Bozkırın
ortasında kurulmuş şehirler vardır, uğraksız ve duraksızdırlar. Gecenin
çöküşüyle yarı baygın bir sis bulut gibi dururlar uzaktan. Üstünde biten
otlarda insan kanı taşır bozkır. Kırılmış onlarca kemiği barındırır içinde. İntikam
kahpe bir dilber gibi uçsuz düzlükte salına salına gezer. Bazen çakal ulumalarını
bazense ozanların bozlaklarını getirir nefes. Çakalları avcılar, bozlakları ise
kaderine yenilmiş acuzeler avlar. Bozkırın gecelerinde kimsenin görmediği
hayatlar yaşanır; geceleri ortaya çıkan ve gün ağardığı anda kaybolan adamlar
barınır. Hikayelerini yalnızca suratsız ihtiyarlar o verimli elma bahçelerinde
torunlarına anlatır.
Kimsenin
görmediği yerlerden gelirler. Hiç biri bilmez bir diğerinin hikayesini.
Birbirlerini tanısalar bu karanlığın biteceğinden korkarlar. Soru sormazlar. O
kadar karamışlardır ki aydınlıktan korkarlar artık. Gidebilecekleri başka bir
yol kalmadığı için bata çıka dikenlerin arasından çamurlu yollarda yürümeye
mahkumdurlar.
Kimse
nereye sürükleneceğini bilemez ve önleyemez kaderini. İki yıl önce dillere
destan yemeklerini yaptığı sevimli mutfağında yüzünde belli belirsiz bir
tebessümle tereyağı keserken ensesine dayanan silahı hissettiğinde iliklerine
kadar ürpermişti Namata. Şimdi ise silahına dokunmadan uyuyamayacak denli
duyarsızdı ölüme ve o mutlu günler çok uzak zamanlarda anlatılmış bir masaldan
farksızdı onun için.
Gerilen
horozun sesini duyduğunda soğuk soğuk terliyordu ve ardına bakmaya cesareti
yoktu. Arkasındaki adamın sabırsızlıkla konuşmasını bekliyordu ancak gayet
sakin bir nefes sesinden başka hiçbir şey duymuyordu. Adam bir adım geri
çekildi ve kendisine dönmesini söyledi. Namata ağır hareketlerle iki hamlede
arkasını döndüğünde beklediği iri ve korkunç yüzün aksine hafif kumral, mavi
gözlü bir adamla karşı karşıya kaldı. “Anneni özlüyor musun?” diye sordu adam.
Namata gerildi, annesinin yokluğunu bilmesi kendine dair pek çok şey bildiğini
gösteriyordu. Anlamı olmayan garip söz öbekleri döküldü ağzından. Belli
belirsiz şeyler. Zamanda ve uzamda sonsuza kadar dönecek olmasına rağmen asla
anlam kazanmayacak şeyler.
Namata’nın
cevap veremeyeceğini anlayınca adam tekrar sordu: “Anneni bulmak istiyor
musun?” Tezgaha tutunmak zorunda kaldı çünkü başında bir sancıma hissediyordu
ve gözleri hafiften alacalanmıştı. “Annem öldü” diyebildi sadece. Adam silahını
indirdi. Yüzü yere dönüktü. Gözlerinin altında belirgin morumsu torbalar vardı.
Sakalı hayli gürdü ancak bıyığı daha da belirgindi. Namata’nın mavi gözlerinden
kıyafetinin özensizliği kaçmamıştı. Adam yorgun bir suratla kısa bir süre yeri
izledikten sonra kafasını kaldırdı. “ Adım Gabriel. Sen böyle bil. Annenin
yaşadığına da teminat veriyorum. Bu teminat benim körpe yaşta cezaya mahkum
olmuş karşında gördüğün ta kendimden başka hiç kimse değil. Bana inanmaktan
başka çaren yok. Eğer anneni tekrar görmek istiyorsan benim söylediklerimi
yapmak zorundasın.” Namata, kaderinin ani bir hamleyle kırıldığını anladı.
Çarpık talihini düzelttiğini düşündüğü anda her şey alt üst oluverdi. Ne zamandır
bekliyordu böyle bir şeyi. Çarpık bir şeyin gölgesi düzelir mi?
Kore
mahallesinin efsunlu torbacısı Gabriel’in geçmişini kimse bilmezdi. Evi yoktu,
bazen ortadan kaybolur bazense otellerde adı geçerdi. Kimse gerçek adını
bilmezdi, belki de adı gerçekten Gabrieldi. Namata’nın izini bulduğunda
gözlerine inanamamışı. Gerçekten böyle bir şeyin olabileceğine inancını tam da
yitirdiği günlerde, eski dostlarından biri bir haber uçurmuştu kendisine.
Restorana gelip onu gördüğünde inanabilmişti ancak. O günden sonra bir yıl
boyunca adım adım izlemişti onu. Çiftliğe gönderebilmek için gerekli her şeyi
hazırlamış ve Namata’yı silah zoruyla ikna etmişti. Artık çark dönecek,
Kaybettiği her şeyin bedelini ödeyip Namata’ya nafakasını verecekti.
Namata,
çiftliğe geldiğinde öküz bakıcısı olarak işe başlamıştı. Bu onlarca dönümlük
araziye kurulu çiftlikte Leheb adında bir adam öküz yetiştirirdi. Bir sürü
insan yaşardı çiftlikte. Kahyalar, seyisler, muhafızlar, fedailer, hizmetçiler,
fahişeler… Yüzlerce öküzü vardı Leheb’in ama bunlarla ne yaptığını pek bilen
yoktu. Namata buraya geldiğinde o güzelim yemek kokuları yerine burnuna çalınan
kesif tezek kokusuna fazla katlanamayacağını düşünmüştü. İlk günlerde çekip
gitmeyi de defalarca kez planlamış fakat sadece bir kez dahi olsa annesini
görebilecek olmanın verdiği o mayhoş mutluluk bu pisliğe katlanmaya itmişti
onu.
Gabriel’in
Namata’dan istediği şeyi sadece üç kişi biliyordu. Garbriel, Namata ve Tonguz. Gabriel’e
yıllanmış bir can borcu vardı ve ödeme günün gelip çattığını biliyordu. Yıllar
önce beraber Leheb’in korumalığını yaparken Kuzey Irak’ta sefil bir paranın
peşinde sıska sırtlanlar gibi koşarken izli mermilerin ışığında hayatını
kurtardığını unutmamıştı. Tonguz hala çiftlikte yaşıyordu ancak Gabriel uzun
zaman önce çekip gitmişti. Şimdi Namata’yı ona benzetiyordu ve bu yüzden ona
gözü gibi bakıyordu.
Bir
gece Tonguz ve bir grup adam ahıra geldiler. Namata’yı da uyandırmışlardı.
Namata, sarsak ve uykulu hareketlerde burcu burcu bok kokan ahırın içinde bata
çıka yürüyor ve ne yapacağını bilemiyordu. Adamlar ellerindeki çantaları yere
bıraktılar. Bağlı öküzlerden birini çözüp garip bir aletin önüne getirdiler.
Öküzün başını demir çerçeveden içeri sokup sabitlediler. Ardından gövdesini ve
ayaklarını da alete mıhladılar. Öküzün kafası hafifçe yukarıda duruyordu,
dişlerinin arasına bir çeşit mengene sokup öküzün dişlerini araladıktan sonra
paketlenmiş eroinleri öküzün ağzına atmaya başladılar. Paketleri attıkça başka
bir adam plastik bir şişeden su döküyordu. Öküz acıyla böğürürken Namata’nın
uykusu aymış, cin gibi olan biteni izlemeye başlamıştı. Bunu elli öküze daha
yaptıktan sonra midesi eroinle yüklü öküzleri ayırıp bir kenara bağladılar.
Adamlar çekip gitti. Çiftliğin çiğ bürümüş sisli gecesinin içinde sigaralarının
uçlarını parlatarak yitip gittiler.
Tonguz
adamlar dağılınca Namata’nın afallamış zihnini toparlamak için onu odasına
götürdü. Harbi bir Şarköy şarabının mantarını tirbuşonla çektikten sonra pet
bardaklara doldurdu. “ Evladım, burada ne iş yaptığımızı anlamışsındır. Ama
neden burda olduğunu anlaman için ben yardımcı olacağım.” Kallavi birer sigara
yaktılar. Tonguz tereddüt ediyordu seçtiği kelimelere. En güzel cümleleriyle
konuşmaya çalışacaktı. “ Senin baban kral adamdı. Ama bu amcan olacak deyyus yürek
nedir bilmez. Ha sen bize bakma gençtik,
cahildik, uyduk ona. Babana da haksızlık ettik. Bu çiftliği baban kurdu
sayılır. Öküz yetiştirip namusuyla para kazanacaktı baban ama bu göt
yaptırmadı. Kandırdı babanı…” Leheb’in amcası olduğunu bilmediğini yeni
anlıyordu Tonguz. Ona babasını ve amcasını anlattı. Namata bunları sindirince
devam etti Tonguz: “ Amcangiller öküz işinden parayı kırınca siz de keçi boku
gibi ortada kaldınız amına koyiym.”
Leheb Anadolu’dan
geçen her uyuşturucu zerresinden haberdar olurdu. Onun haberi olmaksızın kimse
bir nefes dahi tüttüremezdi. Yıllar önce kardeşi ve Namata’nın babası Abdi’yle
beraber kurdukları bu çiftliğin tüm hissesini kendi üzerine geçirdikten sonra
Abdi’nin yüzüne bile bakmamıştı. Abdi de
karısı ve oğluyla beraber Trakya’nın sarı düzlüklerine yerleşti kardeşinden
kurtulmak için, ancak makus kader yakasını orada da bırakmayacaktı. Bir gün
evini Leheb ve adamları bastı Abdi’nin. Onların geldiğini görünce oğullarını
çatıya sakladılar. Namata o zamanlar henüz sekiz yaşında fırlama bir oğlandı,
henüz anne ve babasının ölümünü görmek için çok küçüktü, henüz herhangi bir şey
için çok masumdu.
Namata
sağ bacağında belirgin bir yara izi taşırdı. Kapanmış yaranın insan formuna
bürünürken yarım kalmış yumru yumru deri öbeklerine dokundukça bir karnabahara
dokunduğunu sanırdı. Bazen bu yara onu yere yıkar ve kıvrandırmaya başlardı.
“Bacağım çekti!” diye yerde iniler, yuvarlanırdı ve bunun ne zaman geleceği
belli olmazdı. Annesi ve babasının öldüğü gün çatıya doğru birinin
hareketlendiğini görünce çatıdan atlayıp var gücüyle koşmaya başlamıştı. Adamı
görmemişti ancak kolunu kaplayan bağlama şeklindeki dövmesini hayatı boyunca
rüyalarında görecekti. Çatıdan cesurca
atlayıp koşmaya başladığında rüzgarı yüzünde hissediyordu. Bir metre sonra
çukurdan aşağı inecek ve ortadan kaybolacaktı ancak o adam yüz metreden
silahını ateşlemiş ve kurşun Namata’nın sekiz yaşında bir çocuğa göre hayli iri
sayılabilecek bacağını sıyırmamıştı. Tümsekten aşağı yola yuvarlandığında bir
adam onu görüp arabasına almış böylece kurtulmuş ve kendini kurtaran o adamdan
da aşçılık mesleğini öğrenmişti.
Şimdi
tüm bunların, kararan hayatının intikamı için kıvranıyordu. İçinde tartıya
gelmez bir şeyler değişiyordu. Kuru bir nehrin geride bıraktığı çatlaklar kadar
acınasıydı, biliyordu. Papirüslere kehanetler yazmak içi müneccimlerin yonttuğu
tüyler kadar yalın hissediyordu. Leheb’i öldürse ne değişecekti? Yahut annesini
bir daha görse? Kırmızı bir tülün ardında devran eden bir çıkrık görüyordu.
Anlamdan yoksun havada asılı bir izlek. Kahinler keski tutmaktan nasırlanmış
elleriyle göğüs kafesindeki toza şunları yazıyordu: Kararmış paslı bir bıçak
oyarken ruhunu, günahını öp ve koynuna al; çünkü yalnızca günahına tapanlardır
kazanan.
***
İki
yılın sonunda Tonguz’un desteğiyle iyice bilenmiş ve Leheb’in gözüne girmeyi
başarmıştı Namata. Artık çiftlikte yapılan kafes dövüşlerini onun locasından
izliyordu. Onunla yemek yiyor ve bozlak sefalarında onun masasında Tonguz’la
beraber yer alıyordu. Rakı masaları kurulurdu çiftlikte ve en meşhur sazendeler
akın akın gelirdi. Rakkaselerin bellerinde tomarla paralar asılı olurdu.
Kalantor misafirler baş masalarda ağırlanır, cevher görülen gençler sıra sıra
dizilirdi. İçkinin ve eğlencenin sınırı olmazdı Leheb’in eğlencelerinde. Kırım
ve Acem diyarlarından esir edilmiş en güzel kızlar gerçek olamayacak
güzellikleriyle masaların arasında dönerken kadehler ardı ardına kalkar,
naralar havalarda uçuşur ve Leheb’in gurmeliğinde seçilmiş birinci sınıf mallar
özenle ciğere çekilirdi.
Sazendeler
önce hareketli ritimlerle başlar uşşak makamını bitirdikten sonra nihavende
döner ve gecenin en kör vaktinde yerlerini usulca bağlamanın üstadı İsmail’e
bırakırlardı. Sazendelerin ardından yavaş yavaş kırılgan yalın ayaklarını yere
basmadan gökte uçarcasına sekeleyerek dansçı kızlar çekilirdi. İsmail önce
hafifçe ardından daha yüksek bir kuvvetle bağlamaya değmeye başladığında ağır
adamlar derin bir ah çekerek kadehlere yüklenirlerdi. Leheb solunda oturan
Namata’nın omuz başına sokulur ve “ Bozlak çalarken ölmek yasak” derdi.
Çiftliğin
ortasında sessizce bekleyen kamyonun kapağı açılır açılmaz perişan halde
dışarıya fırlayıp koşmaya başlayan çırılçıplak insan bölüğünün üzerine ateş
açıldığında, henüz toprağa ilk adımını atan genç kız haricinde hepsi sessizce
yere serildi. Genç kız ise sadece gömülü bir inilti çıkarttı. Anlamsız,
ifadeden yoksun figan belki de gayri ihtiyari biçimde ciğerinden fırlayarak ses
tellerini titreştiren bir hava öbeği sadece. Kimse o anda ne demeye çalıştığını
ve ne düşündüğünü bilemeyecekti. Yirmiye yakın insan şimdi çiftliğin çorak
toprakları üzerinde kanlar içinde yatıyordu. Cesetlerin üzerinden atlayarak
kamyonun yanına gelen iki adam, gözlerinin feri sönmüş çıplak, perişan ve
çaresiz kalabalığın üzerine naif bir tebessümle ateş açtı. Otuz kadar insan
kamyonun kasasında oluşmuş suni kan gölünün içinde istifsiz balıklar gibi
uzanıyordu.
Eğlenceyi
yarıda bırakmış Namata hiddetten kıpkırmızı kesilmiş suratıyla adamlarına
emirler yağdırırken yoğun derecede tavuk boku kokan bodrumda güçlükle nefes
alıyordu. Adamlar hızla delik deşik olmuş cesetlerin karınlarını ellerindeki
palalarla yarmaya ve bağırsaklarını boşaltmaya başladılar. Cesetlerin içine
kokain doldurulacak ve yarın sabah cenaze arabalarına konulup beyaz kefenler
içinde gayri resmi adli tıp raporları eşliğinde sahte sahiplerine
gönderilecekti. Sonra da bu insanlardan asla haber alınamayacaktı. Namata
bodrumdan dışarı çıkıp kalın ve küt parmakları arasına sıkıştırdığı sigaraya
yaktığında Tonguz’u öldürmeye yemin etti.
İsmail
bozlaklarını okurken rakının ve esrarın verdiği hoşlukla ceketini çıkarttı
Tonguz. İsmail ‘Kurusa Fidanım’ dedikten sonra avuçları patlarcasına
alkışlarken keyfine değecek yoktu. Ancak Namata olduğu yerde çakılı kaldı.
Tonguz’un koluna nakşedilmiş bağlama dövmesini gördüğünde sinirleri acıyla
gerildi. Ailesinin katledildiği gün gördüğü bu dövmeyi gecelerce rüyasında
görmüştü. Uzayda şeklini yitirmiş biçimden yoksun durmadan dönen, eğrilen ve
yer yer kopan şekiller arasında bir kitabe gibi karşısına çıkan o bağlama şimdi
karşısında duruyordu. Kendine mucizevi bir şekilde hakim oldu. İntikam göğsünde
ilkbahar gibi yeşeriyordu.
Şoförler
yük taşırdı. Ne taşıdıklarını bilirlerdi. Taşıdıkları cesetlerin herhangi bir
kimliği olmadığını bilir ama irkilmezlerdi. Çuvaldan farksız olduklarına
inanırlardı. Uyuşturucu yüklü kamyonlarını Pazar gezintisine çıkmışçasına
keyifle sürerlerdi. O gece onlarca adam tırın içinde taranırken hangarın içine
yatırdıkları kamyonların arasında iskambil kartlarını dövüyorlardı.
Yüzlerindeki çizgilerde bir mutluluk yahut iyiliğe dair herhangi bir belirti
yoktu. Hayatlarını çuval taşıyarak geçirdiklerine inanırlar ve dikiz aynaların
çıplak kadın resimleri yapıştırırlardı. Birbirlerinden uzaklaştıklarında çıplak
erkek fotoğraflarını koltuklarının altından çıkartırlardı. Silah seslerini
duyunca olağandışı tepki vermediler. Ellerindeki kartları bırakmadan hangarın
kapısına kadar çıkıp tıra doğru baktılar. Ardından uyuz köpekler gibi
birbirlerine küfür edip sataşarak hangarın içine dönüp kart oynamaya devam
ettiler. Rutin derilerine kadar işlemiş bu adamlara güzelliği anlatmanın imkanı
yoktu. Görmedikleri şeylere inanmayı çocukken bırakmışlardı.
Kafes
dövüşlerinin olduğu gece herkes dövüşlerin olduğu ambarda toplanır sadece birkaç
nöbetçi tembel tembel nöbet tutardı. Kafeste ölümcül dövüşler olurdu,
kaybedecek şeyleri olmayan adamlar kaybedecek bir şeyleri olması için
savaşırlardı. İnsanlar bu dövüşleri iple çekerdi. Serseriler, patronlar, iş
adamları, fahişeler, sırra kadem basmış kimsesizler, hırsızlar, yakışıklı
tetikçiler, her yaştan fahişeler, kulamparalar, dervişler, pezevenkler, torba
tutanlar ve daha niceleri ringin etrafına dizilir ve tiyatro seyredercesine bir
adamın ölümünü ağır ağır izlerlerdi. Bu işten de çok para kazanıyordu Leheb,
herkes o akşamın savaşçısına bahis oynar ve hırsla kazanmayı beklerdi. Diğerinin
ölümü için sakat dualar fısıldarlardı.
Dövüşten
önce ringin üstündeki balkonlara pezevenkler kadınlarını çıkartırlardı. Alttaki
berduşlar fiyatları arttırırken birbirlerinin üstünde tepinir hatta bazen
kavgaya tutuştukları bile olurdu. Para babası koca göbekli herifler localardan
purolarının dumanlarını köpürterek dövüşü bekliyorlardı. Delikanlılar ellilik
bir dilber için kıyasıya rekabet ederken kulamparalar parlakları kesmek için
kenarlara çekilmişlerdi. İçkilerin dozu gitgide artarken köşelerdeki fıçıların
ardında batıp çıkan insan bedenleri gözden kaçmıyordu. Bara dizilmiş ihtiyarlar
kendi aralarında bir mahkeme kararını yahut bir savaşı tartışıyorlardı. Kapının
eşiğinde açlıktan baygın düşmüş bir evsiz, atıl bir meyveden farksız duruyordu.
Küflenmiş, kurtlanmış, çürümüş. Gerçekten yüzünün bir kısmını kurtçuklar
kemiriyor ve adam bunu önemsemiyordu. Muhtemelen artık hislerini kaybetmişti.
Tonguz
ve Namata ambarda uzak bir köşeye çekilmiş planlarını konuşuyorlardı. Dövüşler
hayli gürültülü olurdu. Bu yüzden Leheb locasındayken onu öldüreceklerdi. Kimse
duymayacaktı. Ardından dövüş devam ederken çiftliği terk edecek ve Gabriel’i
bulmaya çalışacaklardı. Telaşlarını gizleyerek locaya çıktılar. Leheb açılış
konuşmasını yapmak için ringdeydi. Balkonlar, localar ve zemin hınca hınç
doludu. Bu gece de nafaka yüklü olacağından Leheb’in gözlerinin içi
parıldıyordu. Konuşmasına bir fıkrayla başladı:
“ Maymun ormanda bütün hayvanlara tek tek gidip diyormuş ki
ben aslanı düzdüm. Bu da bir gün aslanın kulağına gitmiş ve aslan gidip maymunu
yakalamış. Tam pençesini kaldırıp vuracağı sırada maymun demiş ki: Sen bana ne
bakıyorsun, muz yedim amcık amcık konuşuyorum işte.”
Namata
ve Tonguz haricinde herkes bu fıkraya katıla katıla güldü. Namata ve Tonguz
çelik gibi sinirlerini kontrol ederek yüzlerinde tek bir kasın dahi seğirmesine
izin vermiyorlardı. Kahkaha ve alkışların arasında Leheb ringden ayrılıp locasına
geldi. Koltuğuna kasıldı ve dövüşün başlaması için işaretini verdi. İri
bedenlerini sürüyen kinli dövüşçüler tezahüratlar arasında ringe yöneldiler. Dövüşçüler
sahneye çıktığında alkışlayanlar, küfür edenler, ringe tükürenler ve amaçsızca
nara atan insanların yarattığı gürültüden kimsenin birbirini duyabilmesi mümkün
değildi. Namata solda Tonguz ise sağda oturuyordu, bir an göz göze geldiler,
zamanın geldiğini hissetmiş olacak ki Tonguz belindeki satıra davrandı.
Leheb’in hiçbir şeyden haberi
yoktu, gözleri eskisi gibi değildi ve artık refleksleri eskimişti. Öldürmek
için her şey izin veriyordu ama Tonguz satırını neredeyse Leheb’in kafasına
saplayacakken Namata belindeki revolveri asılıp bir el ateşledi. Tonguz’un
ihanetin acısını tatmış o siyah gözbebekleri aniden genişledi. Gözleri hafifçe
yaşardı. Kalabalık umursamazca eğlencesine devam ediyordu. Leheb daha ne
olduğuna anlam veremeden Tonguz son nefesini vermiş, böylece intikamın ilk
halkası tamamlanmıştı.
***
Silah
sesiyle irkilen kalabalığın eski haline dönemsi çok uzun zaman almadı. Kıyasıya
dövüş devam ederken kafasında bir mermiyle yerde yatan Tonguz’un kanlı cesedi
Namata ve Leheb’in ayaklarının altındaydı. Leheb yıllarca kendisine hizmet
veren bu sadık hizmetkarının suikastını anlamlandırabilmiş değildi henüz.
Bakışlarını cesedin üzerinden kaldırıp Namata’ya çevirdiğinde Namata o keskin
gözlerde korkuyu gördü. Yalnız kaldığının ve yaşlandığının farkına varıyordu
Leheb. İşte tüm bunlardan faydalanacak olan kişi ise Namata’ydı.
İncelikli
bir plan kurmuştu cesetlerin içlerine tozlar doldurulurken. Öldürme merasiminde
bıçak kullanacak ve ses çıkarmayacaklardı ancak Tonguz satır tercih etmişti.
Kendini sakat bırakmış bu adamı affetmeyecekti Namata, aynı zamanda da Leheb’in
güvenini kazanacaktı. Hızı ve nişancılığıyla Tonguz’un işini bitirdiğinde
maharetini sergilemişti. Artık Leheb kendisine daha çok ihtiyaç duyacaktı. Her
şey planladığı gibi gitmişti Namata’nın. Leheb ise beklemediği bir teklifte
bulundu Namata’ya; Tonguz’un mezarını beraber kazmak istiyordu.
Leheb
kurtlara doğru nişan alıp babasının tek kırma tüfeğinde bir fişek yaktığında
bıyıkları terlememiş, hülyalı düşlerden yoksun bir çocuktu. O günü asla
unutmazdı. Uzun yolculukları esnasında defalarca kez canlandırmıştı kafasında.
Uyuşturucu kullanmaz ama satardı. Çift tabanca gezerdi her daim. Takım
elbisesini çıkartmazdı. Öküzlerin midesinde uyuşturucu transferi yapmaya
başladığında kardeşi itiraz etmişti. Bir gece kardeşi evinde iri baldırlı oğlan
çocuğuyla huzurlu saatler geçirirken evrakların sahtelerini yapıp asıllarını da
yok etmiş, böylelikle kardeşini kendine küstürmüştü. En son gördüğünde ise
kardeşi Trakya’da bir kulübede kanlar içinde kıvranıyordu.
Havada
kekremsi bir korku vardı. Mezar eşen adamların hissettiği, ölüme yakın olmanın
ya da yere yakınlaşmanın getirdiği, yerkürenin içinde oynayan taşlara bir adım
daha yakın olmanın verdiği huzursuzluk ikisinin üzerinde de ağır bir baskı
yaratmıştı. Çatlak saplı küreklerini ve kazmalarını soğuk toprağa batırdıkça
bir insanın etini eşen kurtçuklardan farksız olduklarını düşünüyorlardı.
Yarım kilometre
ötede bir adam kusmaktan bitkin düşmüş beyaz suratıyla asfaltın kenarında boylu
boyunca uzanıyordu. Ellerinin üzerinde doğrulduğunda ani bir kusma nöbetine
daha tutuluyor, karın kasları acıyla kasılıyor ve gırtlağını yakarak geçen
safra suyu ağzında acı bir tat bırakarak çakılların arasında kayboluyordu.
Çiftliğe çok uzak bir mesafede değildi ancak oradan görülemezdi ve yardım da
istediği yoktu. Çiftlikte az önce vurduğu mal epeyce ağır gelmiş ve içtiği
litrelik şarapları yüzer gramlık parçalar halinde kusmaya başlamıştı.
Kusacağını anladığında arabasından inip yolun kenarında ağız dolusu söverek
içindekileri yolun kenarına bırakmaya devam ediyordu.
Kürekleri
mezarın dışına attılar, sonra da birbirlerini destekleyip çekerek birer birer
mezardan çıktılar. Üstleri başları çamur ve pislik içindeydi. Dövüş
neticelenmiş ve ölü adam tekmelenerek salondan çıkartılırken bahsi kaybeden
serseriler ölü adama küfür ederek salonu terk etmeye başlamışlardı. Ancak
dövüşü izlemeye gelen İsmail ringe bağlamasıyla çıkıp birkaç bozlak okumaktan
çekinmeyince dağılan kalabalık yeniden içeriye doluşmuştu. Tüm bu curcuna
yaşanırken Gabriel, Tonguz’un öldürüldüğünü görür görmez çevik hareketlerle
Leheb’in odasına doğru yollanmıştı. Kimsenin haberi olmasa da sürekli farklı
kılıklarda çiftliği ziyaret ederdi. Eski alışkanlıklarının da verdiği kuvvetle
herkes içkilerin ve İsmail’in tesirine girmişken o, karanlığın örtücülüğünden
faydalanıp Leheb’in köşküne doğru yollandı.
Leheb
ve Namata mezarı bitirdikten sonra düzlüğün ortasında çivi gibi sivrilen ahlat
ağacına sırtlarını dayayıp birer sigara ateşlediler. Leheb derin nefesler alıp
veriyordu, hayli yormuştu bu iş onu. Tonguz’un iri bedeni hemen yanlarında ılık
kanını torağa zerk ederek yatıyordu. İsmail’in tutturduğu bozlakların seslerini
rüzgar kulaklarına kadar taşıyordu. “ Yaman delikanlısın. Hızlısın, akıllısın,
bileğin de kuvvetli. Ben de senin gibiydim. İlk defa tüfek attığım günü hiç
unutmam. Ama sonra işler hiç umduğum gibi olmadı. Bir kereliğine girdim bu
işlere sonra da bu hale geldim işte.”
Sessizlik
oldu. Konuşmaya niyetleri pek yok gibiydi. Namata başını çevirip mecburiyetle
sordu.
“ Üzülüyor musun?”
“ Neye?”
“ Her şeye. Böyle bir hayat yaşadığına falan.”
“ Eh, bazen evet bazen hayır. Karışık işte. “
“ Bu adama üzülüyor musun?”
“Tonguz’a mı? Tonguz’u severdim ben. “
“ Üzüldün yani? “
“ Çok olmasa da evet.”
“ Kime üzüldün en çok ? “
Burada
kısa bir tıkanma yaşadı Leheb. Ancak bu tıkanmayı öksürükle sansürlemeye
çalışıyordu. Kendini dumana ve öksürüğe boğduktan sonra gözyaşlarını silip
devam etti:
“ Kardeşimi öldürdüm ben delikanlı. Sen sormadan söyleyeyim,
sadece bir avuç para için. “
“ Gerçekten nasıl yapabildin bunu. “
“ Peşinen vermiştim cevabı ama yine de sordun. Şimdi olsa
yapmazdım belki ama o zaman öyle gerekti. “
“ Nasıl bir şey kardeşini öldürttü sana? ”
“ Muhabbeti kapatalım, işimize bakalım. “
“ Pişmansın değil mi? “
“ Buralarda bir deyiş vardır evlat. Baban eşeği siktikten
sonra, anan hayrını görsün derler. Anladın mı? Kalkalım şimdi. “
Muhafızların
en uyuşuk vakitleri olduğunu biliyordu Gabriel. Locaya çıkıp baktığında cesedi
alan Leheb ve Namata’nın satırı orada unuttuğunu görüp hemen kavramıştı.
Belinde bir de baretta taşıyordu. Leheb’in
köşkünün önünde bir muhafız vardı. Gabriel arkadan yaklaşıp beceriksiz
muhafızın gırtlağını bir çırpıda kesiverdi. Ardından kapıyı kolaylıkla açıp üst
katta olacağını tahmin ettiği Leheb’in yatak odasını aramaya koyuldu. Çok zor
olmadı çünkü üst katta sadece üç yatak odası vardı ve en dipteki odanın Leheb’e
ait olacağını düşünmek pekte zor değildi. Uzun kapının kilidini ustaca
hamlelerle açtı ve içeri duman gibi süzüldü. İçeri girdiğinde gördüğü manzara
karşısında ise bir süre hareket edemedi. Yutkunamadı ve dizlerinin bağı
çözülecek gibi hissetti. Odanın her yerine saçılmış, belki otuz kadar, şişme
bebek vardı. Yatakta, komodinin üstünde, halıda, koltukta ve her yerde şişme
bebekler vardı. Her bebeğin yüzüne ise Namata’nın yıllar önce ölen annesinin
fotoğrafı yapıştırılmıştı.
Şaşkınlığını
kısa sürede sıyırdı Gabriel. Alelacele paraları aramaya koyuldu. Odayı alt üst
ettikten sonra şöminenin küllerinin karıştırmayı akıl ettiğinde eline geçen
pimi usulca kendine doğru çekti. Tıslayarak açılan şömine kapağının ardında
Leheb’in servetinin bir kısmı yatıyordu. Sadece en yakın adamları bilirdi
Leheb’in bu gizli hazine odasını. Gabriel, Tonguz’dan daha önce bu bilgiyi
almış ve bunun doğrultusunda hareket etmişti ancak acele etmesi gerekiyordu.
Çuvallanmış vaziyette önünde yatan paraları alan Gabriel, kapının zorlandığını
duyunca çuvalları yere bırakıp hemen mevzilendi. Sesten tek kişi olduğunu
anladı dışarıdakinin. O da Leheb’in yıllanmış kahyası Hüseyin’den başkası
değildi. Kapının kilidini açtı Gabriel ve Hüseyin içeri girdiği anda kellesini
uçuruverdi. Şimdi Hüseyin şişme bebeklerin arasında ihtiyar bedenini
keyiflendirircesine uzanıyordu.
Kapıyı sıkıca kilitleyip ardını
eşyalarla berkittikten sonra sekiz çuval parayı aşağı attı, ardından da onların
üzerine kendi atladı. Herkesin sarhoş ya da mayhoş olduğu bu vakitlerde
kimsenin kendini görmeyeceğini umuyordu. Arabasını hangarın yanına park
etmişti. Hızla çuvalları arabasına taşıdı. Arka koltuğa istifledi. Bagaj ağzına
kadar eroinle doluydu. Bu büyük bir servet demekti ve bunları çaldığını fark
ettiğinde patronu hayli kızacaktı kendisine.
Cesedi
mezarın içine devirdiler. Havada savrularak iki metrelik çukurun içine işkembe
gibi düştü. Kolları ve bacakları biçimsizce uzanıyordu. Haki ceketi hala
üzerindeydi. Leheb ve Namata, iki ayrı adam, aynı noktadan, aynı cesede, aynı
kanı taşıyarak bakarken ikisi de aynı şeyi görüyordu. Her koşulda Tonguz bir
haindi. Namata’nın ailesini öldürmüş, Leheb’i ise öldürmeye teşebbüs etmişti.
Hınçla yakaladılar küreklerin cilalanmış saplarını. Tonguz’a karşı içlerindeki
son şefkat kırıntılarını da yok edebilmek için küreklerini toprağa geçirdiler.
91
model Renault 12’nin içinde çakıllı yoldan kıvrılarak gelen Gabriel uzun bir
kusma nöbetini atlatmıştı. İçeride zoraki içtiği içkinin midesini
bulandırdığını biliyordu ve özellikle yaşadığı son para çalma olayı bedenini
biraz sarsmıştı. Artık eskisi kadar genç olmadığını anladı. Ahlat ağacının
altına sürüyordu arabasını, çünkü onları uzaklaşırken arkalarından izlemiş ve
bulundukları yeri farazi olarak saptamıştı.
Arabanın
farlarını üzerlerine çevirdiğini fark ettiklerinde henüz üçer kürek atmışlardı
mezara ve tedirgindiler. Hemen
bellerindeki silahlara attılar ellerini ama saklanmadılar. Araba gelip
önlerinde durdu, ışıklarını kapattı ve gözlerinde karıncalanma yaşanırken
arabanın kapısının açıldığını duydular. Kore mahallesinin pek konuşkan olmayan
abisi Gabriel’in mavi gözleri en karanlıklarda bile kendini seçtirecek denli
ışıltılı görünüyordu. Bir elinde viski şişesi diğerinde ise kanlı satırı
tutuyordu. Namata şaşırmıştı ama Leheb gözlerine inanamıyordu. Gabriel
Namata’ya seslendi: “Sözünü tutmanın vakti gelmedi mi?” dedi.
Leheb
bir kumpasın içinde olduğunu sezdiğinde çok geç kaldığının farkına vardı.
Namata atikliğini yine konuşturmuş ve silahını Leheb’in şakağına çoktan
dayamıştı bile. Leheb isteksizce de olsa silahlarını yere attı. Gabriel ve
Leheb konuşmadan sadece bakıyorlardı. Namata Gabriel’in kendisine fırlattığı
kelepçelerle Leheb’in ellerini arkadan kelepçeledi. Namata hayli rahattı, vücut
dilinde yeni bir cinayet işleyeceğine dair herhangi bir delalet yoktu. Gabriel
gırtlağına viskiden bir yudum boca ettikte sonra arabaya yaslandı. Namata
mezarın başına diz çöktürdü Leheb’i, Tonguz’un kulağı görünüyordu toprağın
arasında sağ kolu ise tamamen açıktaydı. Namata:
“ Babamı öldürürken hiç için sızlamadı mı lan?”
Leheb
kaskatı kesildi, karanlıkta büyüyen gözbebekleri daha da büyüdü. Mezarın
başında diz çökmüşken saçların kavrayan elin yeğenine ait olduğunu anladı. “
Bak, bu serveti beraber paylaşabiliriz, sevgili oğlum.” dedi ama nafileydi.
Namata’nın bir eli havadaydı ve boğazına sarıldığı o kudretli adam maymuna
dönmüştü şimdi “ Amca, yemişsin muzu amcık amcık konuşuyorsun.”
Karanlıkta
parlak ve keskin bir metal havada savruldu. Zamanı, rüzgarı ve bozlağı böldü
ikiye. Silah kendini tutan el kadar güçlü ve ölümcüldür. Bazen de bir silah
döner dolaşır ve seni öldürür. Tonguz’un elinden nasip olmayan ölümün soğukluğu
aynı aletle Namata’nın ellerinden sunuldu kendisine. Kafatasını parçalayıp
beynine saplanan çeliğinn soğuğunu hissederken hala bozlakları işitiyordu
kulağında ve o kadının rapunzel gibi saçlarını. Namata satırı geri çektiğinde
Leheb’in cansız bedeni mezarın içine
düşüp küçük bir toz bulutu yarattı. Gabriel olan biteni kayıtsızca
seyrediyordu. Mezarın başında dikilen Namata’ya sakin bir ses tonuyla laf attı.
“ Baban, ben ve Leheb arasında tek ortak olan şey neydi
biliyor musun? “
Bu
sözler üzerine Namata başını Gabriel’e doğru çevirdi.
“ Annendi oğlum, annendi. Üçümüzde anneni çok sevdik. Ancak
birbirimizden haberimiz yoktu. Yani baban Trakya’ya yerleştiğinde anneni bizden
kaçırmadı. “
Namata
tek bir kelime söyleyemedi. Tek istediği şey Gabriel’in susmasıydı ancak neler
anlatacağını da bilmek istiyordu.
“ Aileni öldüren ekipte ben de vardım. Leheb, babanı öldürüp
servete tek başına konmak ve çok sevdiği anneni de almak istedi. Bu yüzden
Tonguz, Leheb ve ben Trakya’ya yollandık. İçeri girdiğimizde sadece babanı
vurmamız gerekiyordu ancak annenle bir an göz göze geldik, bir an göz göze
geldik ve onun ne demek istediğini anladım sevgili oğlum. Seni ve babanı
öldürecektik ama Leheb babanı vurduğu anda bende silahımı çıkartıp anneni
kalbinden vurdum. Tonguz seni yakalamaya çalışırken sen asıl olduysa
kaçabildin. Anneni öldürmemem gerekiyordu ama katlanamazdım onun acıyla
yaşamasına ve de Leheb’in karısı olmasına. “
Namata
o iri ayaklarına kadar acı hissediyordu. Neye karar vereceğine ve neye
inanacağını bilemiyordu.
“ Hani annemi bulacağımı söylemiştin.” Dedi Namata. Halen
daha ürkek bir çocuk gibi verilen sözlerin tutulmasını istiyordu. Hislerini
yitirmeye başlamışken bile.
“ Seni gördüğüm anda tanıdım. O kadar çok annene ve bana
benziyorsun ki. İşte tam da şuracıkta peydahlamıştık seni. Sen benim oğlumsun
Namata. Baban bunu hiç bilmedi. Kendi evladı gibi baktı sana. Ama annenle
birbirimizi çok sevdik oğlum. İşte anneni buldun, işte o hala kalbimde yaşıyor.
Eğer böyle bir anneye ve babaya sahip olmak istemiyorsan beni kalbimden vur.
Ama şunu da unutma ki sen bir orospu çocuğusun. “
Namata
barettasını çıkartıp babası Gabriel’i vururken hiç tereddüt etmedi. Veda dahi
edemeden Renault 12’nin önüne yığılıverdi koskoca Gabriel. Namata da onu da
mezara atıp toprağı atmaya başladığı sırada çiftlikten bir patlama geldi.
Namata şaşkınlıkla olan biteni seyrederken samanlık ve ambar da alev alev
yanmaya başladı. Gabriel oğluna son bir babalık etmeyi ihmal etmemiş ve çiftliğe
sızdırdığı adamlarına benzinliğini kundaklatmıştı. Tutuşan samanların ardından
ahırda alev almış ve yangın yavaşça çiftliği kaplamaya başlamıştı. Ahırdaki
öküzler tutuşan tüylerinin verdiği acıyla böğürüyorlardı.
Türdeşi olmadığından tanımı da
olmayan bir şeyler hissediyordu artık. İntikamın tatlı şarabını içmişti.
Tonguz’u biçtiğinde içini kaplayan ferahlığı şimdi kat kat fazla yaşıyordu. Kalın ve küt parmaklarının arasına
sıkıştırdığı sigaradan derin bir nefes alırken ileride alevler içinde yanan
çiftliğin bir daha var olmayacağına emin olduğu için rahattı. Korkmuyordu,
yalnızca pişmanlıkları vardı. Bir kez yapılan ve değiştirilemeyen türden. Oysa
birkaç kilometre ileride, işte oracıkta tartıya gelmez bir şeyleri
değiştirmişti. Kara siluetler koşuşturuyordu karanlıkların içinde. Patlamaları
görüyordu, salvo silah sesleri kulağındaydı.
Tutuşmuş öküzler belki de son kez çiğneyerek bu bahtsız bozkırı, düşüp
kül olacakları yere gitmek için çabalıyorlardı. Sadece geceleri çıkan ve gün
ağardığı anda ortadan kaybolan doyumsuz piçlerin feveranları kulağında kainatın
en güzel nağmeleri gibi ılık ılık çalınıyordu.
Namata yerde yuvarlanırken bir
yandan “Bacağım çekti!” diyerek iniliyordu. Kasılma etkisini yitirdiğinde zar
zor doğruldu ve hafiften topallayarak arabaya gitti. Ön koltukta üzeri kanlı
bir satır ve yatık bir viski şişesi vardı.
Viskiye uzandı ve üç harbi yudum çektikten sonra elinin tersiyle ağzını
sildi. Çiftliğin alevler içinde tükenişini keyifle izliyordu artık. Leheb’in
köşkü çatırtıyla çöktüğünde dolgun bir kahkaha savurdu. Burada çokta fazla
durmaması gerektiğini bildiğinden topallayarak arabaya bindi ve dikiz
aynasından arka koltuğa baktı. Arka koltuk tavana kadar parayla yüklüydü. Gözlerine
doluşan yaşları silerken barettayı kontrol etmeyi de ihmal etmedi. Ardından
kasılmış bacağıyla ihtiyatlı bir şekilde gaz pedalına yüklenirken, bir daha
dönmeyeceği topraklardan arabanın her devrinde biraz daha uzaklaşıyor olduğunu
bilmek başını döndürüyordu; en az bagajdaki kilolarca uyuşturucunun, ciğerine
asıldığında döndüreceği kadar.