetti. Vücudunda gezinen onlarca sülüğü fark etmesi içinse bir süre daha geçmesi gerekti. Tırpanlıya seslenmeyi tekrar düşündü ama yapmadı. Ağlamaya başladı. Hüngür hüngür haykırarak ağlamaya başladı. Suratında gezinen karıncalar yüzünün ıslak yerlerine yapışıp debelenmeye başladılar. Yüzü kaşınıyordu ama ellerini kıpırdatacak kadar alan yoktu. Bedenini ısıran çıyanlara karşılık veremiyordu. Onlarca böcek taze ete olan hasretini gidermek için toplanmış kardeşçe bir ziyafet çekiyorlardı. Bedeninin yüzlerce böcek birden ısırıyordu. İçeride hava azalmaya devam ediyordu. Boncuk boncuk terlediği için daha çok susadı ama adama seslenmeyi reddediyordu. “Şu meleklerin sorgu odası umarım burdan daha geniştir.” dedi ağlarken. Isırılmaya alıştı daha sonra. Ağlamayı da bıraktı. Bir kere daha işedi kendi üzerine. Bacaklarını hissetmiyordu artık. Binlerce böceğin zehri hücrelerinde gezinirken canı sigara istedi. En çokta buna üzüldü. Sigara içemeyecekti artık. Tırpanlıya seslenmek için az daha beklemeye karar verdi. Acı çekmenin karşı konulamaz yüksekliğini yaşıyordu her insan gibi. İnsan acı çekmeyi seviyordu. Daha, daha, daha, daha yüksek acının insana erdem katacağını düşünüyordu. O da yılanların teninde gezinmesine, suratında sülüklerin yürümesine izin verdi. Bir kez daha ağlama krizine girdi. Kafasını tahtaya vuruyordu artık. Alnında genişçe bir yara oluştu ve alnının hizasındaki tahta kana bulandı. Ama o bu kanı asla görmeyecekti.

6
Tırpanlı, adamın mezarının üzerine uzanıp bol bol sigara tüttürdü bütün gece. Güneş doğduğunda ise elinde av tüfeğiyle kulağını boruya yaklaştırıp bütün gün adamın sesini duymayı bekledi. Ama yalnızca kesik hıçkırışlar geliyordu kulağına. Sıcakta beklemek onun canını sıktı ama görevini yerine getirecekti. Akşamı hayal etti bütün gün. Güneşin batışını izlemekten keyif aldı ve canı karısını istedi. Hava karardığında tüfeği, kazmasını, küreğini, tırpanını ve adamın giysilerini alıp, aklında karısının dolgun göğüsleriyle arkasını dönüp gitti.

7
Adam mezarın içinde ağlarken zamanı kavrayamadı. Gece olduğunu bilmiyordu. Acı çekmeye tahammülü kalmamıştı. Sonunda kendini tutamayıp olanca gücüyle bağırdı:
“Beni vur!”
Defalarca tekrarladı bunu.” Beni vur! Beni vur! Beni vur! Beni vur!” Ama tırpanlı asla bunu duymayacaktı. Gözyaşları içinde, vücudunda binlerce böcekle beraber tekrarladı. “Beni vur! Beni vur! Beni vur! Beni vur!” Ama tırpanlı o bunları haykırırken onu duyamazdı çünkü dudaklarını karısın göğsüne gömmüştü. Adam tekrar bağırmaya başladı. “Beni vur! Beni vur! Beni vur! Beni vur!” Toprağın altında kimse yoktu ve ışıklar çoktan kapanmıştı. Kimsenin dinlemediği ama herkesin fark etmeden söylediği bir şarkıydı onun son sözleri:
“ Domatesleri çok seviyorum!”

8

Ruhlar vardı ama içine girilecek bir beden yoktu. Ateş vardı ama yangın çıkmadı. Sular var ama asla sele dönüşmedi. Bir deniz var ama okyanus değil. Yarışlar var fakat son ayak henüz koşulmadı. Çarpışıyoruz ama bir raunt daha var dövüşülmesi gereken. Çok sarhoş insanoğlu fakat yine de hala içilecek şaraplar mahzenlerde saklanıyor. Çok toprağa bastım ama daha öpülecek coğrafyalar var. Yani  her şey biraz tamam ama her şey biraz da eksik. Ve ben, bir dağ kulübesinde Tanrı’dan çok güzel masallar dinliyorum.


                                                                                 Onur Tuncay 
                                                                                     Gültepe

23 Kasım 2013 Cumartesi

Panayır



Ölecek adamın gözlerine bakamazsınız. 
Çünkü Azrail gelmeden önce antik çağlardan bir ulak gönderir. 
Ölüm, aynanın kenarına sıkıştırılmış bir vesikalık gibi oturur insanın gözlerine. 
Onu görürsünüz, onu hissedersiniz, kokusu burnunuzu parçalar ama asla ne zaman geleceğini bilemezsiniz.
 Ansızın inen yaz yağmuru gibidir o.
 Mesela bir lunaparkta gondola binerken ya da kiraz satarken bulabilir sizi.”


Tırnaklarım çürük kirazlar yüzünden kıpkırmızı olmuştu ve ellerimi yıkayamadığım için parmaklarım yapış yapıştı. Bir an önce elimdeki kirazları satmak; asla Edgar Allen Poe’dan soru gelmeyeceğini bildiğim edebiyat sınavına çalışmak istiyordum.  Bunları düşünmeme rağmen gece yarısına kadar panayırı terk etmeyeceğime de emindim. Çünkü satabileceğim tonlarca kiraz, girebileceğim yüzlerce edebiyat sınavı varken; kasabaya yılda sadece bir kez panayır geliyordu ve panayırdaki bütün kızlar çok güzeldi.

Panayır seyrelmiş, ben de ellerimi yıkayıp bir nebze de olsa rahatlamıştım. Bir kilo kiraz karşılığında aldığım haşlanmış mısırı kemirirken yanıma bir adam geldi. Gereksiz sorularla başladığı konuşmasına, sanki tek maçtan yatan kuponundan bahsedermişçesine dedemin ölüm haberini vererek nokta koydu. Elimde yarısı yenmiş bir mısır koçanı tutarken bakakaldım adamın arkasından. Adam, üç gole bir Marlboro veren panayır kumarhanelerine doğru ilerlerken; ilk defa bir insanın ne denli değersiz olduğunu düşünerek  yedim haşlanmış mısırımı.

Bütün kirazları sattığımda tezgahı toplayıp panayırın tenha bir köşesine çekildim. Telefonu çıkartıp son kontörlerimi harcamak pahasına Serap’ı aradım. “Nasılsın?” diye sordum.“ İyiyim. Sen nasılsın?” dedi afallamış bir sesle. Bu fırsatı kaçırmayacaktım. “Bu gece dedem öldü. Moralim çok bozuk.” diye başlattığım konuşmamızın sonunu “Seni seviyorum Serap.” diyerek bağladım. “Deden için gerçekten çok üzüldüm ama seni sevmiyorum.” dedi “Sorun değil. Bende kendimi pek sevmem ama seni seviyorum.” dedim ve bir anda bağlantı kesildi. Ben kız olsam bu sözden etkilenirdim ama Serap etkilenmedi. İkinci, üçüncü ve dördüncü kez aramama rağmen, her seferinde karşıma çıkan  telesekreter sayesinde anladım bunu. Sonra yere uzanıp yıldızları izlemeye başladım.

Kiraz ve Serap konusunu halledip dedemin evine gittiğimde garip bir huzur hissettim. Sanki uzun zamandır beklenen bir şey gerçekleşmişti. Üniversitede okuyan abimin bayram tatiline gelişi gibi, evde kalmış teyzemin düğünü gibi bir huzur vardı. Koltukta yatan ceset  haricinde her şey normale dönmüş gibiydi. Dedemin üstündeki beyaz örtü bana, Serap’ın eldivenlerini hatırlatınca kendimden utandım. Üzülmeliydim fakat zerre kadar duygulanamadım. Dedemin karnının üzerine koydukları ekmek bıçağının, yarın yemek yaparken kullanılacak olması beni ürpertti. Ama belli etmedim. Kalabalık yapmamak için utanarak evi terk ettim.

Ertesi gün okula gidip edebiyat sınavına girdim. Tahmin ettiğim gibi: Edgar Allen Poe’dan hiç soru yoktu. Yine küfrettim. Tırnaklarımda hala hafif bir kiraz kırmızılığı olduğu için ellerim cebimde çıktım okuldan. Ben sınavdayken kılınmıştı cenaze namazı. Tabut mezarlığın kapısından girerken yetiştim cemaate. Bütün kuzenlerim ordaydı ve gözleri ağlamaktan kıpkırmızı kesilmişti. Gözlerinin altları tırnaklarımın rengine yakındı.  Mezarlıkta oluşan manevi hava beni etkilemiyordu. O kadar hazırlamıştım ki kendimi, dedemi gömüyor olmamamız benim için çiçek sulamaktan farksızdı. İmam sureler okurken bir-iki espri bile yaptım. Üzerinde lise üniforması olan bir çocuğun espri yaparken mezarlıklarda pek hoş görülmediğini cemaatin bakışlarından anladım. Herkes üzgün gözüküyordu. Kendimi ağlamaya zorladım ama gözümden bir damla bile yaş gelmedi.


Bir hafta sonra uzak bir akrabamızın düğününe  gitmek zorunda bırakılmıştım. Gözlerimle güzel kızları ararken, bir anda kuzenlerim piste fırladı. İnsanlıktan çıkarcasına roman havası eşliğnde çırpınmaya başladılar. Şaşırdım. Hiç beklemezdim. Bir hafta önce kan çanağı gözlerle mezarlıkta dolaşan kuzenlerimin gözlerinde, bugün klarnetler parlıyordu. Ağlamaya başladım. Çünkü; ölene değil, unutulana ağlarım ben. Cesedini saprofitler tüketmeden unutulmuş bir adam için birkaç asır ağlayabilirim hatta. Lisedeyken cumhurbaşkanı olmak isterdim; şimdilerde ise ikinci bir Sırat Köprüsü olmak istiyorum ilk köprüyü geçemeden unutulanlar için.


Dedem barikatta dövüşürken, sahnede Hamlet’i oynarken veya yeni bir ülke keşfederken ölmedi. Hasta yatağında yatarken kapadı gözlerini dünyaya. Dedemin öldüğü gece ay kararmadı, kimse intihar girişiminde bulunmadı, hiç yangın çıkmadı ve borsa bir kuruş dahi oynamadı. Ben ise panayırda kiraz sattım o gece.

                                                                       Onur TUNCAY
                                                               
                                                                  1 Ekim 2013, Gültepe


21 Kasım 2013 Perşembe

Köprü'den Geçen Karanfil Kokulu Kadın
















RESİM: Ege AVCI

acıyla okuyorum, bitimsiz bir acıyla
ağabeyim benim, kalbim, Attila Jozsef'im
bir çocuğun annesini sevişi gibi
seviyorum seni, kederle ve hüzünle

                                                  Behçet Aysan - Attila Jozsef'i Okurken

Gafur, Kadıköy-Beşiktaş vapurunda annesiyle karşılaştığında denizi izliyordu. Paslı örtüsünün dinginliğine dalıp giderken ne düşündüğü bilinmez. Neredeyse suya karışıp gidecek gibi sarkıyordu küpeşteden. Bakışlarını hiçliğin ortasında bir yere sabitlemiş, uysal akıntının üzerinde görünmez bir yazıyı okumaya çalışır gibiydi. Belki de mavi örtüyü delip geçmek, altındakini görmek istiyordu bakışları. Dedim ya, bilinmez. Annesinin kırçıllı sesini duyduğunda irkildi ve korkuyla başını çevirdi:

''Neyin var kuzum öyle? Aşık mı oldun yoksa?''

''Anne! Ne işin var senin burada?''

''İçeride oturuyordum. Az hava alayım dedim, seni gördüm.''

''İyi de... Daha dün gömdüm ya seni!''

''Son bir kez vapura binmek istedim oğlum. Kötü mü ettim?''

İki gün önce akşam yemeğinde, deniz havası almak istediğini söylemişti annesi. Huzursuz hissediyordu kendini. Hatırladı Gafur; umursamamıştı o zaman. Müzmin baş ağrıları çeken annesinin bu durumuna alışmıştı; aynı zamanda bu minyon tipli ihtiyarı gezdirmek ona külfetti. ''Daha sonra.'' diye geçiştirmişti. Daha sonra... ertesi gün... Kefenini koyduğu çukuru dolduruyordu toprakla. Koyu mavi gözleri bez parçasının altında, inatla parıldıyordu. Tüm ağırlığıyla omuzlarına çöktüğünü hissetmişti bakışlarının. Sorgular gibiydiler. Nasıl da soluksuz sallamıştı küreği; bir an önce kaçıp gitmek istemişti oradan. Teninden süzülen karanfil kokusu yitene dek bocalamıştı yer altını, anasının üzerine. Küreğin sapı, parmaklarında eriyene dek... Şimdi, o koku, senelerdir alışık olduğu samimiyetiyle dikiliyordu başında.

''Nasıl çıktın ana sen mezarından?''

''Son dileğimi diledim oğlum. Biliyorsun, ne zamandır istiyordum denizi koklamak. Sağ olsun, pek bir saygılı, pek bir hürmetli analara karşı.''

''Kim o anne?''

''Azrail Beyefendi, yavrum. Meraklanma sen...''

Bunları söylerken çenesinin altında sallanan bir kurtçuğu çekip denize fırlattı. Kül rengi suretinden kıvrılan minik bir yılan bacaklarından kayıp Gafur'a doğru ilerlerken başını ezip annesine sarıldı. Taze toprak kokusu bedenini sarmaladı, sonbahara çalan seyrek saçları gözlerinin nemine değdi ve soğuk kollarına avuçlarıyla bastırdı.

''Üşüyor musun?''

''Sorun değil, oğlum.''

Ceketini çıkarıp annesinin omuzlarına geçirdi. Beşiktaş, reflü gibi sızım sızım karada alevlenirken uzunca bir süre karşılıklı sustular. Rüzgar, annesinin yanaklarını ufalıyor, deri parçalarını Gafur'un ayak uçlarına savuruyordu. Yere eğilip teker teker toparladı ve cebine attı hepsini. Solup giden yüzüne baktığında annesinin olmayan dudaklarıyla ona gülümsediğini fark etti. Yalnız kirpikleri eskisi gibiydi. Gök kubbeye fırlatılmış oklar gibi... simsiyah... neredeyse nefes alıyorlardı. En azından bir zamanlar ne kadar güzel olduğunu düşündü:

''Hala çok güzelsin anne. Sen niye öldün ki?''

''Başım ağrıyordu oğlum, biliyorsun.''

''Senin başın hep ağrırdı be anam. Alışmıştım artık.''

''Dedim de dinletemedim sana.''

''Sürekli kaşlarını çatar da gezerdin. Nereden bilecektim?''

''Dedim de... Unut gitsin oğlum, mühim değil.''

''Üzgünüm... Çay içer misin benimle? Son kez.''

''Fazla vaktim kalmadı ki çocuğum... Geldik sayılır artık. Beşiktaş'ta bekliyor beni.''

''Kim bekliyor anne?''

''Azrail Beyefendi yavrum, dedim ya.''

''Anladım...''

Vapur yanaşırken son kez sarıldılar. Başını okşadığında bir tutam tütün rengi saç, avuçlarına döküldü. Cebine koydu onları da; yanak parçalarının yanına. Annesi alnında kuru bir öpücük bırakarak arkasını döndü ve usulca süzüldü güverteden. Ayaklarının çamuru, tahta döşemede silik izler bırakmıştı. Gafur, bıkkın adımlarla izleri takip ederek indi vapurdan. Kıyıda, günah kadar karanlık cübbesinin altında yükselen Azrail, kemikli parmaklarını uzatmış bekliyordu. Annesi yanına gelince, el ele tutuşup insan kalabalığına doğru uzaklaşırlarken arkalarından seslendi:

''Anne!''

Annesi duraksayıp Azrail'in kulağına bir şeyler fısıldadı. Sonra başını çevirip içli tebessümünü yerleştirdi yeniden, artık tamamen yok olan dudaklarına:

''Hadi oğlum, evine dön sen.''

''Sırat'ı geçerken temkinli at adımlarını olur mu?''

''Merak etme.''

''Saçlarını tut ellerinle de dökülmesinler anam.''

''Düşünme sen bunları.''

''Boğazın ışıklarını seyrettiğin oldu mu hiç? Senin odanın camından gözüküyor. Sen gittikten sonra sabaha kadar çay içip izledim. Gün ağarırken deniz kızına benzeyen bir bulut geçti üzerinden. Kuyruğu, köprünün tırabzanlarını yalıyordu kıvrılırken. Saçları yanakları boyunca uzayıp belini sarmalamıştı. Sana benzediğine inandırdım kendimi. Sonra yükseldi. Biraz yağmur bıraktı; bir de kuyruğundan bir parça düştü denize. Ardından güneşle birlikte dağıldı gitti. Aynı senin gibi...''

''Benim bir yere gittiğim yok kuzum. Buralarda olacağım.''

''Çok yalnızım anne.''

''Ben senden vazgeçer miyim oğlum? Tekrar geleceğim, üzme kendini.''

Son olarak, annesine el sallayıp ardı sıra gidişini izlerken bitirmek isterdim elbette; ama öyle olmadı. Hikayenin yazarı olarak böyle bitmeyeceğini biliyorum ne yazık ki. Aslında anlatabilmek isterdi Gafur; çaresizliğini, yalnızlığını... annesine benzeyen bulutu bir de. Geride kalan saç telleri gibi kuyruğunu nasıl denize düşürdüğünden bahsetmek isterdi bilhassa. Yine de annesi vapurdan indikten sonra bu konuşmaların hiçbiri olmadı aralarında. Dedim ya, bıkkın adımlarla gitmişti arkasından. Sonra aynı bıkkınlıkla ufukta bir nokta halini alana dek gözledi, Azrail'le birlikte gidişini. Aynı bıkkınlığı yanında taşıyarak turladı sahilde biraz. En sonunda, her zaman yaptığı gibi birkaç bardak demli çay içip terk etti Beşiktaş'ı; gerisin geri Kadıköy'e doğru.

Deniz bu defa kabarmıştı. Vapur, göğsüne vuran dalgalarla bir beşik gibi yalpalarken küpeşteden sarkıttığı kolları ıslanıyordu. Mırıldanıyordu Gafur. Midesinde yeşeren taze pişmanlıkla... Annesinin bir zamanlar sevdiği bir türküyü. Onun gibi titrek... kesik kesik... Divanın köşesine sinmiş kazak ördüğü zamanlarda... Bulaşıkları yıkarken sıcak suyun buharı yüzünü ıslattığında... Yorganı üzerine çekip uyuması için başucunda beklediğinde... Mırıldanıyordu annesi gibi; karanfil kokulu bir türkü:

''Köprüden geçti gelin... Saç bağın düştü gelin...''


                                                                                                                                                 ekin gökgöz
                                                                                                                                           
                                                                                                                                            Gültepe, 07:58

                            

10 Kasım 2013 Pazar

“Işık tasavvur edebilir mi gölgeyi?”

Duvara çarptım. Öğrendim ki duvar çarptığında darmaduman edermiş kafatasını. Ateşin sıcak olduğunu öğrendiğim anı asla unutmayacağım. Çünkü o anda bir avuç kor tutuyordum elimde. Buzun soğuk olduğunu kutuplarda çırılçıplak foklarla yüzerken öğrendim. “Işık tasavvur edebilir mi gölgeyi?” diyordu Sartre. Bunu sordum kendime. “Evet!” dedim. Çünkü avucumda kor tutarken serin nehirleri hayal etmiştim; en az Kuzey Denizi’nde yüzerken şömineli dağ evlerini hayal ettiğim kadar. Tarlada gezinirken salatalıkların yanında gördüğüm tosbağayı ters çevirdim, salatalıklarımızı kemirmesin diye. Ertesi gün tarlaya gittiğimde tosbağayı ölü buldum. Eğer kaplumbağayı ters çevirirseniz düzelemez, ölür. Bunu da deneyerek öğrenmiş oldum. Vicdan azabını tattım salatalıkların arasında. O günden sonra hiç salatalık yemedim. Ta ki, ilk rakı içtiğim güne kadar. Henüz sigaraya yeni başlamış on beşinde sakalsız bir yeni yetmeydim çatalları kirli meyhanede rakının yanında cacığın iyi gittiğini keşfettiğim gün. Pahalı bir kafede reddedilmiştim, tütün içiyordum, dönerciden patates kızartması çalmıştım ve evde kömür yoktu. Tosbağaya hak verdim çalıştığım kahvedeki ocağın dibinde uyuklarken. Kural buydu: bir şeyler ters gitmeye başladığında asla düzelmez!  Mutluluğun ve acının birbirinden ne kadar ince bir hatla ayrıldığını, gündüz sevdiği kızın nehir gibi ellerini tuttuğu okul bahçesinde aynı günün gecesi tombul şişe bira içenler bilir. Geceler nasıl da bordo olur sevdiğin kızın çıplak ayaklarının halıya bastığı anı düşündükçe. Şaraplaşır her şey. Şarabın dahi şaraplaştığı gecelerden geçtim. Kaç kere haykırdım yalın ayak yuvarlanırken çiğli otların üzerinde; “Seni  aradım kadehlerdeki dudak izlerinde!”.   Kırmızı suratlı insanlarla içtim ıssız tepelerin ayazında. Öğrendim ki: yalnız acıları vardır yaralanan adamların. Durmadan göğe bakarlar acılarını uzay boşluğuna sığdırabilmek için. Bir kaplumbağanın göğü gördüğünde öleceğini sezmesi gibi kıpırdamadan ay çiçeklerinin arasında yıldızları seyrederler. Durup yalnızca sigara içerler ama duvarlar gelip onlara çarpar uyurken köstebekler. Kafaları kabuk bağlar, koza olurlar ipek uğrunda öleceğini bilen böcek gibi. Avuçlarında tutarlar kafataslarını ve durmadan tütün içerler. Mezarlıklar en ulu yerleridir yeryüzünün. Çünkü acının acıyla dinmediğini en iyi ölüler anlar.

Biraz Hiroşima’yım şimdi, bombalanmış. Biraz İsa’yım artık, gammazlanmış. Biraz Latince’yim sanki, unutulmuş. Biraz gladyatörüm belki, arenada yenilmiş.


Ve eğer bir buğday olsaydım ben, un olmak isterdim değirmenlerde.

27 Ekim 2013 Pazar

Headshot

            Uykumuzun en güzel yerinde dev bir kilise çanı gibi çalan kapının ömür boyu sakat bırakacağı rüyaları yastığa gömüp şiş gözlerle kapıya koştuk. Kapının önünde sinirle duran beyaz atletli babamın tepesi dökük saçlarından terler damlıyordu. Annem yatak odasından kafasını çıkarmış korkuyla koridorun sonundaki kapıya bakarken; ben babamın arkasında elimdeki Karavana Sam oyuncağını sımsıkı tutarak duruyordum. Babam bir kale muhafızı edasıyla kilitleri açarken hayatımızın değişeceğini anlamıştım. Babam önce kapı aralığından bakıp, ardından kapıyı sonuna kadar açtı. Babamın çıplak ayaklarına, dizleri çıkmış eşofmanına, ve aslında beyaz olması gerektiği halde terden rengi kum sarısına çalan beyaz atletine karşın, kapıda duran adam oldukça özenli giyinmişti. Bembeyaz gömleğinin yakaları ince yüzünün altında iguanayı andıran sarkık gıdısını sımsıkı kavramıştı. Üzerindeki siyah takım belli ki özel diktirilmişti. Siyah kravatı iliklenmiş ceketinin altına gireceği hesaplanarak bağlanmıştı. Ellerini önünde bağlamış olduğu için kol düğmelerinin pahalılığını seçebiliyordum. Babam kapıyı açınca başını kendinden emin bir ifadeyle hafifçe yukarı kaldırdı. Beyaz saçları çok gürdü ve tel gözlüğü traşlı suratının üzerinde çok İngiliz durmuştu. Babam kalın ama cızırtılı bir sesle sordu :
-          Buyrun, hayırdır?
-          Beyefendi… Üzgünüm ama…
-          Ne var? Noldu?
-          Beyefendi, babanıza headshot yapmışlar.

Babam yavaşça başını öne eğdi. Adam hala çenesi yukarda bir şekilde kıpırdaman bahşiş bekleyen bir pizzacı gibi bekliyordu. Babam elini kel kafasında gezindirdi. Karavana Sam’e daha sıkı sarıldım. Arkamı döndüğümde dağınık saçlarıyla kapıda duran annemin yüzündeki dehşeti gördüm. Kınalı saçları pembe geceliğinin üzerine düşmüş, sağ eli göğsünde, bir heykel kadar hareketsizdi. Babam koridor boyunca ilerleyerek salona girdi. Zamanında kanlı sokak kavgasında bir polisten tokatladığını söylediği barettasıyla geri geldi. Hiç konuşmadı. Koridor boyunca yürüdü. Annem hiç kıpırdamadı. Adam çenesini indirme nezaketi bile göstermedi. Babam yürüdü. Ben Karavana Sam’i yere bıraktım. Babam yaklaştı. Adamın önünde durdu. Babam hiçbir şey sormadı. Adam herhangi bir cevap beklemedi. Babam kolunu kaldırdı. Tereddüt etmedi. Yarım metre mesafeden tetiği çekti. Kurşun adamın tel gözlüğünü parçalayarak kaşlarının arasından girdi ve başının arkasından kafatasını terk etti. Adamın elleri bile çözülmedi. Geriye doğru devrilerek verandaya yığıldı. Verandanın tahta merdivenleri üzerinden toprağa süzülen kanı gördüm. Babam kapıyı kapattı. Annem ve ben hiçbir şey söylemedik. Çığlık dahi atmadı annem adam vurulurken. O gece hepimiz kanlı rüyalar gördük.
            
           Ertesi gün cinayet suçundan polisler babamı içeri aldı. Annemle biz tepki vermedik çünkü polisler haklıydı. Babam cinayet işlemişti ve bunu bir polis silahıyla yapmıştı. Tüm bunların üstüne cesedi gömme nezaketi bile göstermemişti. Babamı hapse attılar. Headshot yapılan dedemin cenazesine de gidemedik. Çünkü o gün babamın mahkemesi vardı. Duruşmaya annemle beraber gittik. Babam sanık sandalyesine oturdu. Hakim onlarca saçma sapan hukuki zırvalığın ardından babama sordu:

-          Maktulü neden öldürdün?
-          Topluma yararlı bir birey olmak adına milli değerlerimizi yerine getirmek, unutulmuş örf, adet ve geleneklerimizi yeni nesillere aktarmak adına öldürdüm o adamı hakim bey. Ölüm haberini getiren kişiyi öldürmek bizim en eski alışkanlığımız olmalıyken bugün neredeyse unutuldu.
-          Böyle bir gelenek olduğunu bilmiyordum.
-          Tabi ki bilmezsiniz. Kimse bilmiyor. Bu eylemle unutulmuş bir geleneği dünyaya tekrar kazandırmak istedim. Şükürler olsun ki bugün bunu başarmış bulunuyorum.

Babam pis pis gülerken salondan müthiş bir uğultu yükseldi. Hakimler susturamadı. Bir anda arbede başladı. Sandalyeler havada uçuşurken kalabalık birbirini ezerek salondan dışarı taştı. Salonda bulunan insanların her biri bir yana dağılarak ilk gördüğü kişiye babamın uydurduğu bu geleneği anlatmaya başladı. Bir günde neredeyse bütün bir şehir bunu öğrenmişti. Akşam haberlerinde bu konuşuldu. Ertesi gün gazetelerde dev manşetler atıldı. Bir anda bütün ülke bunu öğrendi. Çok kısa bir zamanda dünya artık bunu kabullenmişti: Ölüm haberini getiren kişiyi öldürün. Silah sesleri hiç durmuyordu. İnsanlar sonunda ölüm acısını hafifletmenin yolunu bulmuşlardı. Sevdikleri birini kaybetmenin acısını ya birini öldürerek ya da yalan ölüm haberleri götürerek hafifletiyorlardı. Bir süre sonra dünyada ne cinayet ne de intihar kavramı kalmadı.

Çevremdeki herkes yavaş yavaş ölmeye başladı. Hepsi ölüm haberi taşıdı birilerine. Herkesin hayattan ne kadar nefret ettiğini bu şekilde anladım. Ama ben henüz ölmek istemiyordum. Bunun yanında kimseyi öldürmeye de niyetim yoktu. Mezarlıklar dolup taşmaya başladı. Her saniye başka bir yerden silah sesi geliyordu. Dünya neredeyse devasa bir mezarlığa dönüşmüştü.  Bazıları hala çekimserdi. Evden hiç çıkmıyorlardı. Kimseyle iletişime geçmiyorlardı. Biz de bu gruba giriyorduk. Babamın yalanı yüzünden her gün birileri ölüyordu.

Birkaç yıl içinde dünya nüfusu neredeyse yarıya indi. Babamdan tiksinir olmuştum. Yüzüne bakmıyor, onunla konuşmuyordum. Babam da bunun farkındaydı. Bir gün beni yanına oturttu ve yumuşak bir sesle anlatmaya başladı:

-          Bak oğlum seni böyle boktan bir dünyada yaşatmak istemiyordum. Bu yüzden bir nebze olsun bu dünyayı değiştirmek istedim. Daha yaşanılır bir dünya istiyordum. Bunun içinse insanların maddeden, yani o pis bedenlerinden kurtulmaları gerekiyordu. Yıllarca anlattım ama anlamadılar. Bende bedenlerinde esir olmuş ruhlarını kurtarmak için bu ölüm furyasını başlattım. Bir gün, inan bana oğlum bir gün insanlar bedenlerine ihtiyaç duymadıklarını anlayıp ona hizmet etmekten vazgeçecekler. Buna gerçekten inanıyorum.

Hiçbir şey söylemeden kalkıp odama gittim. İnsanlar artık cesetleri gömmeyi yetiştiremiyordu. Dünya kocaman bir morga dönüşmüştü. Babamın anlattığı şeyi düşündüm. Uykularım kaçtı uyuyamadım. Sabaha karşı evi terk edip dağlara, kimsenin olmadığı yerlere çıktım. Gerçekten beden gereksiz miydi? Bedenimi beslemek yerine ruhumu besledim dağlarda. Gezindim durdum. Geceleri mağaralarda uyudum. Yıldızları izledim. Sevdiğim kızı düşünmem gereken çağlarda Allah’ı düşündüm. Neden bir beden verip ondan kurtulmamız gerektiğini anlamaya çalıştım. Gökyüzüne taş attım bazen. Belki bir meleği düşürüp bir iki soru sorarım ihtimaliyle. Hiç melek düşüremedim. Kuşlara dünyayı sordum. Çoğu zaman cevap vermediler.  Allah’a seslendim geceleri. Dua etmekten bayılana kadar dua ettim. Bir gün bir karıncaya aldım avuçlarıma. Ona şefkatle yaklaştım. Dedim ki “Biz neyiz?” karınca cevap verdi “Biz O’yuz. O’ndan geldik O’na gideriz. Biz O’nun dünyaya saçılmış parçalarıyız.”

O gün karıncayı yere bıraktığımda anlamıştım. Aynı ruhun parçalarıydık. Babam haklıydı. Bedenler esaretti. Bedenler cehennemdi. Bedenler ayrılıktı. Bedenler çirkefti. Hepimiz aynıydık ve ama bunun farkında değildik. Öldüğümüzde yine tek olacaktık.

Şehre doğru yürüdüm. Kurşunların ve cesetlerin arasından geçtim. Şehir artık eskisinden daha güzeldi. Binlerce ruhun şehirde gezindiğini hissettim. Yerde bulduğum bir altıpatları elime aldım ve ilk gördüğüm adamın kafasına sıktım. Adamın cebinde ev adresi vardı. Evine gittim. Kapıyı çalıp ellerimi önüme bağladım. Kapıyı genç bir adam açtı. Ve ona dedim ki:


-          Babanıza headshot yapmışlar. 

11 Ekim 2013 Cuma

Haluk Bey'in Alacakaranlığı

Philip K. Dick’ten George Orwell’e kadar… Demişlerdi zamanında. ‘’Düzen’’ bizim sonumuz. Öyle bir matemetik var ki bu düzenin içinde, doğru rakamları bulup bazı işlemlerden geçirsen sıçtığın saat aralıklarını dahi öğrenebilirsin gibi. Reklamcıların parmağı var bu işte, öyle eminim ki. Aşkı da onlar icat etmediler mi? Ne büyük düzen değil mi aşk?  Toplum sana sevebileceğin bir kadın buldu. Şimdi elini yüzüne bulaştırmazsan çoluk çocuğa karışabilir,  annene de eli yüzü düzgün bir torun bağışlayabilirsin… Rutini koru. Sevişirken kafan ayık olsun. Çocukların harçlıklarını unutma. Temiz bir sakal tıraşı; mutlaka kahvaltı öncesinde. Sakın ihanet etme! Eşine, işine, televizyonuna, arabana... Sakın!

Fena çektin cavlağı be oğlum!

                                                                                                         -  bir trakyalı baba nasihati -


Haluk Bey, bir gece yarısı, rüyasında ateşli bir kadınla şehvetli bir birleşmenin ortasındayken kan ter içinde uyandı ve aletinin dimdik olduğunu gördü. O an, içinde mastürbasyon yapmaya yönelik müthiş bir istek uyandı. Ona kıçını dönmüş ve yorganın yarısından fazlasını üzerine çekmiş olan güzel karısını uyandırmak istemeksizin parmaklarının ucunda odadan çıktı ve banyoya girdi. Kapıyı usulca kitledi. Yakalanmak istemiyordu. - karısı değil; ama yaşı henüz ergenliğin eteklerinde olan oğlu, bazen sigara içmek için herkesin yatmasını bekler, sonra da banyoya girip tüttürürdü.- Klozet kapağını kaldırdı, donunu sıyırdı, sertleşmiş aletini eliyle kavradı ve okşamaya başladı. Seri bir boşalmanın ardından ellerini yıkadı ve güzel karısının yanına geri döndü.

Bunu pek önemsemedi. Sabah olduğunda aklından çıkmıştı bile. Güzel karısıyla ve huysuz oğluyla gül ve nar ağaçlarının gölgelerinin düştüğü balkonlarında leziz bir kahvaltıdan sonra karısını öptü, oğlunun başını sıvazladı ve işe gitmek üzere evden çıktı. Haluk Bey, kimya mühendisiydi. O gün de, diğer günlerdeki gibi aynı rutinle, müdavimi olduğu müşterilerini ziyaret etti ve evine geri döndü. Korunaklı sitesinde, muhterem komşularıyla birlikte yaşadığı, yeşilliklerin içindeki bej rengi, dubleks villasına yani. Fakat o gece ve daha sonraki gecelerde de aynı rüyaları görmeye devam etti. Daha önce görmediği, üryan kadınlarla, yatakta, kanepede, çamaşır makinesinin üzerinde birlikte olduğuyla ilgili rüyaları: Kumral kadınlar, sarışın kadınlar, esmer kadınlar... Bunlar onun için rüya değil kabustu tabii. Kabuslardan uyandığında içinde karşı konulmaz bir mastürbasyon yapma isteği uyanıyordu ve sonunda buna boyun eğiyordu. Utanıyordu, Haluk Bey. En son mastürbasyon yaptığında yirmili yaşlarındaydı. Güzel karısıyla tanıştığı günden beri buna gerek duymamıştı. Şefkatli ve sağaltıcı bir seks yaşantıları vardı. Şu zamana kadar ondan başka bir kadını arzuladığı olmamıştı. Peki, bu kabuslarına giren kadınlara karşı duyduğu şiddetli arzu ve engel olamadığı mastürbasyonlar da neyin nesiydi? Sonunda, Haluk Bey işinin ehli bir psikiyatriste başvurdu ve mahremini ona açtı. Psikiyatrist, şöyle dedi. ''Sıradan bir seks hayatınız var. Farklı pozisyonlar deneyin.'' Ama Haluk Bey ve karısı misyoneri seviyorlardı; farklı şeyler denemenin lüzumu yoktu. Bu sebepten Haluk Bey, psikiyatriste kulak asmadı ve bir daha gitmemeye karar verdi.

Sonra bir gece, akşam yemeğinde ilginç bir şey oldu. Haluk Bey, huysuz oğlu ve güzel karısı, şamdanlarda yanan mumlar eşliğinde somon balığı yerlerken Haluk Bey'in ağzından şu cümleler kurtuldu. ''Geceleri rüyalarıma başka kadınlar giriyor ve ben kalkıp mastürbasyon yapıyorum.'' Nedendir bilinmez. Belki de mustarip olduğu bu dert, içinde bir tümör gibi büyümüş ve dudaklarından dışarı taşmıştı. Karısı yerinden kalkmadan, hep takındığı o ışıltılı gülümsemesiyle omzuna dokunup '' Dert değil, olabilir böyle şeyler.'' demişti ve balığın kılçıklarını ayıklamaya devam etmişti. Oğlu ise, '' Pis otuzbirci!'' diye söylenip tabağını alıp odasına yollanmıştı. Sonuçta bu da sindirilebilir bir tepkiydi; zira ergenliğin hırçın yamaçlarında tırmanan oğlunun her zamanki haliydi bu. Bu yüzden Haluk Bey, ailesinden aldığı makul cevaplarla rahatladı ve o başbelası kabusları bir daha görmedi.

Aylar sonra Haluk Bey, huysuz oğlu ve güzel karısı, rutin yaşantılarına devam ederlerken bir gün, sabaha karşı, Haluk Bey yine aynı kabusla, dolgun göğüslü ve balık etli bir kadınla, müstehcen bir birleşmenin ortasında terler içinde uykusundan uyandı. Üzerine bir tedirginlik çökmüştü. Aylar sonra nereden çıkmıştı gene bu kabus? Somurtarak, ezbere adımlarla mastürbasyon yapmak üzere banyonun yolunu tuttu. Tam donunu indireceği sırada, dışarıdan gelen birtakım ayak sesleri işitti. Saatine baktı. Sabaha karşı beş çeyrekti. Neler olduğunu anlamak için evden dışarı çıktı ve alacakaranlığa adım attı. Kimseyi göremedi; sesler kesilmişti. Arka taraftaki çimenlik alana bakmak için evin çevresinden dolandığında, çimlerin üzerinde yalınayak, başlarını ağarmakta olan göğe kaldırmış beş tane adam saydı. Kimisi pijamasıyla, kimisi şortuyla, kimisi sırf donuyla öylece dikiliyordu. Haluk Bey, onları hemen tanıdı. Hepsi siteden komşularıydı. İşte, Doktor Vehbi Bey. Hemen yanında, Avukat Kenan Bey. Onun yanında, Makina Mühendisi Ogün Bey. Ogün Bey'in yanında, Mimar Levent Bey ve son olarak, Diş Hekimi Bülent Bey. Nizami aralıklarla yan yana durmuş, güneşin ışınlarıyla aydınlanan ufku seyrediyorlardı. Haluk Bey, ne yaptıklarına anlam vermeye çalışarak çekingen adımlarla yaklaştı arkalarından. Yanlarına geldiğinde ise şaşkınlık ve heyecanla karışık bir çığlık atmamak için zor tuttu kendini. Her biri, donlarından dışarı sarkan aletlerini kavramışlar, mastürbasyon yapıyorlardı. Haluk Bey'i fark etmediler bile; yarı uykuda, bedenlerine gömülmüş, sanki kendi içlerinden bir meseleyi tartışıyor gibiydiler. Belki de birbirlerinin bile farkında değillerdi. Haluk Bey, komşularının sabit bakışlarında parıldayan ışığı inceledi teker teker ve nihayetinde dudaklarında şeytani bir tebessüm kımıldadı. Başını kiremit rengi ufka kaldırdı, sert aletini parmaklarının arasına aldı; çimlerin üzerindeki çiy tanelerinin çıplak ayaklarında bıraktığı ıslaklığı hissetti.


Bu altı yetişkin adam, tan ışıklarının gölgesinde mastürbasyon yaparlarken adeta Jean Marc’ın yağlı boya çalışmalarından birini andırıyorlardı. Nasıl desem? Tıpkı güneşi kucaklayan ayçiçekleri gibi.


                                                                                                                                           ekin gökgöz


10 Eylül 2013 Salı

Trakya Rönesans


Yazarın Notları:
Atlantik, Pasifik köle yollarını araştır, 1780, 1900 kolonyal dönem.
Slav dillerinde “su” öğren! Lehçelerle birlikte.
Taverna ruhsatı nasıl alınır? Belge ve içerik farklı mıdır?
2 metre boya 120 kilo iri mi? Hantal mı? Zayıf mı? Dağılımı ne?
Otogarın orada tavernaya camiden ses gidebilir mi? Git, ölçüm yap(gözlemle!). Mantıklı mı?
Saksafonun ses ritmi, Türk musikisine sıcaklık olarak ne kadar yakın?(Kardeşim 'yakın değil,' dedi. Tınılar benzerse de ses renkleri farklıymış. Doğru mu söylüyor yoksa büyüklük mü taslıyor? Beni mi yiyor? Öğren!)

Sarı’ya ton alternatifleri üret. (Amber, Ergene, buğday, çiş vb..)
Bir tavernada neden su olmaz? Cevabı kendin bul!    

     Ardıç Ardıç, Trakya Rönesans*’ın önünde katlanır balıkçı sandalyesinde oturmuş Şarköy şarabını yudumluyordu. 27 senedir tavernanın önündeki kaldırımları, topuksuz kunduralarıyla aşındıran yaşlı müdavimleri hariç hiç kimse burada bir şeylerin değiştiğini söyleyemezdi. Fakat bir süredir her şey değişmişti. İnsanın içini ezen bir değişiklik vardı. Ardıç Ardıç bunu biliyordu. Gece yarısı olduğunu bildiren anons uzaktan iki kez öttü. İri bir adama göre epey tüysüz olan Ardıç’ın kemikli ensesindeki bütün tüyler dikeldi. Kapının eşiğinden epey isteksiz, içeri girip başını kaldırdı. İşte oradaydı. İki haftadır hep aynı saatte aynı masanın aynı sandalyesinde oturan hortlak ona bakıyordu. Ardıç gürültülü bir hıçkırık koy verdi ve artık onu kovmak için ne yapacağını bilemediğinden göz ucuyla baktı genç kadına.
        Şimdi bakın: Trakya Rönesans’ta hikayeler anlatılır. Bazıları kötü bir fıkra kadar ciddiye alınamayacak ucube hayal ürünleri olsa dahi her öykünün bir alıcısı olur. Ardıç öykülerden hoşlanmazdı. Alkol içilen bir işletmenin sahibinin ilk ayında öğrendiği gibi herkesin mutlaka kulak kabartılacak bir hikayesi vardı. Ardıç’ın kendi ilginç hikayesi ise dile gelecek kolaylıkta değildi.
       Mesela bu bir öykü değildir: Asıl ismi Aras Ardıç olan Ardıç’ın babası Cihat Ardıç, rahmetli eşinin verdiği ismi pek beğenmediği için çocuğu sürekli ‘Ardıç’ diye çağırırdı ve bu böyle kaldı. Babası daha sonra soyadındaki tınıyı fazla sevdiğinden olacak çocuğa soyadıyla birlikte seslenmeye başladı ve Ardıç artık Ardıç Ardıç olmuştu. 
        Tavernacının hikayesi Trakya Rönesans’ın hemen yanındaki konfeksiyon atölyesi yandığında başladı. Söndürmeye çalışanlardan biri de Ardıç olmuştu. Bütün esnaf ses çıkarmadan üç cesedin ambulansa taşınmasını izlemişti. Olayın ertesinde Ardıç kepengi kapatmış ve içeride tek başına içmeye başlamıştı. İtfaiyeci olsa hayatı nasıl olurdu, diye düşündüğü sırada içeri kravatsız takım elbiseli üç kişi girdi. Ardıç adamlara kim olduğunu soramadan ikisi kasanın yanına gidip camın önünde takılı olan kameranın kayıtlarını bilgisayardan silmeye başladı. Ardıç yaklaşık iki metrelik boy ve yüz kilo ağırlığın hakkını vermenin zamanı geldiğine karar vererek ayağa kalktı. Birkaç kalp atımı sonra kollarından masaya yatırılmış halde apış arasına dayanmış uzun bir bıçak varken, polislere kamerasının göstermelik olduğuna ve kayıt yapmadığına dair yapacağı konuşmayı prova ediyordu. Kel kafası ayın yüzeyi gibi çiçek bozuğu deliklerle kaplı atölye sahibi kısa bir alkış tutarak Ardıç’ı tebrik edip onu çürükleri ve vicdanıyla baş başa bıraktı. Çıkmadan önce masaya bin lira bırakmıştı.
          O akşam eve gitmekten vazgeçip bir şiltenin üzerinde uykuya daldı.  Saat yarıma yaklaşmışken şarabın zımpara kuruluğundan daha acı bir susuzlukla uyandı. Su almak için çeşmeyi açtığı sırada hortlağı gördü. Camın önündeki masanın üzerine oturmuş bacakları sarkıyordu. Eski filmlerdeki ucuz efektler gibi titrek bir saydamlıkla masanın birine oturmuş Ardıç’ı izliyordu. Kadının üzerinde yırtık bir gece elbisesi ve ayağında ona büyük gelen asker botları vardı. Kemikleri görünen omuzlarına düşmüş ıslak saçlarının arasından kurumuş mor dudaklar karanlıkta bile yüzün sahibiydi. Kızın sol gözü yerine büyük kanlı bir çukur vardı. Ardıç gözünün kenarıyla yakaladığı bir gölge olmadığından emin olmasına rağmen çaresizlikle gözlerini kırpıp durdu. Kız önce kalın dudaklarını genişçe araladı. Havada hafif kuru yosun ve tuz kokusu vardı. Meyhaneci aklının ehlileşmiş sınırının çatladığını hissetti. Bayılmadan önce kızın “Su” dediğini duyabildi.
            “Nine, ben lanetlendim.” Ayı Nine, Ardıç’ı endişelendirecek süre telefonda sessiz kaldı.
            “Zannetmem. Sana tembihlediğimden beri içmiyorsun,” dedi Ayı Nine; bu bir soruydu.
            “Hayır, bir haftadır ağzıma sürmedim. Bugün aldığım beşinci nazar boncuğu da çatladı.”
            “Boncuk? Sen gerçek nazar boncuğu bulamazsın.”
             Ardıç iç çekti.
“Kurşun döktürürken de Neslihan Teyze dumanı fazla solumuş, zehirlendi. Hastanede şimdi. Evde Yasin buldum ben de onu astım.”
            “İndir onu aptal çocuk, ayyaşların içtiği yere asılmaz o. Ardıç?”
“Efendim nine.”
“Bilmediğim bir kabahat işlemedin, değil mi çocuk?”
“Bilmediğin bir şey yok.”
“Anlatabilirsin yavrum. Bana yalan söylersen çükün düşer biliyorsun değil mi?” Ardıç’ın aklına bir an apış arasına dayanmış bıçağın ağırlığı düştü. Kadına cevap veremedi.
            “Nine benden kimseye zarar gelmez.”
           “Senden gelmez.” Kadın bir süre sustu. “Bu gece dükkanı erken kapat. Kapısının önüne oyasız, beyaz bir havlu bağla. Eşiğe de bol kuzukulağı serp. Sana Muhtar’ı göndereceğim, adam ne derse sesle mutlaka.”
            “Kuzukulağını nereden bulacağım?”
            “Perşembe pazarına git. Kıza ne istediğini sordun mu?”
            “Su.”
            “Ne suyu?”
            “Su, dedi. Galiba su istedi.”
            “Su… Neslihan Teyzen’de zemzem suyu var mı acaba?”
            “Nine öyle değil, içmek için istedi.”
            “Vermedim, altıma sıçıyordum o sırada.”
            “Terbiyesizleşme. Kız güzel miydi?”
            “Bu akşam dükkana su alırım.”
            “Güzel miydi?”
            “Kız ölüydü nine.”
            “Ardıç Ardıç.”
            “Efendim, Ayı Nine.”
            “Kıza ne istediğini sor oğlum.”
           

Muhtar dükkanın kapısında dikildiğinde Ardıç önündeki büyük leğene kuru bezelye ayıklıyordu. Ardıç kilitli kapıyı açıp, bir şeyler mırıldanan adamı içeri aldı. Muhtar iplikleri sökülmüş türkuaz mavisi bir gömlek ve gri bir kot pantolona bürünmüş, neredeyse mürekkep renginde bir adamdı. Yamalarla ve çıkartmalarla dolu ufak kahverengi bavulunu hemen bir masanın üzerine koyup içinden iki siyah cam şişe, lekeli bir mendil, küflenmiş büyük bir portakal ve iki kadeh çıkardı. Ardıç çantanın içinde sıra sıra dizilmiş imitasyon saatleri gördü. Adam tavernacıyı yeni fark etmiş gibi başını kaldırıp ona baktı. Ardıç elini uzatıp aklına gelen ilk şeyi söyledi: “Sen Muhtar mısın?”
           “Ay Nine yolaldı beni.” Sesinde hatalı dil bilgisini hemen affettiren çok derin bir tını vardı. Ardıç’ın elini sıktı.
“Ben Muhtar.”
“Ben Ardıç.”
“Tabii ki. Sen Ardıç Ardıç’sın.” Muhtar kocaman gülümsedi. Gülüşü hektarlarca gündöndünün arasına sıkışmış pamuk tarlasıydı.
Muhtar çürük yerinden başlayarak, portakalı parmağıyla oyup içine minik şişeden üç damla damlattı. Çatlak kristal kadehlere kehribar rengi şişedeki mor sıvıdan birer yudum doldurdu. Ardıç’a içmesini işaret etti ve ikisi de fondip yaptı. Genzi ispirto gibi yaksa da tadı şekerliydi. Yanma soluk borusuna doğru inerken gözlerini kıstı. Muhtar’ın sesini duydu: “Sen iki Ardıç, beyaz hortlağa ne istediğini sor. De ona ‘neden bu dükkan geldin?”  Ardıç “Olay nedir?” diye sormak için başını kaldırdığında tavernada değildi.

Bu içindeyken denizde olduğunuzu anlamayacağınız büyüklükte gemilerdendi; fakat ıslak tuzun kokusu ve sallantı yine oradaydı. Karadeniz’in tam ortasında. Konteynır bloklarından birinin içine süzüldüğünü hissetti Ardıç ve pastanın arasındaki krema gibi duran beyaz konteynırın içine süzüldü. Burada deniz hissedilir. İçerisi kalabalığın ağırlığı, dışkı, çürük yiyecek ve ucuz parfüm kokuyordu. Ardıç karanlıkta artık sohbet etmeyi bırakmış bedenlerin hepsinin kadın olduğunu anladı. Annesinin ellerinde koklamaya bayıldığı lavantin kokusunu aldı. Konteynırın tam köşesinde iki büklüm olmuş kadından geliyordu. Kadının terinde çözünmüş rahiya, demirden odada deniz havasına açılan yegane pencereydi. Ardıç yolunu şaşırmadan kadına yaklaştı. Kadın ona baktığında bir şey genç meyhaneciyi rahatsız etti. Daha yakından bakacakken aklına eski köle gemilerinden bir gravür düştü. Şu Pasifikte istif halde insan taşıyanlardan… Afrika’dan… Belki Muhtar’ın atalarından biri de öyle gelmişti… Sahi Ardıç dükkandaydı
Ardıç dükkandaydı. Ağlamış olduğunu fark edip gözlerini sildi. Geceydi. Saati karanlıktan seçemedi. Muhtar elinde bavulu kapıda onu izliyordu. Ardıç’ın yanındaki bardağı işaret ederek, “İç onu,” dedi. Ardıç’ın bir an nefes alması zorlaştı. Eski panik ataklarını düşünmemeye çabaladı. “Ben bir şey soramadım Muhtar.” Muhtar eliyle sözünü kesti. Ardıç’ın yanına gelip, anlam vermediği bir sıcaklıkla onun elini sıktı. Kendisinin aksine adamın elleri kuruydu, Ardıç biraz utandı. Muhtar su bardağını eline tutuşturup “İç suyu, sonra bardakı doldur,” dedi ve kapıyı örterek çıktı.
Ardıç evine gitmek istiyordu ancak yarım kalan bezelye ayıklama işine devam etti. Bardakları yıkayıp kuruladı. Rafları ve masaları sildi. Saat 00.30’a kadar kendini oyaladı. Bu gece artık istemese de, hortlak kadına ne istediğini sormaya karar verdi. Gece yarısını biraz geçmişken su içtiği bardağın hala masada durduğunu gördü. Ardıç onu yıkamak için hamle ettiği sırada biri sertçe dükkanın camına vurdu. Ardıç kapalı olduklarını söyleyecekken onu hadım etmeye niyetli kel adamı gördü. Kapıyı açtı ve içeri 3 adamla birlikte bir battaniyeye sarılı birini taşıyan 4 kadın girdi. Kadınlardan yayılan nahoş kokuyu bastıran bir tuz kokusu tavernayı doldurdu. Kel adam üzerine kan bulaşmış ceketini masaya savurup dükkanın kapısını kapattı ve kapıyı kilitledi. Işıkları açmaya yeltenen Ardıç’ı kolundan sertçe çekerek durdurdu.
“Kapalı kalsın.”
            Ardıç kolunu kurtarıp kadınların masanın üzerine bıraktığı battaniyeye yaklaştı. Ardıç’ın hayatında gördüğü en sarışın kadın sessizce ağlıyordu. Bir yandan da yavaşça battaniyenin ortasında yatan saçları yüzüne yapışmış kadının siyah saçlarını alnından tel tel toplamaya başladı. Ardıç kim olduğunu bilmesine rağmen sol gözdeki siyah deliğin ortaya çıkmasını bekledi. Kadın saçları yavaşça yüzünden almaya çalışırken bir yandan da defalarca “Malka moma” diye mırıldanıyordu. Ardıç telaşla, viski içen kel adama dönüp “Ambulans çağırıyorum.” Adam Ardıç’ın şarja takılı telefonunu alıp cebine attı ve dik dik bakmakla yetindi. Ardıç yağdanlığın arkasındaki bıçakları düşündü. Ve düşünmekle yetindi. Sol eli titremeye başladı. Battaniyede yatan kadın, kuru mor dudaklarını aralayıp bir hırıltı çıkarıp, kulağını ona yaslamış sarışına “Voda” dedi. Sarışın kadın Ardıç’a döndü. Kadının çökmüş gözaltları morluklarla yol yoldu. “Su” dedi Ardıç’a. Tavernacı koşarak tezgahın altında boşuna dolu bir şişe aradı. Trakya Rönesans’ta hiçbir zaman şişe su olmazdı. Sonra musluğun başına geçerken devrildi. İçerideki adamlar durmuş onu izliyordu. Ayağa kalkıp musluğu açtı. Musluktan odayı dolduran bir gurultu yükseldi. Tek bir damla bile akmadı. Telaşla bardağı musluğun ağzına dayayıp musluğu sonuna kadar açtı. Bir damla bile akmadı. Demir boruyu yerinden sökmek ister gibi sarstı, salladı, vurdu.
            Sarışın kadın “Su,” dedi.
            Ardıç’ın eli titrerken zar zor tutuyordu.
            “Su,” diye birinin seslendiğini duydu yine.
            Ardıç’ın kalbi artık kulaklarında atıyordu.
            “Su,”
            Ardıç’ın göğsündeki ilk baskıyla çenesi sıkışıp kitlendi.
            “Özür dilerim, özür dilerim…” dedi dilini ısırarak.
            “Hiç suyum yok.”

2013 Ağustos

Tolga Aydın

Resim:  Ege Avcı

25 Ağustos 2013 Pazar

Büyük Şef Kabileyi Parçaladı


                Dedemin kerpiç evinin kapısını çalmadan açtı babam. Ben, annem, iki abim, yengem ve yeğenim ayakkabılarımızı çıkartarak babamın portakal kabuğunu andıran sinirli suratını takip ettik. Eve adımımı attığım anda yüzüme çarpan inek, süt ve hacı misi kokusu midemi bulandırmaya yetti. Koridoru bayramlıklarımız buruşturmamak için ağır adımlarla geçtik. Babam salonun kapısına geldiğinde durdu. Anneme doğru bakıp yüzüne eğreti bir gülümseme taktı. Portakal kabuğunu andıran suratındaki krater benzeri lekeler gerildi. “ Bu adam gülünce daha çirkin oluyor” diye geçirdim içimden. Bunu duysa ağzımı burnumu kırardı ama içimden söylediğim için duymadı. Portakal suratlı babam eskimiş takım elbisesini sürükleyerek kapıdan içeri girdi. Sırayla annem, abim, yengem, yeğenim, küçük abim ve ben  babamı takip ettik. Olmak istediğim son yerdeydim.  

                Salonda bütün ebeveynlerim beni bekliyormuş gibi yüzüme baktılar. Gözlerin üzerimde olması beni utandırıyordu. Bu iğrenç anı dağıtmak için aceleyle dedemin yanına gidip bayramlaşmaya başladım. Hiyerarşiye uyarak el öpme merasimini tamamladım. Koltuklar insanla doluydu. Ayrıca halıda ve şiltelerde bir sürü insan oturuyordu. Bayramın ilk günü olduğu için bütün aile dedemin evine doluşmuştu. Yüzünü ilk defa gördüğüm insanlara gülümsemek zorunda olmanın verdiği tiksinti, yapılan iğrenç esprilere gülme zorunluluğuyla yarışıyordu. Kendime oturacak doğru düzgün bir yer bulamadığım için dedemin yaz-kış yanan teneke sobasının önüne oturdum. “ Dedem sanırım cehenneme rakip olmaya çalışıyor” diye düşündüm. Sobanın sac gövdesinin rengi kırmızıya dönmüştü. Sürekli birileri gelip odun atıyordu sobaya. Okulumun nasıl olduğunu soranlar cevap vermekten yorulmuştum. Deli gibi yanan bir sobanın olduğu küçücük odaya bu kadar insanın tıkışmış olmasıyla odadaki oksijen de her dakika azalıyordu. Kimse birbirini duyamıyordu. Bu yüzden herkes bağırmak zorundaydı. Muhteşem bir gürültü, buğulu camlar, tükenen oksijen, sıcak, inek ve süt kokusu, dedemin sürdüğü hacı misi kokusu, tanımadığım kuzenlerimle diyalog kurma çabam ve yaklaşık kırk kişinin elini öpmüş olmamın verdiği baş dönmesi yüzünden artık kusmanın eşiğine gelmiştim. Yüzüm buruşuyordu. Kendimi tutamıyordum. Babamın suratındaki oyuklar terle dolmuştu. Bize baklava yedirmeye çalışıyorlardı. Kuzenimin bayram için aldığı kıyafetlerin çirkinliğine bakmadan duramıyordum. Baklavanın ağır tadı gırtlağımda bir ateş topu gibi oturuyordu. Görüntüm gittikçe bulanıklaşıyordu. Sesler kulağıma girmeye çalışan anaforlar gibiydi. Hepsinin anasına avradına sövmek istiyordum. Sustum. Sustum. Sustum.

                Dedem kurumuş ellerinde tuttuğu beşliklere baktı. Gırtlağındaki balgamı temizledi. Sakalını sıvazladı. Hacdan döndüğünde bırakmıştı sakalı. Yeleğinin cebinde duran köstekli düzeltti.

                “ Hadi gelin bakalım.” Gevrek gevrek güldü. Her bayram beş lira verirdi. Ve bu onun hayatındaki en muhteşem andı şüphesiz. Aslında anlıyordum. Ben de her sabah öleceğim korkusuyla uyansam, birkaç tane de olsa Fatiha garantilemek için beş liraya acımazdım.

                Kuzenlerim ayaklandı. Leş kargaları gibi dedemin başına üşüştü götler. Hepsi dağıldıktan sonra dedemin yanına gidip aldım beşliğimi. Teşekkür ettim. Geri dönüp magma kadar sıcak olan sobanın önüne oturdum. Her şey yine eski saçmalığına dönmüş gibiyken dedemin hırıltılı sesi odayı böldü. Dedem konuştuğunda herkes dinlemek zorunda olduğu için hepimiz sustuk. Bana döndü. Sakalını sıvazlayarak ailemizin akıbetini etkileyen o muhteşem soru dudaklarından tereddüt etmeden çıktı:
               
                “ Ne yapacaksın bakalım bayram harçlığınla?”
               
                Bir an duraksadım. Kusmak üzereydim. Şu an burada olmaktan tiksiniyordum. Düşündüm. Söylememeliyim dedim. Portakal suratlı babamla göz göze geldik. Bana hiddetli bir bakış attı. İyi bir şey söylememi istiyorlardı. Annem yorgun görünüyordu. Bütün kuzenlerim bu soru kendilerine sorulmadığı için mutluydular. Benim vereceğim cevabı keyifle bekliyorlardı. Hiç kimseyi yüzüstü bırakmak istemezdim. Ama mutsuzdum ve cevabımı verdim.
                 
               “ Bana verdiğiniz bayram harçlığıyla gidip kendime güzel bir porno kaseti alacağım dedeciğim.”
               
              Bir anda soba söndü. Portakal suratlı babamın yüzündeki kraterler kızarmaya başladı. Kuzenlerim sırtlanlar gibi odanın tenhasına çekildiler. Teyzelerim yutkunamadı. Küçük dayım tesbihinin ipini kopardı. Abim kravatını gevşetmek zorunda kaldı. Yengem başını önüne eğdi. Annem cebinden bir jilet çıkardı. Sesler durdu. Camlardaki buğu kayboldu. Sanki sihirli bir sözcük fısıldayıp zamanı olduğu yere mıhlamıştım. Oysa sadece içimden geçen cevabı verdiğimi düşünüyordum. Yaklaşık dört beş kere hacca gitmiş, yılın sekiz ayını oruçlu geçiren ve günde on vakit namaz kıldığını bildiğim büyük dayımla göz göze geldik. Dayımın gözleri Alamutlu Haşhaşilerin gözlerine benziyordu. Beni öldürmek istediğine emindim. Porno kelimesini kullanmış olmamın ailemde yarattığı şaşkınlık, Amerika kıtasının okyanusa batmasına, bazı ülkelerin topluca intihar girişiminde bulunmasına ve hatta kavimler göçünün tekrarlanmasına sebep olacak kadar derindi.
                 
            Dedem geriye yaslandı. Boğazındaki balgamı temizleyip Nobel almış bir fizikçi edasıyla konuşmaya başladı.

“ Gerçekten sana verdiğim bayram harçlığını bu şekilde değerlendirmen beni hayli mutlu eder. Peki ne tür pornolardan hoşlanıyorsun?“

Dedemle uzun uzun Latin pornolarının kalitesiz çekimlerinden, Asya pornolarında kullanılan gerçekçilikten, dedemin ayak fetişistliğinden, mature izlemekten tiksinmemden konuştuk. Sonra dedem dedi ki:
“Daha önce sana porno arşivimi göstermiş miydim sevgili torunum?”
“Hayır dedeciğim.”
“Peki o zaman gel benimle.”

Dedemle kapıdan çıkarken başımı çevirip baktım. Dayım çırılçıplak soyunmuş bir halde odanın içinde koşarak ateist olduğunu ilan ediyordu. Teyzemin ağzından çıkan köpükleri silen kuzenimin saçı başı dağılmıştı. Annem elinde tuttuğu jiletle bileklerini dikine kesmişti çoktan. Babam, annemin bileklerinden dökülen kanın ortasında kalp krizi geçirirken, abim babamın göğsünü yumruklamakla meşguldü. Eniştem yeğenimi sobanın içine atıyordu. Yengem tavanda sallanıyordu. Kuzenlerim topluca evdeki fişekleri sayıyorlardı. Anneannem radyoyu açmış, klasik müzik eşliğinde bardakaltı gözlüklerinin ardından Neil Gaiman okuyordu. Dışarı çıkıp kapıyı kapattık.

Dedem kolunu omzuma attı. Beraber koridorda yürüdük. Halen daha dedemle konuşuyorduk. Dedemin porno arşivinden birkaç özel parça izlemeye gidiyorduk. İçgüdüsel olarak  bir anlığına dedemin kasıklarına bakmaktan alamadım kendimi.


8 Ağustos 2013 Perşembe

Kuzu'yu Yaratan Mı Yarattı Bizi?

….
Güldü mü o, görünce eserini?
Kuzu’yu yaratan mı yarattı seni?                                    
                                      Kaplan! Kaplan! -  William Blake


Gece yarısı, cevizin altında buluşuyoruz. Üzeyir, ağacın kalın gövdesinin ardından beliriyor karşımda. Yüzüme sabitlediği pervasız bakışlarında bir an için hazin bir parıltı yakalıyorum. Her ne kadar bana belli etmemeye çalışsa da tedirgin olduğunu anlıyorum. Kavruk bedeni belli belirsiz titriyor, gözkapakları seğiriyor. Sigarasının izmaritini topuklarında söndürüp soruyor:

‘’Gidiyor muyuz?’’

‘’Gidiyoruz.’’

Üzeyir’in baba yadigarı, 87 model Renault’suna atlıyoruz ve yola koyuluyoruz. Arabanın farları, gecenin karanlığını yararak bize rehberlik ediyor. Çolak Asım’ın evine gidiyoruz. Asım, tıknaz, kırçıl saçları, kösele gibi suratında pancar rengi burnuyla, aksi ihtiyarın teki.  Sol kolu diğerinin yarısı kadar uzunlukta. Üzeyir’in İrlanda seterinin tavuklarını yediğinden yakınır sürekli. Birkaç kez kapısına gelip köpeğini başıboş bırakmaması için onu uyarmıştı. Üzeyir umursamadı. İki gece önce de köpek yine Asım’ın bahçesine dalmış tavuk kümeslerini tavaf ederken Kırıkkale modeli silahını çekip vurmuştu onu. Boz renkli, hareketli bir köpekti. ‘’ Ne yapsaydım adaş? Av köpeği bu, kanında var hayvanın avlanmak.’’ diye sitem etmişti Üzeyir. Planı şuydu:  Geçen gün, bostandan karpuz toplarken beyaz bir gelincik yakalamış, çuvala atmıştı. Şimdi onu, ihtiyarın tavuk kümesine salacaktı. Ben gözcülük yapacaktım. Gelincik dişlerini, tavukların aciz bedenlerine geçirip kanlarını emecek, Üzeyir de öcünü almış olacaktı. Kısasa kısas.

Mehtaplı gecede bir yılan gibi süzülüyoruz köyün içinden. Sokaklara mutlak bir sessizlik hakim. Meydanda gezinen bir-iki sokak köpeği dışında kimseler yok. Kerpiç evlerin camlarından cılız ışıklar kaldırıma vuruyor. Kahvenin önü süpürülmüş, iskemleler içeri alınmış. Kahveci Cafer, bilmem kaçıncı uykusunda. Her şey olağan.

Asım’ın evi, köyün biraz dışında, caminin arka tarafında kalıyor. Camiyi geçip engebeli, toprak yola saptığımızda arabanın bagajından gelen tiz bir çığlık duyuyorum. Aklıma gelincik geliyor.

‘’ Nasıl yakaladın sen bu hayvanı?’’

Üzeyir, elleri direksiyonda, gözlerinde kurnaz bir ifadeyle kıkırdıyor; ama cevap vermiyor. Daha sonra, yalnızca kendi bildiği bir sırrı açıklar gibi fısıltıyla konuşmaya başlıyor:

‘’ Bu gelincikler çok kindar hayvanlar adaş. Diyelim ki, sen bunun yavrusunu öldürdün. Ne yapar eder, kokunu alır, izini sürer, bulur seni. Yatağın altında ya da dolabın içinde pusuya yatar. Sen gece uykuya daldığında da fırlar yerinden, daha ne olduğunu anlamadan parçalar boğazını.’’

Alaycı bir sırıtışla karşılık veriyorum.

‘’ Yeminle bak!’’ diye ısrar ediyor, heyecanla.

İhtiyarın evine yaklaşırken Üzeyir arabanın farlarını söndürüyor, hızını düşürüyor. Karanlığın içinde, tümseklerden geçerken araba sarsılıyor.

‘’Ölmesin bu hayvan bagajda?’’

Tırnaklarını kemiriyor. Artık iyiden iyiye tedirgin. ‘’Yok be, bir şey olmaz.’’ diye geçiştiriyor.

Evi paralel geçip bir müddet yokuş aşağı uzaklaştıktan sonra ayçiçek tarlasının karşısında, yıkık dökük bir duvarın dibine park ediyoruz. Bir süre sessizliği dinliyoruz. ‘’ Hadi inelim.’’ diyor. Kapıları usulca açıp dışarı çıkıyoruz. Arabanın arkasına ilerleyip bagajı açıyor. İçinden ağzı düğümlenmiş hasır bir çuval çıkarıyor. Hayvan, çuvalın içinde tiz çığlıklar atarak debeleniyor. Üzeyir, gelinciği zapt etmeye çalışırken bir yandan, ‘’ Dur be amsalak, sakin ol! ‘’ diye söyleniyor. Parmaklarımızın uçlarında bahçe duvarına doğru ilerliyoruz. Duvarın ardındaki kiremit çatılı evin metruk bir havası var. Elma ve erik ağaçlarının arasında sessizlik içinde duruyor. Evde tek ışık yanmıyor. İhtiyar uyuyor olmalı. Ağaç yaprakları ılık bir meltemle hışırdıyor. Ilık meltem, bahçenin içinde bir yerlerden, tavuk gıdaklamalarını kulaklarıma getiriyor. Üzeyir, duvarın üstünden, bahçeyi şöyle bir dikizledikten sonra bana dönüyor ve başını eğerek fısıltıyla:

‘’ Sen en iyisi arabaya dön adaş. Bakarsın, sarhoşun biri geçer, görür seni. ‘’

Omuz silkiyorum. ‘’ Ne zaman dönersin?’’

‘’ On dakikayı bulmaz.’’

‘’ On dakikayı geçerse geri gelirim.’’

‘’Tamam adaş.’’

Arkamı dönüp arabaya gidiyorum. Çalıların arasına işedikten sonra kapıyı açıp içeri giriyorum.  Kolumu çevirip saatime bakıyorum. Üç dakika olmuş. Sigara paketimden bir dal çıkarıp yakıyorum. Radyoyu kısık seste açıyorum. İmran Salkan. Entarisi Ala Benziyor.

‘’ Entarisi ala benziyor… Şeftalisi bala benziyor…’’

 Mehtap arabanın ön camında hareleniyor. Uzaklardan bir köpek uluması duyuluyor. Ardından, cırcır böceklerinin biteviye ötüşleri… İçime bir huzursuzluk çöküyor, yüreğim kabarıyor.

’’Entarisi biçim biçim… Ölüyorum senin için…’’

Teybi kapatıyorum. Tekrar saatime bakıyorum.  Sekiz dakika. Derin bir nefes alıyorum. Sigaramı camdan fırlatıp dışarı çıkıyorum. Ağır adımlarla yokuş yukarı eve doğru yollanıyorum.  Ayçiçeklerinin üzerinden bir karga sürüsü havalanıyor. Yaklaştığımda, birinin bahçe duvarı boyunca yürüdüğünü görüyorum. Beni fark etmiyor. Yüzükoyun çimenlere uzanıp izliyorum. Gürbüz bedeni, savruk adımlarla az ötedeki su kuyusuna doğru ilerliyor. Biraz sonra tanıyorum. İshak…  Ablak suratı, biçimsiz kesilmiş kısa saçları ayın altında parlıyor. Üzerinde her daim giydiği, iri yarı bedenine kısa gelen oduncu gömleği. Köyün safçana delikanlısı İshak. Çoğu zaman güçlükle iki kelimeyi bir araya getirerek bir şeyler anlatmaya çabalar. Kahvenin önünde dikilir, tanıdık tanımadık, yoldan geçen herkese yayvan bir sırıtışıyla selam verir durur bütün gün. Ne işin var senin bu saatte, burada? İpinden çekerek kuyudan su dolu bir kova çıkarıyor. Yere çömeliyor, avuçlarına aldığı suyla birkaç kere ağzını çalkalıyor, yere tükürüyor. Sonra kovanın içindeki suyu elleriyle tokatlamaya başlıyor. Bu hoşuna gitmiş olacak ki histerik bir kahkaha atıyor. Birden kahkahayı kesip kovaya bir tekme sallıyor. Su yere dökülüyor. Anlamsız ve boğuk nidalarla ellerini hiddetle boşluğa savuruyor. Sessizleşiyor sonra. Yerdeki kovayı fark ediyor. Eğilip alıyor, kuyunun yanına bırakıyor. İhtiyarın evine doğru dönüyor. Put gibi kıpırtısız, bir süre dikiliyor öylece. Bana arkası dönük, yüzünü göremiyorum. Nereye bakıyor bu? Ne yapmaya çalıştığına bir anlam veremiyorum. Üzeyir’i mi fark etti acaba? Öylece duruyor. Put gibi… Kıpırtısız… Havada kesif bir angus kokusu… Aniden, keskin bir hareketle dönüp yine savruk adımlarla köye doğru uzaklaşıyor. Ayaklarımın üzerinde doğruluyorum. İshak’ın gidişini izlerken duvardan bir karaltı atlıyor ve bana doğru koşuyor. Üzeyir.

‘’ Gidelim adaş.’’

‘’İshak buradaydı .’’

‘’Biliyorum. Gitmesi için bekledim.’’

‘’Ne işi var ki bu saatte?’’

‘’Ne bileyim... Akılsız işte.’’

Boğuk bir ciyaklama duyuyorum uzaktan. Gelincik. Koşar adımlarla arabaya atlıyoruz. Gerisin geri köye doğru uzaklaşıyoruz. Üzeyir’in yüzü kireç gibi. Direksiyona sımsıkı sarılmış pür dikkat yolu izliyor. ‘’Ne oldu, bir sıkıntı mı var?’’ diye soruyorum. Öfkesini kontrol edemeyip bağırıyor:

‘’Bu orospu çocuğu var ya adaş! Bu orospu çocuğu…‘’

Lafını yarıda kesiyor. Sebepsiz yere neden böyle ateşli bir öfkeye kapıldığını anlamıyorum. Heyecanına verip üstüne gitmiyorum. Tırnaklarını kemiriyor, parmaklarını kıvırcık saçlarında gezdiriyor, boğazını temizliyor. Sesini kontrol etmeye çalışır gibi tane tane ama titrek bir sesle devam ediyor:

‘’ Bir sıkıntı yok adaş. Saldım hayvanı kümesten içeri. Hak etti ama değil mi?’’

 Sakin olmasını, temiz bir uyku çekmesini tembihleyip evin önünde arabadan iniyorum. Arkamdan sesleniyor:

‘’ Adaş! ‘’

‘’Efendim?’’

‘’ Başını ağrıttım senin de gece gece. Geldiğin için sağ ol. ’’

Yürekten söylediği bu son sözlerden sonra gaza basıp gözden kayboluyor.

Bir hafta sonra, Çolak Asım’ın ölüm haberini alıyoruz. Tarladan dönen ırgatlar evin önünden geçerken  iç bayıltıcı bir koku duyuyorlar önce.  Merak edip bahçeye girdiklerinde, kümeste,  kafaları koparılmış tavuk leşlerini sarmalayan kurtçukları görüyorlar. Asıl koku buradan gelmiyor ama. Evin duvarlarından sızan baygın bir koku var. İçeri girdiklerinde ihtiyarın cavlak bedenini buluyorlar yatak odasında. Yüzükoyun yatıyor yerde. Kolları ve bacakları çarmıha gerilmiş gibi ileri doğru uzanmış, gergin. Üzerinde kolsuz fanilası, altı çıplak… Buruşuk kıçının üzerinden at sinekleri havalanıyor. Tam bir muamma... Ahir vaktinde nahoş bir ölüm… Keskin bir koku hakim odaya. ‘’ Domuz leşi gibi!’’ diyorlar. Çenesinin altından başlayıp odaya yayılan kanı döşemelerin üzerinde kurumuş. Balon gibi şişkin, çürümeye başlayan bedenini çevirdiklerinde boynunda iki derin yarık görüyorlar. Kanı çekilmiş yüzünde dehşetengiz bir ifade var. Kan emen sivri dişli bir etçil… ‘’Gelinciğin işi.’’ diyor birisi. ‘’Peki ya, eve nasıl girmiş?’’ diye soruyorlar. ‘’ İşte!’’ diye yanıtlıyor diğeri, kanatları iki yana açılmış pencereyi göstererek.

O zamana kadar, ihtiyarın yokluğunu kimse fark etmemişti. Biz de farkına varmadık. Yalnız yaşardı. Karısını geçen yaz kalp krizinden kaybetmişti. Köyde seveni de muhatabı da olmazdı. Toprağa verilirken cenazesinde, bir avuç insan topluluğu var yalnızca. Ben uzaktan izliyorum. Utanç, ayaklarımı yere çiviliyor. Vicdanımın kasvetli ağırlığı omuzlarıma çöküyor. İhtiyarın ölümüyle bir ilişkim olduğunu biliyorum. O gece, Üzeyir’le birlikte götürmüştük gelinciği oraya. Bu aciz ihtiyarın ölümünden sorumlu olan Üzeyir’le.
Cenazeden sonra onu, kahvede  buluyorum. Kapının önünde dikilen İshak’ın abartılı selamına karşılık verip içeri giriyorum. İçeride, kağıt oynuyor.  Kaba bir el hareketiyle dışarı çağırıyorum. Oyunu bırakıp yanıma geliyor. Köşeye çekip yakasına yapışıyorum.

‘’ Nasıl bu kadar rahat olursun!’’

‘’ Ne yapayım?’’

‘’ Salak herif, senin yüzünden öldü adam!’’

 ‘’Sessiz konuş, biri duyacak şimdi. Ben bir şey yapmadım. Pencere açık olunca girmiş demek ki.’’

‘’Köpeğine sıçayım senin!  Ne diye geldim ki seninle?’’

‘’Sakin ol adaş, senin bir suçun yok.’’

‘’Sakın ağzımdan bir laf kaçırayım deme!’’

‘’Merak etme.’’

‘’ Ben yokum bu işin içinde. O gece yanında değildim.’’

‘’Tamam, sakin ol.’’

Bu konuşmalardan sonra çekip gidiyorum. Üzeyir’le bir daha görüşmüyoruz. Bir ay boyunca da pek ortalıklarda gözükmüyorum. Geceleri  gözüme uyku girmiyor. Sabahlara kadar sigara içip o geceyi düşünüyorum. Suçluluk duygusu kancalarını kalbime batırıp çekiştiriyor. Ardından Üzeyir’e duyduğum kin, zihnimin orta yerine oturuyor. Neden beni de aldı ki yanına o gece? Bana güveniyor. Ben neden gittim ki? Kadim dostuydum çünkü. Her zaman yanında oldum. Bir zavallının ölümünden sorumlu olmak için değil ama! Belki de Üzeyir haklıydı; aşırı tepki göstermiştim. Nereden bilecekti ki gelinciğin eve gireceğini? Her ne olursa olsun, sonuçta Üzeyir’in yüzünden olmadı mı bütün bunlar? Peki ya, benim günahım ne?  Nefretim yatışmıyor. Gözlerim kan çanağı. Başım çatlamak üzere. Sabahın ilk ışıklarıyla uykuya yenik düşüyorum.

Bir akşam sigara almak için bakkala giderken Yasemin’le karşılaşıyorum. Elindeki naylon poşetlerle manavdan çıkarken bir yandan da dengesini korumaya çabalıyor. Bir zamanlar abayı yaktığım, köyün afili hatunu Yasemin. Lepiska saçları… Sol gözünün altındaki et beni… Gülerken gözlerini hafif kısışı… Beyaz çehresinin etrafındaki efsunlu hale… Son gördüğümden bu yana değişmemiş. Seneye, yaza,  Arnavut Selim’in oğluyla evlenecek. Belki bir de kendisine benzeyen bir kızı olur.

Poşetleri elinden alıp eve kadar eşlik ediyorum. Yolda, havadan sudan konuşuyoruz. Arada uzun sessizlikler oluyor. Teyzesinden bahsediyor sitemle. Yeni doğum yapmış, çocukla uğraşmak zorunda olduğu için ev işleri Yasemin’e kalıyormuş. Bir de laf arasında Çolak Asım’ın ölümünden açılıyor konu. Evin önüne geldiğimizde poşetleri elimden alırken yüzünü ekşitiyor.

‘’Hak yerini buldu. Hayvan gibi öldü, bunak domuz!’’

‘’Allah aşkına, ne günahı vardı adamın ?’’

‘’ Aman, sen onun öyle zavallı göründüğüne bakma.’’

‘’ Neden?’’

‘’Biliyorum işte bir şeyler… Gördüm.’’

‘’Ne gördün?’’

‘’İshak’ı bilirsin. Hani, şu saf çocuk.’’

‘’Evet.’’

‘’Sapık herifi, çocuğun boynundan öperken gördüm.’’

‘’Nasıl yani?’’

‘’Anlamadın mı hala? Sonra da zavallının kıçını avuçladı.’’

‘’Kimseye bahsettin mi bundan?’’

‘’Ay ne işim olur. Bana ne canım.’’

 İshak’ın o geceki görüntüsü geliyor gözlerimin önüne. Kuyudan çıkardığı kova… Ağzını suyla çalkalaması… İhtiyarın evinin önünde, bir korkuluk gibi kıpırtısız bekleyişi… Yumruk büyüklüğünde bir elem boğazımı düğümlüyor, sesimi kesiyor. Ayaklarımın altındaki zemin, bataklık gibi beni içine çekiyor. Çamur, ağzımın içinden, kulaklarımdan, burun deliklerimden, bedenime nüfus ediyor, kanımı kurutuyor. Yasemin, poşetleri taşıdığım için teşekkür ederek eve giriyor. Kulaklarımda çınlayan müthiş uğultunun arasında belli belirsiz duyuyorum sesini. Zoraki bir baş selamı vermekle yetiniyorum. Bakışlarım, evi delip geçiyor, arka taraftaki ayçiçek tarlalarından ıssız tepelere, oradan da batmakta olan güneşin turuncu renklere boyadığı ufka uzanıyor. Dağınık düşüncelerim, yap-boz parçaları gibi birleşiyor, bir bütün oluyor. Beynimin kıvrımlarında bir şimşek çakıyor. Ağır adımlarla Üzeyir’in evine yollanıyorum.

Güneş batmak üzere. Evin sokağa bakan ahşap kapısını çalıyorum. Annesi çıkıyor.

‘’Üzeyir evde mi teyze?’’

‘’Bekle, çağırayım yavrum.’’

Kapıyı açık bırakıp evin içinde gözden kayboluyor. Biraz sonra Üzeyir beliriyor eşikte.

‘’Yemek yiyorduk adaş, gel buyur.’’

‘’Haberin vardı, değil mi?’’

‘’Neyden?’’

‘’İshak… ‘’

‘’Ne olmuş İshak’a?’’

‘’ Çolakla…’’

Sesim çatallaşıyor, gerisini getiremiyorum. Göz pınarlarımda yaşlar birikiyor. Üzeyir, yüzünde kendinden emin bir ifadeyle bozuyor sessizliği:

‘’Benim bir şey bildiğim yok. Unut o geceyi artık.’’

‘’Bana neden anlatmadın?’’

‘’Anlamıyor musun, bir şey bildiğim yok… Düşünme sen artık bunu.’’

Donuk bakışlarında, kendini ele veren bir parıltı yakalamak ümidiyle, bir şey demeden dikiliyorum karşısında. Gelincikle ilgili anlattıkları geçiyor aklımdan. Gözlerini kaçırmadan sürdürüyor sabırlı bekleyişini. Sonra, düşüncelerimi okumuş gibi soğuk bir sesle konuşuyor:

‘’ Böyle bir ölüm reva ona, kurcalama artık.’’

Tam kapıyı kapatacakken duruyor.

‘’Söylesene adaş… Onu da, kuzuyu yaratan mı yarattı?’’


İçeri girip kapıyı yüzüme kapatıyor. Güneş batarken turuncu gökyüzü laciverte boyanıyor. Tenha sokakta, yaradılışımla baş başa kalıyorum. 


                                                                                                                                                 ekin gökgöz