26 Ocak 2014 Pazar

Korkuluk

                        Süvari, geniş omuzlarından süzülen altın sırmaları dalgalandırarak adeleli kollarıyla atının dizginlerini asıldı. Şapkasının altından görünen keskin gözlerini, kuytusunda durduğu uçsuz bucaksız ovanın üzerinde gezindirmeye başladı. Ova baştan aşağı buğday doluydu. İri, dolgun ve diri başaklar ikindi güneşinin altında altın gibi parlıyor, imbatın himayesinde vakur bir edayla sallanıyorlardı. Gözüne ovaya serpiştirilmiş korkuluklar takıldı. Ritmik olmamakla birlikte sanki planlanmamış bir düzen içerisindeydiler. Birbirinden çirkin bir sürü korkuluk olduğunu görmek canını sıksa da ovanın bereketi ve doygunluğu karşısında coşkuyla doldu içi. Kazığa oturtulmuş bir cadı kadar doğruldu atının üstünde. Gururlanıp göğsünü kabarttı.


Keskin gözlerini ovanın içinde gezindirirken başakların arasında gezinen bir genç kız gördü. Atını şaha kaldırınca siyah atının beyaz ayakları havada asaletle çırpındı. Süvari, buğdayların arasına daldı. Çirkin korkulukların arasından başakları ezerek şimşek gibi ovanın ortasına doğru atını sürdü. Kıza yaklaştıkça dudaklarını arzuladığını fark etti. Kalbi daha hızlı çarpmaya başladı. Atının ritmince kalbi çarpıyordu. Arkası ona dönük güneşe baktığını fark etti. Kıza çok yaklaşmasına rağmen, kız ona doğru dönmedi yüzünü. Yanına geldiğinde yavaşladı ve atının dizginlerini sertçe asıldı. Kız koni şapkasının altından ona baktığında Süvari dehşetle irkildi. Genç bir kız zannettiği kişinin aslında dişleri dökülmüş, buruşuk suratlı, ihtiyar bir Çinli olduğunu gördü. Süvari gözlerini ovuşturdu. Çinli ona sarı ve eksik dişli ağzının içini göstererek gülümsüyordu. Süvari atından inip Çinliye yaklaştı. Çinli çekik gözlerini daha da çekikleştirerek sordu:

- Neden geldin buraya?

- Şey, ben sizi uzaktan görünce…

- Beni uzaktan görünce?

- Sizi uzaktan genç bir kıza benzetmiştim.

- Ha ha ha! Beni genç bir kıza benzettin ha? Teşekkür ederim delikanlı.

- Neyse ben sizi rahatsız ettim. Özür dilerim.
       
     Süvari utanarak arkasını döndü. Tam atının yularını tutacakken beyaz ayaklı siyah at bir anda yere yığıldı. Siyah atın kızıla boyanmış beyaz kıllı ayakları havada son kez savruldu. Beyaz ayaklı siyah at kanlar içinde öldü. Süvari atının başına oturup ağlamaya başladı. Çinli elini omzuna koydu:

- Ağlama artık ona ihtiyacın olmayacak.

- Nasıl olmayacak lan! Ben bu atın üstünde düşmanla savaştım. Bak! Göğsümdeki Cesaret Madalyasını yoldan geçene vermiyorlar! Ben şimdi nasıl savaşa giderim.
        
     Tekrar gözyaşlarına boğuldu. Yakışıklı sayılabilecek bir adamdı Süvari. Saçları yana taranmıştı. Sakal tıraşını henüz yeni olmuştu. Üniforması tam üzerine göre dikilmişti. Kılıcının hakkını verebilecek kadar güçlü görünüyordu ama yine de ölü atının başında hüngür hüngür, dövünerek ağlıyordu. Çinli koni şapkasının altından tekrar konuşmaya başladı:

- Yanlış anlama ama sen geri dönmeyi mi düşünüyordun burdan?

- Seni kız zannettim dedimya. Senin  Çinli bir ihtiyar olduğun ortaya çıkınca ben de geri döneceğim mecburen. Burda daha ne yapabilirim ki? Hem atım neden öldü?

- Çok basit evlat, jiletler yüzünden.

- Ne jileti?

- Bak, bu ova muhteşem bir buğday tarlası gibi görünmesine rağmen lanetli bir tarladır. Dikkatli bakarsan görürsün ki her başağın yanında bir de jilet vardır.

Süvari dikkatlice başaklara doğru baktı. Gerçekten bu başakların her birinin yanında küçük birer jilet yetişmişti.  Atına doğru bakınca atının üzerinde binlerce çizik olduğunu fark etti. Atını hızla sürerken atını öldürüyor olduğunu fark etmemişti bile. Kafasını kaldırıp Çinliye doğru baktı.

- Nasıl çıkacağız burdan?

- Çıkmayacağız.

- Napıcaz burda amınakodum Çinlisi. Ben çıkmaya çalışacağım.

- Çıkmaya çalışırsan ölürsün.

- Çalışmasakta ölürüz.

- Hayır, burda kalırsak en azından korkuluk oluruz.

- Ne oluruz ?

- Korkuluk oluruz. Buranın üzerinde kuş bile uçmaz jiletli olduğunu bildiklerinden.  Buna rağmen burdaki şu korkuluk bolluğu sana garip gelmedi mi? Buraya mancınıkla idam cezası alanlar atılır. Ya da intihar etmek isteyenler buraya gelir. Bu tarlada bir süre kalanlar korkuluk olurlar. Ordumuzun şanlı bir askeri olarak senin devletimize ait bu yasal intihar yerleşkesini bilmemen çok garip doğrusu.

- Nasıl yani? Ne, ne korkuluğu? Sen ne dediğinin fakında mısın? Beninle dalga mı geçiyorsun sen?

- Bak ayaklarım dönüşmeye başladı bile.

Süvari, Çinli’nin ayaklarına baktığında gözlerine inanamadı. Gerçekten de ayakları yere saplanmış iki sopaya dönüşmüştü ama dizlerinden yukarısı hala insandı.

- Bu ne böyle? Bana da mı böyle olacak?

- Evet sana da bu lanet bulaştı artık. Senin de kaderin benimki gibi olacak.

- Kimin laneti bu?

- Uzun zaman önce yaşamış bir çiftçinin laneti. Sınır komşusu olan çiftçi mahsullerine gölge yaptığını düşündüğü için sınırda duran armudu kesmiş. Bizim çiftçi de onu öldürmek için bir gece bu tarlaya gelip buğdayların arasına jilet tohumları ekmeye başlamış. Ama en sonunda yanlış yerden başladığı için her tarafa jilet tohumu ekince ortada kalmış. Ve orda tek başına çıldırmış.

- O da korkuluk mu olmuş?

- Hayır. O, işte şu ortadaki armut ağacına dönüşmüş.

            Süvari armut ağacına dönüp uzunca bir süre izledi. Güneş ovanın ucundaki sıra dağlara yaklaşmaya başlamıştı. Oldukça dar bir açıyla yeryüzüne vuran güneş ışınları başaklardan sekip gözlerinde patlıyordu. Armut ağacının çiftçi olabileceği ona mantıklı geldi ve lanetin varlığını kabul etti. Artık ilk heyecanı üzerinden atmış, sesi normale dönmüştü. 

- Ben ne zaman korkuluk olurum?

- Bu oldukça hızlı oluyor, bak benim belimden aşağısı dönüştü bile. Ben geldiğimde şu sağda gördüğün korkuluk insandı. Güneş batmadan sen de korkuluk olmuş olursun.

- Ben bu ülke için günlerce, aylarca, hatta yıllarca savaştım. Sonumun böyle olacağını hiç tahmin etmemiştim. Bir savaş meydanında mertçe ölmek istiyordum ben.

- Ben de şaman olmak istiyordum ama hırsız oldum. Ellerim küçük olduğu için bunu, şamanlıktan daha kolay yapabileceğimi fark ettim. Yıllardır bir şeyler çalarak yaşıyorum. Hatta az önce de el alışkanlığıyla senin madalyanı çaldım. Al bunu özür dilerim.

Süvari herhangi bir şey söyleme gereği hissetmedi. Cevabı saçma bulduğu yüzünden okunuyordu. Ama arkasını dönmeye çalıştığında Süvari hareket edemediğini fark etti. Ayaklarına baktığında ayaklarının yerinde kuru toprağa saplanmış iki çubuk gördü. Kılıcını ve madalyasını çıkartıp fırlattı. Çinli de koni şapkasını frizbi şeklinde başakların üzerinden uzaklara uçurdu. Süvari kaderini kabullenmenin verdiği huzurla  saçlarını taramaya başladı. Çinli’nin gövdesi de artılık korkuluğa dönüşmüş, sadece kafası insan olarak kalmıştı. Süvari, Çinli’nin çekik gözlerine bakıp sordu:

- Peki, o çiftçi neden armut ağacı olmuş?

- Yani ne bileyim? Cezalandırılmış işte? Ya nefret ettiğin şeye dönüşürsün zamanla ya da acılarına. Haksız mıyım?

- Bir Çin atasözü böyle der ha?

- Siktiret atasözlerini. Bir sigara yakıp ağzıma versene korkuluk olana kadar içerim ben onu.

Süvari iki sigara yakıp birini Çinli’nin ağzına tutuşturdu. Çinli keyifle sigarasını tüttürmeye başladı ama sigarasını bitiremeden tamamen korkuluk oldu. Kısa bir süre içerisinde ise yüzü iki kat çirkinleşti, tabi dudağında sigaravari bir buğday sapıyla.

Güneş batmadan hemen önce ise süvari sarı buğday saplarından saçları olan, genç bir kıza dönüştü. Çirkin Çinli korkuluk ile güzel genç kız korkuluk, buğday tarlasını bir çekirge sürüsü talan edene kadar, ovanın ortasında karşılıklı durdular.  

                                                                                   Onur Tuncay

                                                                                     Yenice



18 Ocak 2014 Cumartesi

Çevir Sesi

  “Başınıza gelene dek anlamıyor olabilirsiniz, fakat ağzınıza yediğiniz bir yumruk
hayatta başınıza gelen en güzel şey olabilir.”

Walt Disney


Geçen cuma Ayhan beni aradığında hayatımın en uzun telefon görüşmesini yaptım. Baktığımda çok uzun bir konuşma değildi ama ben zaten hiç sohbet insanı olmadım. Annem babamdan ayrıldığından beri bayram tatillerini yanımda geçirmek için geldiğinde bile iki günden fazla duramaz. Bahanesi yatağını özlemektir ama benden sıkıldığını hissederim. Üniversitede tanışıp ayrıldığım son kız arkadaşım benim için; gözleri ve jestleri olan kısık sesli bir telesekreter mesajı, demişti. Telesekreter mesajı. Kız Slav Dilleri okuyordu. Benzetmeden anlaşılacağı gibi yazı çiziden anlardı, ben pek anlamam. O yüzden şu uzun süredir beni aramayan Ayhan ile aramızda geçen telefon konuşmasını aynen aktarmaya çalışacağım. O akşam eve kapanmış mali danışmanlığını yaptığım bir ağız bakım ürünleri firmasının vergi konusundaki hırsızlığına yasal bir kulp aramakla meşguldüm. Migren ağrısı mideme vurunca biraz regü içip, serin ekim akşamı içeri dolsun diye camı aralamıştım ki telefonum çaldı.
           
            “Efendim?”
            “Sarımsak yemekten korkan dostumla mı görüşüyorum?”  
“Efendim?” dedim. Cümleyi kuran adam ne kadar tanıdıksa, ses o kadar uzaktı.
“Dostum nasılsın?”
“İyi… Sen, siz nasılsınız?”
“Hadi canım, beni tanımadın değil mi?”
“Yok, tam çıkaramadım.”
“Nisan’da İzmir’deki motivasyon gecesinde kimi sırtında taşıdın?”
“Seni mi?”
“Ben…”
“Ayhan.”
“Sapına kadar.”
“Ha evet, kusura bakma çalışıyordum, dalgınım biraz. Hayrola İstanbul’a mı geldin?”
“Hayır gelmedim. Sen iş yerinde misin?”
“Hayır, evdeyim.”
“İyi tutturmuşum.”  
“Eee nasılsın?”
            “İyiyim. Yatağa serilip dışarıyı izliyordum. Sonra seni aradım. Burada şu an yağmur yağıyor.”
            “Hmm, güzelmiş harbiden.”
            “Hasiktir. Neresi güzel? Bizim yaşlarda millet böyle yapmaz.”
            “Yani?”
          “Camda korkuluk gibi dikilmememiz yani. Tam karşımda televizyon izlerken kavanozdan Çukella yiyen bir teyze var. Arada bir camın aralığından beni kesiyor. Sen ne işiyle uğraşıyorsun?”
            “Vergi tasnifi. Şubelerden birine performans testi yaptık, onun sonuçlarına bakıyordum.”
            “Şimdilerde yeni yalan bu mu?”
            “Ne yalanı?”
            “Porno izliyorum dememek için uydurduğun yalan.”
            “Hayır, porno izlesem bu konuşmayı yapmazdık.”
            “Bak bu bayadır kafamı kurcalıyor. Sen harbi herifsin, sana sorabilirim. Sorabilir miyim?”
            “Sor bakalım.”
            “Porno izliyorsun.”
            “Hmm.”
            “Misal diyoruz… Aynı deminki gibi porno izliyorsun ve telefon çalıyor.”
            “Porno izlemiyordum Ayhan.”
            “Tabii ki izlemiyordun, o yüzden misal dedim. Misal, maval, farazi, örnek… anladığını biliyorum. Açmışsın filmi, şöyle kallavi bir şey, ne biliyim: Konulu, teslimatçılı, erotik soslu bir şey. İskandinav hatunlar, kaslı herifler, cüceler gırla…”
            “Vay canına.”
            “Tabii… Bir yandan da iş üstündesin. Volkanın patlamasına daha var ama ısınmışsın, duman püskürtüyorsun. Bütün o artçı depremler filan yerinde… İşte tam o sırada, tam o nazik an telefonun çalıyor. Zırrr Zırrr… Büyük patlamaya daha vakit olduğundan, bakayım şu telefona diyorsun ve bir bakıyorsun…”
            “Evet bakıyorum.”
            “Onu soruyorum işte. Kimin araması lazım ki işi yarıda bırakıp o telefona bakarsın?”
            “Bu biraz, bilmiyorum… Arkadaşlarıma açmam sanırım, sonra geri dönebilirim. Kart ödemesi, şu bu için de açmasam olur. Hmm, belki annem…”
            “Annen mi?”
            “Arayan annem ise…”
            “Annene de açmazsın.”
            “Neden, yalnız yaşıyor, uzakta hem. Ben açabilirim.”
            “Tam o olayın üstüne annenle, hiçbir şey yokmuş gibi muhabbet mi edeceksin? Şeyin epilepsi krizi geçirmiş hesabı sağa sola kendini atarken…”
            “Yok… Hayır. Haklısın, şimdi düşününce… Olmaz. Ha bak, şube müdürüme açabilirim. Açmak zorundayım.”
            “Anladım. Ne dersen de çok üzücü lan aslında. Durum nazik olsa da seni doğuran kadın yerine seni kadın gibi kullanan adamın telefonunu açmak zorunda hissetmen.”
            “Cevaba sen kaşındın. Başka kanıtlamak istediğin teori var mı?”
            “Aradığımda çavuşu tokatlamıyordun değil mi?”
            “Hayır, Ayhan.”
            “Kusura bakma. Son kez sesimi duyan insanı öyle yarıda kesmek istemem.”
            “Son kez derken?”
            “Bundan sonra bir daha telefonla konuşabileceğimi sanmıyorum kardeşim. Onu kastettim.”
            “Neden?”
            “Çok soru soruyorsun diyeceğim ama telefonun sıkıntısı bu. Diyalog iletişimi yöntemler içinde en ilkel olanı. Reçeteli ilaçlarımdan dört günlük istihkakı yuttum. Bir daha konuşacak durumda olacağımı sanmıyorum... Ya öyle işte… Tanıyabileceğin en ölü adamla konuşuyorsun.”
            “Ayhan.”
            “Senin bu faslı geçelim moruk, valla. Yapacağın hiçbir şey yok yani. Kıçını yırtsan en fazla ambulans aramayı denersin. Sen boş ver takılalım böyle; muhabbet ediyoruz.”
            “Ayhan.”
            “Efendim dostum.”
            “Ben böyle konuşamam… Seninle.”
            “Neden?”
            “Ambulansı ar…”
            “Hayır aramıyorsun. Bana iyilik etme mecburiyetinde bıraktım seni, özür dilemeyeceğim çünkü ölüyorum. O kadar giderimiz olsun değil mi? Kimseyi aramıyorsun. Beni dinliyorsun, bütün mevzu başlamadan kapatacağım zaten.”
            “Ayhan…”
            “Hiç nefes aldırmayacaksın değil mi? Belki sana ölmeden önce kıt kanaat geçinen bir ruhun son nefesini anlatacağım. Belki bol kara komedili, acılı askerlik anım var. Ben Kırkağaç ve Bosna’da askerlik yaptım. Hiç duymadığın şeyler anlatabilirim. Ama sen bir de hakiki yaşamda olmayan nadir şanslardan olan monologumu kesiyorsun… Belki denizciyken eşcinsel olmaya karar veren-zorlanan dayımı anlatacaktım. Böyle heyecanlı öyküler dinlememiş olabilirsin…”
            “AYHAN!”
            “Dinliyorum.”
            “Biraz sakin ol.”
            Ayhan plasenta içindeki sıvıyı kustuğundan beri ilk kez bu kadar derin bir nefes almıştır herhalde. Sonra bir tane daha. Kafatasından mağaranın cereyanı gibi inildedi.
            “Ayhan biraz sakin ol,” diye tekrarlayıp telefonu kapattım.
     Otuz saniye boyunca tekrar çalacağından emin, işime odaklanmadım. İki dakikayı geçince aramayacağından emin oldum. İradesini takdir etmek içimden gelmese de, dirençli gururuna sevinmedim desem yalan olur. Ertesi sabah, beyaz gömleğimden pastırma lekesini çıkarmak için uğraşarak başladığım cumartesi, raporların sunumuyla akşama alıp yürüdü. Eve dönüp elektronik postalarımı okurken aklıma Ayhan geldi. Haberlere bakınınca dikkat çekici bir şey göremedim. Sonra hassas bir tüy dökücü ararken ölüm ilanları dikkatimi çekti. Ayhan S….. – Bornova/İZMİR, yazı kızıl ve italikti. Altta ilanla ilişik bir link vardı, tıkladım. Ayhan’ın gece yarısına yakın bir vakit, kortizon inhibitörünün metal kapsülünü yutma sonucu nefessiz kalınca solunum yolunu dışarıdan açmak için tırnaklarıyla boğazını yırtarken öldüğü yazıyordu. Haberin devamında astım hastalarına kapsüllerle dikkatli olmaları konusunda bir de uyarı eklenmişti.
         Haberin beni etkileyip etkilemediğini düşündüm. Etkilememişti. Ayhan’ın başına gelen aklımdan geçince, o konu haberden biraz daha koyuydu ancak bulandırmanın gereğini bile görmedim. İntiharında bir zeka parıltısı bırakmak istemiş onu da nefsiyle bok etmişti.
Akşam serinliği için penceremi açtım.
İşleri 22.00’dan önce toparlayabilirsem annemi aramaya karar verip bilgisayarın başına döndüm.



                                                                                                               2014


Tolga Aydın

TUZLA

14 Ocak 2014 Salı

Seans

Unutulmuşluğun kitabeleri gibi durursun şehrin en işlek meydanlarında. Her an sol gözünden girip, ensenden kafatasını terk edecek bir mermi beklersin gözü pek bir keskin nişancıdan. Vurmazlar seni. Seni kimse vurmaya dahi tenezzül etmeyecek denli unutulmuşsundur belli ki. O kadar unutulmuşsundur ki, büyük zamana düşer gövden. Zaman uzar, esner, bükülür ve büküldükçe sancımaya başlarsın. Zaman sana göre ne kadar göreceli olabilir ki? Manastıra kilitlenmiş zoraki bir rahibe nasıl geçirir bakire gecelerini?

Herkes için akışkan olan zaman senin için durağan katı bir cisim, bazen kendini astığın bir sicim veya baya baya işkence çektiğin bireysel kırbacın senin. Basbayağı igloda yaşayan bir deve kadar herkese iğretisin.  Ritmini kaybetmişsin. İnceden topallıyorsun. Paris’te, leş bir barda, kendini bedavaya bile satamayan tek bacaklı fahişesin. Evet, sensin asıl fahişe bebeğim! Yuttuğun kimsesizlik, patlarken midende serseri deniz mayınları gibi, elbet sen de sağa sola ruhunu pazarlayan tatlı bir fahişesin! Yalnızlığının doğurduğu, kimsesizliğinin şahlandırdığı, birilerine kendini adama isteğini ne zannediyorsun sen? Bu düpedüz ruh orgazmı işte. Başka birinde kendini tamamlayabilmek, onunla artıp, onunla yükselip, sonra en yüce anlarda sadeleşebilme arzusu bu. Senin yalnızlığının sebebi ve sonucu aynı. Salt tene değil, onun ötesine de dokunmak isteği.

Sence hangisi daha gerçekçi? Kedilerin ciğerlerini yiyen fakir dilenci, evinde kedi besleyenlerden elbette daha çekici. Çünkü onlar, doyurdukları her kedide aynı huzuru tadacak ama dilenci nasıl unutabilir ki, karnını doyurduğu kanlı, minik ciğeri? Zamana çivi çakarak adını yazan herkes zamanı biraz incitir. Açılan her yarada ise sineklerin bıraktığı intikam tohumları yeşerir. Geride bıraktığın anlar hep aynı mı duruyor? Hayır, bebeğim hayır! Geçmişin bile başka bir evrende kendince yoğurulup senin olmaktan çıkıyor. İşte, işte gördün mü! Geçmişinde sırtında taşıdığın tüm kamburlar tek celsede seni boşuyor.

İnan bana bebeğim, kime dua edeceksen acilen etmelisin. Çünkü şu anda durduğun meydan birazdan biçecek, boş bir başak gibi duran gövdeni. Peki, su seni kabul eder mi? Toprak ne kadar kendine karıştırmak ister? Ateş seni kül etmek isteyebilir belki ama rüzgar uçurur mu küllerini? Kime ettiğin çok önemli değil ama acilen dua etmelisin. Ya da şöyle okkalı bir küfür savur. Çünkü aynı kişiye küfür de edilebilir dua da. Arada bir herkes hatırlamalı babası tarafından öldürülen şehzadeleri.

Hala keskin nişancıdan tık yok fark ettin mi? Muhtemelen bugün de ölemeyeceksin. Hatta yarın da veya haftaya. Zaman yok olmuyorsa, geçen zaman bile hala başka evrenlerde yaşıyorsa kime ölü kime diri denebilir ki? Unutulmuşluğun ölü olduğunun kanıtı olabilir, eğer sen de, başka birileri senin hakkında bahsederken, geçmiş zaman kipleriyle kullanılan biriysen tabi.

Şimdi git bebeğim, usul usul yürü ve esmer bir kadını seninle evine gelmeye ikna edene kadar durma. Fazla zamanın yok kazanmak veya kaybetmek için. Hatta ne yaptığının önemi bile yok, dua ettiğin kişi seni geceleri alnından öpmüyorsa. Senden öncekilerin günahlarını üstlenmişsen – ki her insan taşır başkalarının günahlarını – senin de ciğerinde kara bir leke var. Lekenden rahatsız olma sakın, iyi huylu tümörün o senin. Keskin nişancı elbet bir gün seni de hatırlayacak, sen de bir anlamın anlamı olacaksın mekânsızlık âleminde. İşte o zaman tümörünü devredeceksin, henüz doğmamış bir cenine. Yeni günahlar işlenmiyor demeye çalışıyorum anlasana. Var olanlar devrediyor sadece nesilden nesile. Bunu genetikle açıklayanlar da var, kader diyenler de. Ama sen aldırma onlara. Bu daha çok içgüdü sanki.

Üzülme bebeğim, vahaya giden bir deve suçlanamaz. Çünkü çölde yaşamak, onun suçu değildi. Sadece sen örülmedin günahlarla ama insanlar unutkandır bebeğim, aynı günahları taşıdıklarını hatırlatman gerekir. Herkesle eşit olursan, zaman senin içinde sıvılaşacak. Cidden vazgeçmelisin artık varoluş serüveninden. Çünkü birileriyle beraberken oturur zamanın ritmi. Aksayan nota dizeleri. Bazen çok fazla klasik olacaksınız, bazen blues, bazen aşırı dozda sanat müziği. Klimanjaro Dağları’nda tanıdığım ayyaş keşiş; Tanrı sevişen iki bedenin arasında uyur demişti!

Dinle bebeğim. Dinle unutulmuşluğun kitabesi, tatlı fahişe, tüm günahların mükellefi! Yatağında boylu boyunca üryan uzanan esmeri öpmeye başla. Gör! Gör ki; nasılda beyazlayacak dudaklarının her patladığı zerre. Sonsuz esmerliğinde sen öptükçe çiçekler açacak beyaz beyaz. Öpülmemiş son parçasını kaldığında dudaklarını ansızın çek geriye lav yalamış gibi. Siyahlık, o mermer kadar beyaz vücudunda bir karadelik gibi gözlerinde parlarken sakın korkma! Kulağına usulca dudaklarını yaklaştır ve ona de ki;

“Herkesin Afrika’sı olmalıdır biraz.”


                 Onur Tuncay
              Gültepe


8 Ocak 2014 Çarşamba

Emin Bahtiyar ile Adil'in Keyifli Sohbeti

Adil, ikinci el bir araba almak istiyordu. Kendi halinde bir ihtiyar olan Emin Bahtiyar ise yurt idarecisiydi ve talebelerinin ona ‘’hocaefendi’’ diye hitap etmeleri hoşuna giderdi. Aslında bütün mevzu bu.

Cuma namazından sonra cemaat, huşu içinde camiden ayrılırken Adil, karşı kaldırımdaki çay bahçesinin önünde skolyozunun da etkisiyle kamburunu neredeyse bir kanat gibi çıkarmış, sigara içiyordu. Talebe yurdunun idarecisi Emin Bahtiyar, bakır rengi takım elbisesinin içinde, güneşte parlayan açık alnıyla kalabalığın arasında gözüktüğünde, telaşlı tavırlarla sigarasını topuklarında söndürdü; elleriyle dumanı dağıttı ve kulaklarına kadar uzayan sahte bir tebessümle ayaklandı. Emin Bahtiyar’ın takım elbisesi, içine giydiği haki rengi gömlekle ne kadar uyumluysa Adil’in çarpık tebessümü de yüzüne o kadar yakışıyordu. Emin Bahtiyar, dostlarıyla ayaküstü, sabır sınırlarını zorlayan bir yavaşlıkta helalleştikten sonra Adil’e döndü ve babacan bir tavırla onu süzdü:

‘’Selamünaleyküm, Adil evladım.’’

‘’Aleykümselam, Hocam.’’

‘’Camiden gelirken az ilerde şahit oldum da… Sigaranı benden gizlemene gerek yok. Koskoca adamsın yahu! Babana söyleyecek değilim; lakin yurt talebelerimden biri olsaydın, durum farklı olurdu tabii.’’

Hemen ardından kesik kesik fakat nizami bir ritimle güldü: ‘’Heh… heh… heh…’’

Bununla birlikte Adil’in hiç bozmadığı tebessümünün yanında utançla kızaran iki kırmızı yanak belirmişti. Artık bir insandan çok mahcup olmuş bir şempanzeyi andırıyordu. Konuyu değiştirmek için hevesle sordu:

‘’Çay içer misiniz Hocam?’’

‘’Yok, çayı sonra içeriz Adil. Önce senin işini görelim.’’

Adil, babasının vesilesiyle muhatap olmuştu Emin Bahtiyar’la. ‘’Muhterem bir büyüğümüz.’’ demişti babası. Onun için bu kadarı yeterliydi. Emin Bahtiyar’ın yurtta ders veren bir meslektaşı 98 model Clio’sunu satmak istiyordu. Hem temiz kullanmıştı arabayı hem de LPG’liydi. Adil’in işini görürdü. Zaten elinde avucunda hepi topu on bin lira parası birikmişti.

Emin Bahtiyar, kendi çevresinde sözüne itibar edilen biriydi. Arkadaşıyla konuşmuş, arabasına değerli bir kardeşinin oğlunun talip olduğunu söylemişti. Yurda gidecekler, tanışacaklar, biraz sohbet edip karşılıklı birkaç bardak çay içtikten sonra da Adil hayırlısıyla arabasına kavuşacaktı. Adil’i her şeyden çok bir arabaya sahip olma fikri heyecanlandırıyordu.  Gel gelelim, babasının devamlı ‘’muhterem’’ diye nitelendirdiği büyükleriyle anlaşabilmeyi bir türlü becerememişti. Oldum olası yanlarında gerilir, nasıl davranacağını bilemez, sıkılırdı.

Emin Bahtiyar’ın arabasının yanına geldiklerinde seri bir hareketle adamın önüne geçti ve kapısını açtı.

’Buyrun, Hocam.’’

‘’Eh, madem kibarlık ettin. Hadi sen kullan bari yurda kadar.’’

Adil, kısa bir tereddüdün ardından direksiyona geçti. Yine o gergin anlardan birini yaşıyordu. Bu adamların kafalarının içinde çok başka bir hayat sürdüklerine inanıyordu kendince. Konuşurken sözcüklere yaptıkları gereksiz vurgulamaları ve mütemadiyen kattıkları imalı havayı çözebilmiş değildi. ‘’Sigara içmeme bozuldu.’’ herhalde diye geçirdi içinden. Üzerinde fazla durmamaya karar verdi ve yolda eli ayağı birbirine dolanmasın diye öncelikle sakin olması gerektiğini düşündü: ‘’Tamam… Nasıldı? Debriyaj, gaz, fren… Tamamdır.’’

‘’Hazır mısınız Hocam? Gidelim mi?’’

‘’E haydi, seni bekliyoruz.’’

Adil, motoru çalıştırdı ve engebeli yol boyunca aheste sürdü. Şehre inen toprak yol bir tepenin etrafından dolanıyordu ve çukurlarla doluydu. Bu Adil’i huzursuz ediyordu. Yol boyunca bu evhamlı ihtiyarı endişelendirmemek adına yavaş sürmek zorundaydı. Halbuki o, bir an önce yurda varmak istiyordu. Adil, bu düşünceler içerisinde pür dikkat direksiyonu kavramışken Emin Bahtiyar onu, bakışlarının ağırlığıyla baştan aşağı tarttıktan sonra sordu:

‘’Cumalara gitmez misin Adil?’’

‘’Elimden geldiğince gitmeye çalışırım, Hocam.’’

‘’Senin tevellüt kaç, evladım? Dikkat et bak, çukur var.’’

‘’Merak etmeyin hocam… Tevellüt?’’

‘’Kaçlısın yani?’’

‘’Şimdi anladım. Seksen beşliyim Hocam. Yaş oldu yirmi dokuz.’’

‘’Ne güzel… Ne güzel...’’

Adil, tam muhabbetin kısa kesilmiş olmasına şükrediyordu ki ihtiyar devam etti:

‘’Tahsilin ne üzerine?’’

 Tahsil derken okulu sorduğuna kanaat getirdi.

‘’Emlak yönetimi okudum Hocam. Dışardan bitirdim.’’

‘’Maşallah… Askerlik?’’

‘’Yaptım Hocam… Camı açayım mı sizin için biraz?’’

‘’Makbule geçer evladım.’’

Adil, dudaklarını kemirmeyi bırakıp camdan içeri dolan havayı ciğerlerine soludu. Biraz gevşemişti. Göz ucuyla ihtiyarı dikizledi. Emin Bahtiyar’ın, sorgusunu henüz bitirmemiş olsa da en azından bir süre susacağını anlamıştı. Belki de uzun bir süre. Buğulu bakışları arabanın camından dışarıya uzanmış, kızıl renkli cihanda kim bilir nereye kenetlenmişti. İzliyordu; gördüklerini değil de zihnindekileri izler gibiydi.

Ufukta uzanan metruk tepelere insanlar serpiştiriyordu önce; sonra onlarla konuşuyordu. Kendi hikayesini anlatıyordu ilk; sonra onları dinliyordu. Yaşamışlığıyla boyuyordu boşluğu. Bedeninin şahitlik ettiği yıllarla. Belki şimdi, eflatundu onun için yeryüzü. Kiremit çatılı, virane evler vardı çamların arasında. Orada bir kadın çamaşır topluyordu ağaçlardan. Belki de yağmur bırakıyordu bulutlar. Kimseler yoktu. Kimsesi olmamıştı. Bir başına bekliyordu.  Hiçliğin ortasında ıslanıyordu toprakla birlikte. Toprak buyur ediyordu onu kapıdan içeri. Kayboluyordu. Yağmurla birlikte yutuyordu onu toprak. Yalnızca kendisi kalıyordu geride. Salt toprak…

‘’Adil!’’

Adil, tahayyül ettiği evrenden gerçeğe döndüğünde, gökyüzünden arabanın camına doğru süratle yaklaşan bir şey fark etti. Ani bir refleksle frene köklese de ne olduğunu kavrayamadığı o ‘’şey’’in cama olmasa da arabanın ön tamponuna çarpmasına engel olamadı. Arabayı istop etti ve korkuyla Emin Bahtiyar’a döndü:

‘’Hocam! İyi misiniz?’’

‘’Vah, zavallı kuş!’’

‘’Kuş muydu?’’

‘’Herhalde. Bir inip bakalım.’’

Arabadan indiklerinde çarpmanın etkisiyle yolun kenarına savrulmuş iri bir karga gördüler. Hareketsiz bir şekilde sırt üstü yatıyordu. Sükut dolu bir an başında dikildiler. Emin Bahtiyar, sessizliği daha da derinleştiren bir iç geçirdi. Ardından düşünceli gözlerle yanaklarını kaşımaya başladı:

‘’Ölmüş.’’

‘’Hocam… Özür dilerim.’’

‘’Yahu evladım, az dikkatli olsana sen. Kafan neredeydi kim bilir?’’

‘’Sizi…’’

‘’Ne?’’

‘’Size bakıyordum, üşüdünüz mü diye. Cam açıktı ya… Gömsek mi hayvanı, Hocam?’’

‘’Gömelim hadi de... Geç kalıyoruz. Yapacak bir şey yok artık.’’

İkisi de tekrardan arabaya binip yollarına devam ettiler. Adil, artık daha dikkatliydi. Uzunca bir süre hayal kurmayı kendine yasaklamıştı. İhtiyarla ilgili düşüncelerinden dolayı duyduğu pişmanlık bir yana dursun utancından yerin dibine geçmişti. Yurda gidene kadar susmaya karar verdi. Kamburunu çıkartıp kendini affettirebilmek umuduyla masum bir ifade takınıp yalnızca yola odaklandı. Emin Bahtiyar ise sessizdi.  Bu, aklı bir karış havada genç adam için öfke duymuyor, onu suçlamıyordu. İnsanlara haddini bildirdiği fırtınalı zamanları geride bırakmıştı artık. Daha durgundu, daha müşfik.  Muhterem büyüklerinden edindiği terbiye de bunu gerektiriyordu. İnsanlarla ilgili mertebesi yüksek bir tecrübeye eriştiğini, ancak ahir ömründe anlıyordu insan.  Şimdiki yıllarını, büyüklerinin ahir ömürlerine benzetiyordu o da.

Elleri direksiyonda titreyen Adil’e döndü ve yumuşak bir perdeden konuştu:

‘’Adil, sen en iyisi geri dön de şu kuşu gömelim biz evladım.’’

Adil, başıyla onaylamakla yetindi. Direksiyonu usulca kırdı ve gerisin geri kargaya çarptıkları yere döndüler. Lastik izleri belirgin bir şekilde yola kazınmıştı. Arabayı park edip indiler. Ne var ki karga yerinde yoktu. Leşinin olduğu yerde yeller esiyordu. Adil, meraklı bakışlarını Emin Bahtiyar’a çevirmiş, bir açıklama bekler gibiydi. Emin Bahtiyar, farkında olmadan yanaklarını kaşımaya başladı yine. Sonra dudaklarını büküp Adil’e döndü. O da Adil’in bir şey demesini bekliyordu.

‘’Köpek yedi herhalde, Hocam.’’

‘’Belki de.’’

‘’Nereye gidecek yoksa?’’

''Haklısın.''

''Benim suçum hep. En başta gömecektim işte.''

''Canını sıkma evladım. Sen çarpmadın zaten. Kendisi atladı arabanın önüne.''

Adil, yüzüne vuran güneşle kısılmış gözlerini karganın az evvel yattığı yerden ayırmıyordu. Kafasının içinde kendince bir düşünceyi tartışır gibi yüzünü ekşitti:

''Nasıl yani?''

''Arabanın üzerine doğru uçtu. Gördüm.''

'' İntihar mı etti ?''

''Karga ne bilsin intihar etmeyi evladım.''

''O zaman ne diye...''

''Düşüyordu herhalde. Bilemiyorum.'' 

Emin Bahtiyar, alnında biriken terleri elinin tersiyle sildi ve arabaya binmek üzere arkasını döndü. Adil, elleri ceplerinde, yerinden kıpırdamıyordu. Kuru ve çatlak dudaklarını diliyle ıslattı. Göz küreleriyle toprağı eşeliyor, adeta altında saklanan dünyayı görmek istercesine bakışlarını inatla yerden kaldırmıyordu. İhtiyar, yorgun adımlarla arabanın yanına geldiğinde arkasından seslendi:

‘’Hocam?’’

‘’Efendim Adil?’’

‘’İnsan ölünce toprağın altına giriyor ya...’’

‘’Evet.’’

‘’Ne kadar sürüyordur?  Bedenin toprağa karışıp yok olması…’’

Emin Bahtiyar, kapıyı açarken Adil’i çay bahçesinin önünde ilk gördüğü andaki babacan tavrıyla 
cevapladı:

‘’Allah bilir, Adil evladım... Yine de bir kargadan uzun süreceği kesin.’’


Sıcak bir Cuma günüydü aslında. Güneş, bulutları kavuruyordu. Şehre doğru yola koyulduklarında Adil’in aklında satın alacağı araba yoktu. Emin Bahtiyar ise hülyalı bakışlarını tepelerden ziyade çukurlu yola çevirmişti. Ne düşünüyorlardı, Allah bilir.


                                                                                                                                                 ekin gökgöz  

5 Ocak 2014 Pazar

Neşter Bey Kendini Niçin Öldürdü?

Ameliyathaneye doğru ilerlerken aralarından geçtiğim insan koridorunda gözüme çarpan gülümseyen suratların ve birbirinin aynısı giyinmiş, ciddiyet abidesi erkeklerin yüzlerine bakamayacak kadar yorgundum. Sabahtan beri bu girdiğim üçüncü ameliyat olacaktı ve mesai saatimin bitmesine sadece dakikalar kalmıştı. Kış olduğu için havanın kararmış olması da sinirlerimi altüst ediyordu.  

Çocukları sünnet yapmaktan hoşlanmıyordum. Ama devlet memuru olduğum için bazı konularda seçim şansım olmuyordu. Aslında genel olarak hiçbir konuda seçim şansım olmuyordu ve bu bunlardan sadece biriydi. Ameliyathaneye girdiğimde yedi – sekiz yaşlarındaki kıvırcık saçlı oğlan bana öfkeyle baktı. Pek çok çocuğun aksine sedyenin üzerinde gururlu ve vakur bir şekilde yatıyordu. Sanki biraz, kaderine razı olmuşluk taşıyordu. Çocuğun bu davranışını çok olgun bulduğum için dışardaki berbat kalabalığı hiçe sayıp, kendimi ve çocuğu neşelendirmek istedim.

“Pipini ne yapacaklar biliyor musun?”

“Pilava katacaklarmış. Öyle söylüyorlar.”

“Hayır vampirlere verecekler.”

“Vampir diye bir şey yoktur!”

“Hayır kıvırcık saçlı çocuk, hayır. Vampirler var. Onlar aramızda yaşıyor.”

“Vampirler yoktur ve sen de onlara inanıyorsan bence tam bir salaksın!”
                
            Bunu söyledikten sonra çocuk bir kahkaha krizine girdi. Kahkahaları beynimi oyuyordu çünkü vampirler çocukluğumdan beri dünyada inandığım tek gerçekti. Onlarla ilgili onlarca kitap, çizgi roman ve öykü okumuş, bir sürü film izlemiştim. Onların bu dünyada yaşadığına tüm kalbimle inanıyor, hatta o kadar inanıyordum ki yanımda yıllardır bir diş sarımsak, küçük bir haç ve hali hazırda bir vampir görme olasılığına karşı, kalbine çakmak için küçük bir kazık taşıyordum.

Beynimin derinliklerinde hala tutunduğum çocukluğumu yıkan kahkahalara bir de dışarda bekleyen kalabalığın, ‘adettendir’ diyerek getirmeye başladığı uhrevi tondaki tekbir sesleri eklenince, bir an cinnetin sınırlarını geçip, elimde tuttuğum neşterle çocuğun pipisi yerine şah damarını kesiverdim. Bu, öyle ani oldu ki emrimde çalışan personel ne olduğunu bile anlayamadı. Üstlerine sıçrayan kırmızılığı anlamlandırmaya çalışırlarken, onların dehşetle bürünmüş gözlerine tahammül edemeyip bir film sahnesinin etkisiyle elimde tuttuğum, çocuk kanıyla tanışmış soğuk neşteri emrimde amade beş hastane personelinin boğazlarında gezindirmemle ortalığın kan gölüne bulanması bir oldu. Bir anda biri çocuk, biri kadın ve dördü erkek olmak üzere toplamda altı leşi olan bir katile dönüşmüştüm.

Ameliyathaneden yüzümde tek bir seğirme dahi olmadan, yalnızca başarılı insanların taşıdığı ince ama bir o kadar da belirgin bir gülümsemeyle çıktım. Çocuğun babası yanıma yaklaşıp

“Bizim oğlan ne zaman çıkar?” dedi.

“Birazdan sağ salim taburcu olur inşallah.” diye cevap verdim ve babasının cebime sokuşturduğu yüzlüğü usulüne uyarak kabul ettim.

Hastaneden koşar adım çıkıp arabama atladığım gibi gaza bastım. İlk gördüğüm tekelin önünde durup cebimdeki yüzlükle koca bir şişe votka alıp izimi kaybettirmek için ara sokaklardan yoluma devam ettim. Bir yandan votkadan sert yudumlar alıp, diğer yandan arabanın gaz pedalına daha çok yükleniyordum. Yüz yirmiyle girdiğim ara sokaklarda amacım birini öldürmek değil, bir eskici kamyonuna müthiş bir hızla çarpıp, akordeon haline gelen arabamın içinde bulunan cesedime saplanmış bir kamyon sileceği edinebilmekti.

Hava iyice kararmıştı. Şişeyi yarılamıştım. Girdiğim ara sokakta baş aşağı ilerlerken, artan hızımı kesebilecek tek bir çukur dahi hissetmezken, karşımda gözlerini bana dikmiş halde hareketsizce duran adamı gördüğümde artık frene basmak için çok geçti. Adama doğru son sürat yaklaştığımda, adam ani bir hamleyle sıçrayıp ön cama yapıştı. Adamın keskin dişlerinin ışıldadığını gördüm. Keskin bir refleksle sertçe frene bastım ve adam ivmenin etkisiyle arabadan yaklaşık on metre ileriye savruldu. Daha elimi direksiyondan bırakmadan adam gelip şoför kapısını tek eliyle söküp fırlattı ve beni arabadan dışarı çıkarıp havaya kaldırdığında gördüğüm manzara beni dehşet ve mutluluğun kesiştiği doruklara taşıdı: Bu adam bir vampirdi!

Çocukluğumun hayali gerçek oluyordu ama bunula beraber hayatımın son bulması bir an meselesiydi. Elimle cebimdeki sarımsağı çıkartıp vampirin yüzüne fırlattım ama o sadece gülümsedi. Ardından diğer cebimde taşıdığım minik haçı çıkartıp ona gösterdiğimde beni duvara doğru fırlattı. Ben daha gözlerimi açamadan eliyle kravatımı yakalayıp beni kendine doğru çekti. Beni ısırması artık bir an meselesiydi. Yüzünü iyice yüzüme doğru yaklaştırdığında nefesini teneffüs etmek zorunda kaldım. Gözlerini gözlerime dikip gülümsediğinde ölümün ne kadar yakın olduğunu hissedebiliyordum. Kravat yüzünden suratım domatese dönmüştü ve bu onu daha da mutlu etti. Dişlerinin arasından suratımı sıyıran nefesi hissettim ve kısılmış sesimle dedim ki: “ Ağzın çok kötü kokuyor.”

Bir anda kravatımı bıraktı. Yüzünde anlamsız bir ifade belirdi. Bana arkasını dönüp karşı kaldırıma geçti ve dizlerini kendine doğru çekip oturarak hıçkırıklara boğuldu. Bir süre onu izledim. Yanına gidip özür dilemeyi düşündüm ama kırılmıştı bana bir kere.

“Arada bir sakız çiğne lan. Zaten arabanın kaskosu da yoktu!” diye bağırdım. Gönlünü almaya uğraşmadan artık şoför kapısından yoksun arabama binip yavaşça yoluma devam ettim.

Sahile inip arabayı denize paralel çevirdim. Soluma dönüp koltuktan hiç kalkmadan ayaklarımı arabadan dışarı sarkıttım. Artık bir sigara içmenin zamanı gelmişte geçiyordu bile. Votka şişesi çoktan yarının altına inmişti ve muhtemelen polisler beni arıyordu. Umursamadım. Gece yarısı yaklaşıyordu. Dolunaya karşı durup derin nefeslerle sigaramı tüttürmeye başladım. Benim az ötemde kendi kendine saçma hareketler yapan çocuk gözüme ilişti. Önce ses etmesem de sonunda dayanamayıp çocuğa bulaşmaya karar verdim. Muhtemelen on beş yaşlarına yakın bir tinerciydi ve kafasının en az benimki kadar yüksekte olduğu anlaşılıyordu. Çocuk denizin kenarındaki kayalara çıkmış elindeki radyo anteniyle havaya yuvarlaklar çiziyordu. Çocuğun yanına gelmeme rağmen beni fark etmedi bile. Bağırdım:

“ Napıyosun lan böyle?”

“Denizi ikiye bölemeye çalışıyorum.”
                
              Kahkahalarıma engel olamadım. Çılgınlar gibi gülmeye başladım. Çocuk dikilip beni izlemeye koyuldu. Kasıklarım ağrıyana kadar güldüm. Kahkahalarım şehrin şatolarında yankılandı. Karın kaslarımı hissetmiyordum artık. Gülmeye devam ettim. Artık gülmeye yetecek nefesim kalmamışken çocuk hala beni izliyordu. Kayalıkların üzerinde bir süre süründükten sonra ayağa dikilip şişeyi kafama diktim ama tek bir damla dahi düşmedi dilime. Şişe çoktan bitmişti, bu yüzden denize doğru fırlattım. Çocuğun omzuna dostça elimi koyup içimi dökmek istedim:

“ Bak çocuk, denizi yarabilirsin ama arkanda koşturan bir firavun olması lazım. Senin var mı? Yok. Gerçi olsa da bu denizi sen yaramazsın ama boş ver. Sen beni dinle beni. Günahların kefareti bu dünyada da ödenir sen merak etme. Sen neden böylesin? Bilmiyorsun, muhtemelen hep böyleydin. Peki, ben neden böyleyim? Doktorum lan ben. Cerrahım amına koyiym ama bak senle beraber yuvarlanıyorum kayalıklarda. Ben çocukken senin gibiydim çünkü. Sokaklardan geldim. Hayaletlere ve vampirlere inanarak korktum geceleri bankta yatarken ama bu korku sayesinde hayatta kaldım. Vampirlerin varlığını kimseye kanıtlayamamıştım ama en azından kendime kanıtladım bu gece. Dinliyor musun beni? Dinle çünkü senin kaderin benim gözlerimde. Sen de benim gibi olacaksın. Ama her insan başladığı yere er geç döner. Bak bana, bak. Neredeyim ben? Anasını siktiğim profesörlerin sikik tafralarını çektim senelerce cerrah olmak için ama şimdi yine bir tinercinin önünde ağlıyorum. Herkes başladığı yerde ölmek zorundadır. Bedenen olmasa bile ruhen. Anlıyor musun beni?”

“ A.. Aaa… Anlıyorum abi.”

“Bok anlıyorsun.” dedim ve çocuğun omzuna bir şaplak attım. Çocuğa hafifçe dokunmuştum ya da ben öyle sanıyordum. Çünkü çocuk tiz bir çığlık atarak kayaların üzerinden denize düştü ve anladığım kadarıyla, gözlerim beni yanıltmıyorsa hayatında hiç yüzmemişti. Kısa süre sonra denizin yüzeyinde yakamozlardan başka hiçbir şey görünmeyişini buna bağlıyorum.
                
              Ardından kayalıkların üzerinde dikilip kafamı göğe doğru kaldırdım. İşte Küçük Ayı… İşte Kutup Yıldızı… Zaten diğerlerinin adlarını hatırlamıyorum. Çokta önemli değil. Çünkü yıldızlar her zaman için iyidir. Yalnız başına yıldızları seyreden herkes bilir ki yıldızlar halen daha yaşanılası başka yerlerin, başka hayatların olduğunun habercisidir. İnsanları hüsrandan kurtaracak tek şey bazen yıldızları layıkıyla izleyebilmektir. Şehirlerde değil ama. Mesela bir denizin en durgun yerinde, mesela bir ırmağın çağladığı yerde ya da bir dağın kalbinde uyurken izlemek gerekir yıldızları.


Umudumu hiç yitirmeden elimi cebime atıp üzerinde kurumuş çocuk kanı olan neşterimi çıkarttım. Dünyada hiç ağlamamış insanların olabileceğini düşündüm bir an, midem bulandı. “İnsanlara bezen de hüzün gerek” dedim kendi kendime. Ben hayaletlere ve vampirlere inanarak yaşadım yıllar boyu. Bu gece vampirlerin var olduğunu kendime kanıtladım. Kalbini kırmış olsam da. Şimdi sıra hayaletlerin var olduğunu kanıtlamaya gelmişti. Hayaletler yeryüzünün asıl sahibidir çünkü insanlar yokken bile hayaletler gezinirdi ormanlarda. Şimdi bir hayalet olabilmenin azmi ve endişesini taşırken, yüzüme mavi – kırmızı polis lambaları vuruyor. Denizde, denizin deniz olduğunu kanıtlayacak tek bir dalga yok. Hala uyumamış aptal bir martı çığlık çığlığa beni selamlarken; kapıdan süzülen kanı, sünnet çocuğunun ailesi gördüğünde ne düşündü acaba? Eminim ki, vampirler var ve şu anda ara sokaklarda dişlerini fırçalarken; ben, boğazımda pürüzsüzce kayan neşterin yakıcı keskinliğini tecrübe ediyorum. 


                        Onur Tuncay
                       Gültepe