Dedemin
kerpiç evinin kapısını çalmadan açtı babam. Ben, annem, iki abim, yengem ve
yeğenim ayakkabılarımızı çıkartarak babamın portakal kabuğunu andıran sinirli
suratını takip ettik. Eve adımımı attığım anda yüzüme çarpan inek, süt ve hacı
misi kokusu midemi bulandırmaya yetti. Koridoru bayramlıklarımız buruşturmamak
için ağır adımlarla geçtik. Babam salonun kapısına geldiğinde durdu. Anneme
doğru bakıp yüzüne eğreti bir gülümseme taktı. Portakal kabuğunu andıran
suratındaki krater benzeri lekeler gerildi. “ Bu adam gülünce daha çirkin
oluyor” diye geçirdim içimden. Bunu duysa ağzımı burnumu kırardı ama içimden
söylediğim için duymadı. Portakal suratlı babam eskimiş takım elbisesini sürükleyerek
kapıdan içeri girdi. Sırayla annem, abim, yengem, yeğenim, küçük abim ve
ben babamı takip ettik. Olmak istediğim
son yerdeydim.
Salonda
bütün ebeveynlerim beni bekliyormuş gibi yüzüme baktılar. Gözlerin üzerimde
olması beni utandırıyordu. Bu iğrenç anı dağıtmak için aceleyle dedemin yanına
gidip bayramlaşmaya başladım. Hiyerarşiye uyarak el öpme merasimini tamamladım.
Koltuklar insanla doluydu. Ayrıca halıda ve şiltelerde bir sürü insan
oturuyordu. Bayramın ilk günü olduğu için bütün aile dedemin evine doluşmuştu. Yüzünü
ilk defa gördüğüm insanlara gülümsemek zorunda olmanın verdiği tiksinti,
yapılan iğrenç esprilere gülme zorunluluğuyla yarışıyordu. Kendime oturacak
doğru düzgün bir yer bulamadığım için dedemin yaz-kış yanan teneke sobasının
önüne oturdum. “ Dedem sanırım cehenneme rakip olmaya çalışıyor” diye düşündüm.
Sobanın sac gövdesinin rengi kırmızıya dönmüştü. Sürekli birileri gelip odun
atıyordu sobaya. Okulumun nasıl olduğunu soranlar cevap vermekten yorulmuştum.
Deli gibi yanan bir sobanın olduğu küçücük odaya bu kadar insanın tıkışmış
olmasıyla odadaki oksijen de her dakika azalıyordu. Kimse birbirini
duyamıyordu. Bu yüzden herkes bağırmak zorundaydı. Muhteşem bir gürültü, buğulu
camlar, tükenen oksijen, sıcak, inek ve süt kokusu, dedemin sürdüğü hacı misi
kokusu, tanımadığım kuzenlerimle diyalog kurma çabam ve yaklaşık kırk kişinin
elini öpmüş olmamın verdiği baş dönmesi yüzünden artık kusmanın eşiğine
gelmiştim. Yüzüm buruşuyordu. Kendimi tutamıyordum. Babamın suratındaki oyuklar
terle dolmuştu. Bize baklava yedirmeye çalışıyorlardı. Kuzenimin bayram için
aldığı kıyafetlerin çirkinliğine bakmadan duramıyordum. Baklavanın ağır tadı
gırtlağımda bir ateş topu gibi oturuyordu. Görüntüm gittikçe bulanıklaşıyordu.
Sesler kulağıma girmeye çalışan anaforlar gibiydi. Hepsinin anasına avradına
sövmek istiyordum. Sustum. Sustum. Sustum.
“ Hadi
gelin bakalım.” Gevrek gevrek güldü. Her bayram beş lira verirdi. Ve bu onun
hayatındaki en muhteşem andı şüphesiz. Aslında anlıyordum. Ben de her sabah
öleceğim korkusuyla uyansam, birkaç tane de olsa Fatiha garantilemek için beş
liraya acımazdım.
Kuzenlerim
ayaklandı. Leş kargaları gibi dedemin başına üşüştü götler. Hepsi dağıldıktan
sonra dedemin yanına gidip aldım beşliğimi. Teşekkür ettim. Geri dönüp magma
kadar sıcak olan sobanın önüne oturdum. Her şey yine eski saçmalığına dönmüş
gibiyken dedemin hırıltılı sesi odayı böldü. Dedem konuştuğunda herkes dinlemek
zorunda olduğu için hepimiz sustuk. Bana döndü. Sakalını sıvazlayarak ailemizin akıbetini etkileyen o muhteşem soru
dudaklarından tereddüt etmeden çıktı:
“ Ne
yapacaksın bakalım bayram harçlığınla?”
Bir an
duraksadım. Kusmak üzereydim. Şu an burada olmaktan tiksiniyordum. Düşündüm.
Söylememeliyim dedim. Portakal suratlı babamla göz göze geldik. Bana hiddetli
bir bakış attı. İyi bir şey söylememi istiyorlardı. Annem yorgun görünüyordu.
Bütün kuzenlerim bu soru kendilerine sorulmadığı için mutluydular. Benim vereceğim
cevabı keyifle bekliyorlardı. Hiç kimseyi yüzüstü bırakmak istemezdim. Ama
mutsuzdum ve cevabımı verdim.
“ Bana verdiğiniz bayram harçlığıyla gidip
kendime güzel bir porno kaseti alacağım dedeciğim.”
Bir
anda soba söndü. Portakal suratlı babamın yüzündeki kraterler kızarmaya
başladı. Kuzenlerim sırtlanlar gibi odanın tenhasına çekildiler. Teyzelerim yutkunamadı.
Küçük dayım tesbihinin ipini kopardı. Abim kravatını gevşetmek zorunda kaldı.
Yengem başını önüne eğdi. Annem cebinden bir jilet çıkardı. Sesler durdu.
Camlardaki buğu kayboldu. Sanki sihirli bir sözcük fısıldayıp zamanı olduğu
yere mıhlamıştım. Oysa sadece içimden geçen cevabı verdiğimi düşünüyordum.
Yaklaşık dört beş kere hacca gitmiş, yılın sekiz ayını oruçlu geçiren ve günde
on vakit namaz kıldığını bildiğim büyük dayımla göz göze geldik. Dayımın
gözleri Alamutlu Haşhaşilerin gözlerine benziyordu. Beni öldürmek istediğine emindim.
Porno kelimesini kullanmış olmamın ailemde yarattığı şaşkınlık, Amerika
kıtasının okyanusa batmasına, bazı ülkelerin topluca intihar girişiminde
bulunmasına ve hatta kavimler göçünün tekrarlanmasına sebep olacak kadar
derindi.
Dedem
geriye yaslandı. Boğazındaki balgamı temizleyip Nobel almış bir fizikçi
edasıyla konuşmaya başladı.
“ Gerçekten sana verdiğim bayram
harçlığını bu şekilde değerlendirmen beni hayli mutlu eder. Peki ne tür
pornolardan hoşlanıyorsun?“
Dedemle uzun uzun Latin
pornolarının kalitesiz çekimlerinden, Asya pornolarında kullanılan
gerçekçilikten, dedemin ayak fetişistliğinden, mature izlemekten tiksinmemden
konuştuk. Sonra dedem dedi ki:
“Daha önce sana porno arşivimi
göstermiş miydim sevgili torunum?”
“Hayır dedeciğim.”
“Peki o zaman gel benimle.”
Dedemle kapıdan çıkarken başımı
çevirip baktım. Dayım çırılçıplak soyunmuş bir halde odanın içinde koşarak
ateist olduğunu ilan ediyordu. Teyzemin ağzından çıkan köpükleri silen
kuzenimin saçı başı dağılmıştı. Annem elinde tuttuğu jiletle bileklerini dikine
kesmişti çoktan. Babam, annemin bileklerinden dökülen kanın ortasında kalp
krizi geçirirken, abim babamın göğsünü yumruklamakla meşguldü. Eniştem yeğenimi
sobanın içine atıyordu. Yengem tavanda sallanıyordu. Kuzenlerim topluca evdeki
fişekleri sayıyorlardı. Anneannem radyoyu açmış, klasik müzik eşliğinde
bardakaltı gözlüklerinin ardından Neil Gaiman okuyordu. Dışarı çıkıp kapıyı
kapattık.
Dedem kolunu omzuma attı. Beraber
koridorda yürüdük. Halen daha dedemle konuşuyorduk. Dedemin porno arşivinden
birkaç özel parça izlemeye gidiyorduk. İçgüdüsel olarak bir anlığına dedemin kasıklarına bakmaktan
alamadım kendimi.
Gece yarısı, cevizin altında
buluşuyoruz. Üzeyir, ağacın kalın gövdesinin ardından beliriyor karşımda. Yüzüme
sabitlediği pervasız bakışlarında bir an için hazin bir parıltı yakalıyorum.
Her ne kadar bana belli etmemeye çalışsa da tedirgin olduğunu anlıyorum. Kavruk
bedeni belli belirsiz titriyor, gözkapakları seğiriyor. Sigarasının izmaritini
topuklarında söndürüp soruyor:
‘’Gidiyor muyuz?’’
‘’Gidiyoruz.’’
Üzeyir’in baba yadigarı, 87 model
Renault’suna atlıyoruz ve yola koyuluyoruz. Arabanın farları, gecenin
karanlığını yararak bize rehberlik ediyor. Çolak Asım’ın evine gidiyoruz. Asım,
tıknaz, kırçıl saçları, kösele gibi suratında pancar rengi burnuyla, aksi
ihtiyarın teki. Sol kolu diğerinin
yarısı kadar uzunlukta. Üzeyir’in İrlanda seterinin tavuklarını yediğinden
yakınır sürekli. Birkaç kez kapısına gelip köpeğini başıboş bırakmaması için
onu uyarmıştı. Üzeyir umursamadı. İki gece önce de köpek yine Asım’ın bahçesine
dalmış tavuk kümeslerini tavaf ederken Kırıkkale modeli silahını çekip vurmuştu
onu. Boz renkli, hareketli bir köpekti. ‘’
Ne yapsaydım adaş? Av köpeği bu, kanında var hayvanın avlanmak.’’ diye
sitem etmişti Üzeyir. Planı şuydu: Geçen
gün, bostandan karpuz toplarken beyaz bir gelincik yakalamış, çuvala atmıştı.
Şimdi onu, ihtiyarın tavuk kümesine salacaktı. Ben gözcülük yapacaktım.
Gelincik dişlerini, tavukların aciz bedenlerine geçirip kanlarını emecek,
Üzeyir de öcünü almış olacaktı. Kısasa kısas.
Mehtaplı gecede bir yılan gibi
süzülüyoruz köyün içinden. Sokaklara mutlak bir sessizlik hakim. Meydanda
gezinen bir-iki sokak köpeği dışında kimseler yok. Kerpiç evlerin camlarından
cılız ışıklar kaldırıma vuruyor. Kahvenin önü süpürülmüş, iskemleler içeri
alınmış. Kahveci Cafer, bilmem kaçıncı uykusunda. Her şey olağan.
Asım’ın evi, köyün biraz dışında,
caminin arka tarafında kalıyor. Camiyi geçip engebeli, toprak yola saptığımızda
arabanın bagajından gelen tiz bir çığlık duyuyorum. Aklıma gelincik geliyor.
‘’ Nasıl yakaladın sen bu
hayvanı?’’
Üzeyir, elleri direksiyonda,
gözlerinde kurnaz bir ifadeyle kıkırdıyor; ama cevap vermiyor. Daha sonra,
yalnızca kendi bildiği bir sırrı açıklar gibi fısıltıyla konuşmaya başlıyor:
‘’ Bu gelincikler çok kindar
hayvanlar adaş. Diyelim ki, sen bunun yavrusunu öldürdün. Ne yapar eder, kokunu
alır, izini sürer, bulur seni. Yatağın altında ya da dolabın içinde pusuya
yatar. Sen gece uykuya daldığında da fırlar yerinden, daha ne olduğunu
anlamadan parçalar boğazını.’’
Alaycı bir sırıtışla karşılık
veriyorum.
‘’ Yeminle bak!’’ diye ısrar
ediyor, heyecanla.
İhtiyarın evine yaklaşırken
Üzeyir arabanın farlarını söndürüyor, hızını düşürüyor. Karanlığın içinde,
tümseklerden geçerken araba sarsılıyor.
‘’Ölmesin bu hayvan bagajda?’’
Tırnaklarını kemiriyor. Artık
iyiden iyiye tedirgin. ‘’Yok be, bir şey
olmaz.’’ diye geçiştiriyor.
Evi paralel geçip bir müddet
yokuş aşağı uzaklaştıktan sonra ayçiçek tarlasının karşısında, yıkık dökük bir
duvarın dibine park ediyoruz. Bir süre sessizliği dinliyoruz. ‘’ Hadi inelim.’’ diyor. Kapıları usulca
açıp dışarı çıkıyoruz. Arabanın arkasına ilerleyip bagajı açıyor. İçinden ağzı
düğümlenmiş hasır bir çuval çıkarıyor. Hayvan, çuvalın içinde tiz çığlıklar
atarak debeleniyor. Üzeyir, gelinciği zapt etmeye çalışırken bir yandan, ‘’ Dur be amsalak, sakin ol! ‘’ diye
söyleniyor. Parmaklarımızın uçlarında bahçe duvarına doğru ilerliyoruz. Duvarın
ardındaki kiremit çatılı evinmetruk
bir havası var. Elma ve erik ağaçlarının arasında sessizlik içinde duruyor.
Evde tek ışık yanmıyor. İhtiyar uyuyor olmalı. Ağaç yaprakları ılık bir
meltemle hışırdıyor. Ilık meltem, bahçenin içinde bir yerlerden, tavuk
gıdaklamalarını kulaklarıma getiriyor. Üzeyir, duvarın üstünden, bahçeyi şöyle
bir dikizledikten sonra bana dönüyor ve başını eğerek fısıltıyla:
‘’ Sen en iyisi arabaya dön adaş.
Bakarsın, sarhoşun biri geçer, görür seni. ‘’
Omuz silkiyorum. ‘’ Ne zaman
dönersin?’’
‘’ On dakikayı bulmaz.’’
‘’ On dakikayı geçerse geri
gelirim.’’
‘’Tamam adaş.’’
Arkamı dönüp arabaya gidiyorum.
Çalıların arasına işedikten sonra kapıyı açıp içeri giriyorum. Kolumu çevirip saatime bakıyorum. Üç dakika
olmuş. Sigara paketimden bir dal çıkarıp yakıyorum. Radyoyu kısık seste
açıyorum. İmran Salkan. Entarisi Ala
Benziyor.
‘’ Entarisi ala benziyor… Şeftalisi bala benziyor…’’
Mehtap arabanın ön camında
hareleniyor. Uzaklardan bir köpek uluması duyuluyor. Ardından, cırcır
böceklerinin biteviye ötüşleri… İçime bir huzursuzluk çöküyor, yüreğim
kabarıyor.
’’Entarisi biçim biçim… Ölüyorum senin için…’’
Teybi kapatıyorum. Tekrar saatime
bakıyorum. Sekiz dakika. Derin bir nefes
alıyorum. Sigaramı camdan fırlatıp dışarı çıkıyorum. Ağır adımlarla yokuş
yukarı eve doğru yollanıyorum. Ayçiçeklerinin üzerinden bir karga sürüsü
havalanıyor. Yaklaştığımda, birinin bahçe duvarı boyunca yürüdüğünü görüyorum.
Beni fark etmiyor. Yüzükoyun çimenlere uzanıp izliyorum. Gürbüz bedeni, savruk
adımlarla az ötedeki su kuyusuna doğru ilerliyor. Biraz sonra tanıyorum. İshak… Ablak suratı, biçimsiz kesilmiş kısa
saçları ayın altında parlıyor. Üzerinde her daim giydiği, iri yarı bedenine
kısa gelen oduncu gömleği. Köyün safçana
delikanlısı İshak. Çoğu zaman güçlükle iki kelimeyi bir araya getirerek bir
şeyler anlatmaya çabalar. Kahvenin önünde dikilir, tanıdık tanımadık, yoldan
geçen herkese yayvan bir sırıtışıyla selam verir durur bütün gün. Ne işin var senin bu saatte, burada? İpinden
çekerek kuyudan su dolu bir kova çıkarıyor. Yere çömeliyor, avuçlarına aldığı
suyla birkaç kere ağzını çalkalıyor, yere tükürüyor. Sonra kovanın içindeki
suyu elleriyle tokatlamaya başlıyor. Bu hoşuna gitmiş olacak ki histerik bir kahkaha
atıyor. Birden kahkahayı kesip kovaya bir tekme sallıyor. Su yere dökülüyor.
Anlamsız ve boğuk nidalarla ellerini hiddetle boşluğa savuruyor. Sessizleşiyor
sonra. Yerdeki kovayı fark ediyor. Eğilip alıyor, kuyunun yanına bırakıyor.
İhtiyarın evine doğru dönüyor. Put gibi kıpırtısız, bir süre dikiliyor öylece.
Bana arkası dönük, yüzünü göremiyorum.
Nereye bakıyor bu? Ne yapmaya çalıştığına bir anlam veremiyorum. Üzeyir’i mi fark etti acaba? Öylece
duruyor. Put gibi… Kıpırtısız… Havada
kesif bir angus kokusu… Aniden, keskin bir hareketle dönüp yine savruk
adımlarla köye doğru uzaklaşıyor. Ayaklarımın üzerinde doğruluyorum. İshak’ın
gidişini izlerken duvardan bir karaltı atlıyor ve bana doğru koşuyor. Üzeyir.
‘’ Gidelim adaş.’’
‘’İshak buradaydı .’’
‘’Biliyorum. Gitmesi için
bekledim.’’
‘’Ne işi var ki bu saatte?’’
‘’Ne bileyim... Akılsız işte.’’
Boğuk bir ciyaklama duyuyorum
uzaktan. Gelincik. Koşar adımlarla
arabaya atlıyoruz. Gerisin geri köye doğru uzaklaşıyoruz. Üzeyir’in yüzü kireç
gibi. Direksiyona sımsıkı sarılmış pür dikkat yolu izliyor. ‘’Ne oldu, bir sıkıntı mı var?’’ diye
soruyorum. Öfkesini kontrol edemeyip bağırıyor:
‘’Bu orospu çocuğu var ya adaş!
Bu orospu çocuğu…‘’
Lafını yarıda kesiyor. Sebepsiz
yere neden böyle ateşli bir öfkeye kapıldığını anlamıyorum. Heyecanına verip üstüne
gitmiyorum. Tırnaklarını kemiriyor, parmaklarını kıvırcık saçlarında gezdiriyor,
boğazını temizliyor. Sesini kontrol etmeye çalışır gibi tane tane ama titrek
bir sesle devam ediyor:
‘’ Bir sıkıntı yok adaş. Saldım
hayvanı kümesten içeri. Hak etti ama değil mi?’’
Sakin olmasını, temiz bir uyku çekmesini
tembihleyip evin önünde arabadan iniyorum. Arkamdan sesleniyor:
‘’ Adaş! ‘’
‘’Efendim?’’
‘’ Başını ağrıttım senin de gece
gece. Geldiğin için sağ ol. ’’
Yürekten söylediği bu son
sözlerden sonra gaza basıp gözden kayboluyor.
Bir hafta sonra, Çolak Asım’ın
ölüm haberini alıyoruz. Tarladan dönen ırgatlar evin önünden geçerken iç bayıltıcı bir koku duyuyorlar önce. Merak edip bahçeye girdiklerinde, kümeste, kafaları koparılmış tavuk leşlerini sarmalayan
kurtçukları görüyorlar. Asıl koku buradan gelmiyor ama. Evin duvarlarından sızan
baygın bir koku var. İçeri girdiklerinde ihtiyarın cavlak bedenini buluyorlar
yatak odasında. Yüzükoyun yatıyor yerde. Kolları ve bacakları çarmıha gerilmiş
gibi ileri doğru uzanmış, gergin. Üzerinde kolsuz fanilası, altı çıplak…
Buruşuk kıçının üzerinden at sinekleri havalanıyor. Tam bir muamma... Ahir vaktinde nahoş bir ölüm… Keskin bir
koku hakim odaya. ‘’ Domuz leşi gibi!’’
diyorlar. Çenesinin altından başlayıp odaya yayılan kanı döşemelerin üzerinde
kurumuş. Balon gibi şişkin, çürümeye başlayan bedenini çevirdiklerinde boynunda
iki derin yarık görüyorlar. Kanı çekilmiş yüzünde dehşetengiz bir ifade var.
Kan emen sivri dişli bir etçil… ‘’Gelinciğin
işi.’’ diyor birisi. ‘’Peki ya, eve
nasıl girmiş?’’ diye soruyorlar. ‘’
İşte!’’ diye yanıtlıyor diğeri, kanatları iki yana açılmış pencereyi
göstererek.
O zamana kadar, ihtiyarın
yokluğunu kimse fark etmemişti. Biz de farkına varmadık. Yalnız yaşardı.
Karısını geçen yaz kalp krizinden kaybetmişti. Köyde seveni de muhatabı da
olmazdı. Toprağa verilirken cenazesinde, bir avuç insan topluluğu var yalnızca.
Ben uzaktan izliyorum. Utanç, ayaklarımı yere çiviliyor. Vicdanımın kasvetli
ağırlığı omuzlarıma çöküyor. İhtiyarın ölümüyle bir ilişkim olduğunu biliyorum.
O gece, Üzeyir’le birlikte götürmüştük gelinciği oraya. Bu aciz ihtiyarın
ölümünden sorumlu olan Üzeyir’le.
Cenazeden sonra onu, kahvede buluyorum. Kapının önünde dikilen İshak’ın
abartılı selamına karşılık verip içeri giriyorum. İçeride, kağıt oynuyor. Kaba bir el hareketiyle dışarı çağırıyorum.
Oyunu bırakıp yanıma geliyor. Köşeye çekip yakasına yapışıyorum.
‘’ Nasıl bu kadar rahat olursun!’’
‘’ Ne yapayım?’’
‘’ Salak herif, senin yüzünden
öldü adam!’’
‘’Sessiz konuş, biri duyacak şimdi. Ben bir
şey yapmadım. Pencere açık olunca girmiş demek ki.’’
‘’Köpeğine sıçayım senin! Ne diye geldim ki seninle?’’
‘’Sakin ol adaş, senin bir suçun
yok.’’
‘’Sakın ağzımdan bir laf
kaçırayım deme!’’
‘’Merak etme.’’
‘’ Ben yokum bu işin içinde. O
gece yanında değildim.’’
‘’Tamam, sakin ol.’’
Bu konuşmalardan sonra çekip
gidiyorum. Üzeyir’le bir daha görüşmüyoruz. Bir ay boyunca da pek ortalıklarda
gözükmüyorum. Geceleri gözüme uyku
girmiyor. Sabahlara kadar sigara içip o geceyi düşünüyorum. Suçluluk duygusu
kancalarını kalbime batırıp çekiştiriyor. Ardından Üzeyir’e duyduğum kin,
zihnimin orta yerine oturuyor. Neden beni
de aldı ki yanına o gece? Bana güveniyor. Ben neden gittim ki? Kadim dostuydum
çünkü. Her zaman yanında oldum. Bir zavallının ölümünden sorumlu olmak için
değil ama! Belki de Üzeyir haklıydı; aşırı tepki göstermiştim. Nereden
bilecekti ki gelinciğin eve gireceğini? Her ne olursa olsun, sonuçta Üzeyir’in
yüzünden olmadı mı bütün bunlar? Peki ya, benim günahım ne? Nefretim yatışmıyor. Gözlerim kan çanağı.
Başım çatlamak üzere. Sabahın ilk ışıklarıyla uykuya yenik düşüyorum.
Bir akşam sigara almak için
bakkala giderken Yasemin’le karşılaşıyorum. Elindeki naylon poşetlerle manavdan
çıkarken bir yandan da dengesini korumaya çabalıyor. Bir zamanlar abayı
yaktığım, köyün afili hatunu Yasemin. Lepiska saçları… Sol gözünün altındaki et
beni… Gülerken gözlerini hafif kısışı… Beyaz çehresinin etrafındaki efsunlu
hale… Son gördüğümden bu yana değişmemiş. Seneye, yaza, Arnavut Selim’in oğluyla evlenecek. Belki bir de kendisine benzeyen bir kızı olur.
Poşetleri elinden alıp eve kadar
eşlik ediyorum. Yolda, havadan sudan konuşuyoruz. Arada uzun sessizlikler
oluyor. Teyzesinden bahsediyor sitemle. Yeni doğum yapmış, çocukla uğraşmak
zorunda olduğu için ev işleri Yasemin’e kalıyormuş. Bir de laf arasında Çolak
Asım’ın ölümünden açılıyor konu. Evin önüne geldiğimizde poşetleri elimden
alırken yüzünü ekşitiyor.
‘’Hak yerini buldu. Hayvan gibi
öldü, bunak domuz!’’
‘’Allah aşkına, ne günahı vardı
adamın ?’’
‘’ Aman, sen onun öyle zavallı
göründüğüne bakma.’’
‘’Anlamadın mı hala? Sonra da
zavallının kıçını avuçladı.’’
‘’Kimseye bahsettin mi bundan?’’
‘’Ay ne işim olur. Bana ne
canım.’’
İshak’ın o geceki görüntüsü geliyor gözlerimin
önüne. Kuyudan çıkardığı kova… Ağzını
suyla çalkalaması… İhtiyarın evinin önünde, bir korkuluk gibi kıpırtısız
bekleyişi… Yumruk büyüklüğünde bir elem boğazımı düğümlüyor, sesimi
kesiyor. Ayaklarımın altındaki zemin, bataklık gibi beni içine çekiyor. Çamur,
ağzımın içinden, kulaklarımdan, burun deliklerimden, bedenime nüfus ediyor,
kanımı kurutuyor. Yasemin, poşetleri taşıdığım için teşekkür ederek eve
giriyor. Kulaklarımda çınlayan müthiş uğultunun arasında belli belirsiz
duyuyorum sesini. Zoraki bir baş selamı vermekle yetiniyorum. Bakışlarım, evi delip
geçiyor, arka taraftaki ayçiçek tarlalarından ıssız tepelere, oradan da
batmakta olan güneşin turuncu renklere boyadığı ufka uzanıyor. Dağınık düşüncelerim,
yap-boz parçaları gibi birleşiyor, bir bütün oluyor. Beynimin kıvrımlarında bir
şimşek çakıyor. Ağır adımlarla Üzeyir’in evine yollanıyorum.
Güneş batmak üzere. Evin sokağa
bakan ahşap kapısını çalıyorum. Annesi çıkıyor.
‘’Üzeyir evde mi teyze?’’
‘’Bekle, çağırayım yavrum.’’
Kapıyı açık bırakıp evin içinde gözden
kayboluyor. Biraz sonra Üzeyir beliriyor eşikte.
‘’Yemek yiyorduk adaş, gel
buyur.’’
‘’Haberin vardı, değil mi?’’
‘’Neyden?’’
‘’İshak… ‘’
‘’Ne olmuş İshak’a?’’
‘’ Çolakla…’’
Sesim çatallaşıyor, gerisini getiremiyorum.
Göz pınarlarımda yaşlar birikiyor. Üzeyir, yüzünde kendinden emin bir ifadeyle
bozuyor sessizliği:
‘’Benim bir şey bildiğim yok. Unut
o geceyi artık.’’
‘’Bana neden anlatmadın?’’
‘’Anlamıyor musun, bir şey
bildiğim yok… Düşünme sen artık bunu.’’
Donuk bakışlarında, kendini ele
veren bir parıltı yakalamak ümidiyle, bir şey demeden dikiliyorum karşısında. Gelincikle
ilgili anlattıkları geçiyor aklımdan. Gözlerini kaçırmadan sürdürüyor sabırlı
bekleyişini. Sonra, düşüncelerimi okumuş gibi soğuk bir sesle konuşuyor:
‘’ Böyle bir ölüm reva ona, kurcalama
artık.’’
Tam kapıyı kapatacakken duruyor.
‘’Söylesene adaş… Onu da, kuzuyu
yaratan mı yarattı?’’
İçeri girip kapıyı yüzüme
kapatıyor. Güneş batarken turuncu gökyüzü laciverte boyanıyor. Tenha sokakta, yaradılışımla baş başa kalıyorum.
Dairenin
kapısından çıktığımda Ağustos güneşi suratıma bir yumruk gibi indi. Klimadan
ağrımış kaslarımı gevşetmek için miskince gerindim. Memuriyet yaz aylarında hiç
çekilmiyordu. Hiçbir iş yapmıyorduk, erken kalkıyorduk ve sıcak bizi
uyuşturuyordu. Yıllık iznimi bayramla birleştirmeyi bekliyordum. Sanırım dünyadaki
en büyük kaygım ve mutluluğum yıllık iznimdi. İşin kötü tarafı da hayatım
boyunca bu böyle gidecekti. Bunu düşünerek garip bir mutluluk duymadım desem
yalan olur doğrusu.
Zorunlu
görev yeri olarak Kazdağı’nın eteklerinde küçük bir yörük kasabasının vergi
dairesine atanmıştım. Dünyanın en küçük kasabasının en küçük devlet dairesi
burası olduğuna inanıyordum. Dağların arasına sıkışmış küçücük bir kasabada en
az üç yıl geçirmem isteniyordu. Takvime göre bir buçuk yılı geride bırakmıştım.
Bana göreyse birkaç asır eskimişti zaman. Buraya geldiğimde inançlarım,
ideallerim, umutlarım, aşklarım ve gençliğim vardı. Bugünse sadece yıllık
iznimi bayramla nasıl birleştirebileceğimi düşünür olmuştum. Zaman hiçbir şeye
çare değildi. Bunu zamanın gerçekten akmayıp sürtünerek yıprandığı bu kasabada
anlıyordum.
Geldiğim
zaman küçük bir daire kiralamıştım. Bir buzdolabı, bir çamaşır makinası, birkaç
ıvır zıvır ve iki tane de çekyat almıştım eve. Neden iki çekyat almışım
bilmiyorum. Evime hiç misafir gelmemesine rağmen o çekyatın orda duruşu bile bana
umut veriyordu ilk aylarda. Sanki evde biri daha varmış gibi hissediyordum. Ya da
her an biri gelebilecekmiş gibi. Zamanla ikinci çekyatı yadırgamaya başladım. Birkaç
ay daha geçti aradan. Artık onun üzerine oturmuyordum. Onun üzerinde uyumuyor
ve eşya koymuyordum. Artık o bana ait değildi sanki. Bir başkasının çekyatı
gibiydi. Olmayan birinindi sanki. Sanki ölen birinin eşyası gibiydi. İnsan yalnız
kaldığında eşyalara değer yüklüyor sanırım. Ölen yanlarını eşyalara gömüyor
çoğu zaman. Mesela yıllar sonra, küçükken uçurduğumuz uçurtmayı bulduğumuzda
hüzünleniyoruz mutlu olmak yerine. Neden? Çünkü, o ölü bir çocuğa ait oluyor
artık. Çünkü, çocukluğumuz o uçurtmanın nerde olduğunu hatırlamayacak hale
geldiğimizde ölmüş oluyor.
Kısa
kollu beyaz gömleğimin üzerine taktığım mavi-beyaz çizgili kravatımı gevşeterek
yürümeye başladım. Eve gidip uyumak istiyordum. Miskinlik kanıma işlemişti. Ağır
adımlarla kasabanın tek işlek caddesini geçtim. Bakkaldan sigara alıp evimin sokağına
döndüğümde evin önüne sıralanmış beyaz plastik masaları ve kalabalığı gördüm. Bugün
ev sahibim Şakir dayının ölümünün yedinci günüydü. Bir gün önce konuşmuştuk. Sigara
içmiştik birlikte. Geçmişinden bahsetmişti bana. Gülüşerek girmiştik
evlerimize. O gece yatağına yatmış ama sabah uyanamamıştı. Basitçe. Öylece ölüp
gitmişti işte. Çok yaygara koparmadan. Gölgesini bile düşürmeden. Rüzgar gibi
ölmüştü Şakir dayı.
Bir haftadır her gece kadınlar evde
toplanıp Kur’an okuyorlardı. Yedinci gün Şakir dayının ruhu için evde
mahalleliye yemek vereceklerdi. Kalabalığı görünce önce canım sıkıldı ama sonra
yemeği beleşe getireceğim için içten içe sevindim. Gidip herkes gibi yemek
sırasına girdim. Plastik tabldotu tutuşturdular elime. Yemekte tavuklu pilav,
yoğurt ve tahin helvası vardı. Biraz utanarak
aldım yemeği. Nedense çekinmiştim. Yemek veren kadınların yüzlerine hiç
bakmadım. Belli belirsiz teşekkür ettim. Erkeklerin olduğu yol tarafına geçtim –
buralarda kadınlarla erkekler birlikte yemez genelde- boş bir masa aradım. Komşu
Zeki amcanın masası boştu. Gittim yanına. Hiç sormadan masaya çöktüm.
“ Afiyet olsun Zeki amca.”
“ Sağol yeğenim.” dedi. Pilavından bir kaşık aldı. Bir parça
da tavuk buldu pirincin arasından. Onu da yiyip ben hiçbir şey sormadan kendi kendine
konuşmaya başladı:
“ Şakir hem benim yetmiş beş senelik arkadaşım hem de
komşumdu. Ama bak o da öldü gitti. Ne kalıyor ki zaten geriye bizden? Hepimiz ölüyoruz.
Zamanında sınıra bir elma ağacı dikti
diye içerlenmiştim Şakir’e. Bak senin de aklında olsun sınıra ağaç dikilmez.
Çünkü gölgede mahsul olmaz yeğenim. Ben de
ağaç büyüyünce bizim avlunun gölge düşen yerinde mahsul olmaz diye Şakir’e bunu
buraya dikme demiştim. Şakir de bana ‘Yav büyüsün yeter ki hem senin çocuklar
yer hem benimkiler’ demişti.”
O anlatırken
kaşığı bıraktım. Zeki amcayı dikkatle dinliyordum.
“ ben yine de istememiştim ama ses etmedim. Gel zaman git
zaman elma büyüdü ama Şakir’in çocuklarda benimkiler de buralardan gitti. Biz de
yaşlandık bahçe ekemez olduk. Dişlerim de elma yiyince acıyor elma da
yemiyorum. Geçen sene ağacın gövdesine kurt girmiş. Bak bu da aklında bulunsun
meyvenin gövdesini baharda kireçleyeceksin. Kireçlersen kurt girmez ağacın
gövdesine.Ama Şakir hastaydı geçen baharda hatırlarsın. O yüzden kireçleyemedi.
Ben de ihmal ettim. Ağaç kurudu. Bu sene
kendini ihmal etti, Şakir öldü. Seneye de ben ölürüm herhalde. Yaklaştı hissediyorum
zaten kaç zamandır. Şakir benim tek dostumdu ona güveniyordum. O ölmeden ölmem
diyordum. Bak o yok şimdi.” Gevrek gevrek gülerek devam etti, “Hadi sana bir
pilav daha çıktı, seneye de benimkini yersin bir öğünü daha beleşe getirirsin
kerata. Bak kaşıkla şu pilavı, çekinme. Hayat böyle yeğenim. Birileri ölecek ki
başkasının karnı doysun.” Dökük ve sarı dişlerini göstererek gülmeye devam
etti.
Boğazım
düğümlendi. Yemeği yiyemeyecektim ama Zeki amca sürekli ‘pilavı kaşıklasana
yeğenim’ diyerek beni uyarıyordu. Güçlükle yedim pilavı. Üzerine yoğurdu ve
tahin helvasını da yedim ayıp olmasın diye. Kalktım hızlı adımlarla kimseyle
konuşmadan binanın kapısından girdim. Kadınların arasından sıyrılıp üst kattaki
evime çıkmaya çabalarken Şakir Dayının bastonunu gördüm. Kullanmazdı pek. Kendine
yediremezdi. Bazen karısı zorla tutuştururdu eline camiye giderken. Köşede duran
bastonu karışıktan faydalanıp aldım. Merdivenleri üçer üçer çıkarak evime
girdim. Şakir dayının evindeydim, elimde onun bastonu ve midemde onun pilavı
vardı. Küskün olduğum çekyata uzandım. Göğsüme bastonu koydum. Öylece tavanı
izliyordum. Bir sigara yaktım.
Öğrenci
evlerinde, barlarda, sahilde, üniversite kantinlerinde oturup hayatın anlamını
sorgulardık eskiden. Tonlarca anlam yüklemiştik hayata. Hepsi yanlışmış oysa. Fena
halde yanılmışız biz. Hayatın anlamını bugün Kaz dağlarının eteklerinde Tanrı’nın
unuttuğu bir kasabada, yetmiş beşini aşmış bir yörükten öğrendim. Hayat son
derece basitti. Gidişatı farklı ama finali her seferinde aynı bir filmdi hayat. Herkes bir
şekilde yaşıyor ve sonunda ölüyordu.
Sigara dumanın tavana doğru yükselişini izledim uzunca bir süre. İpi kopmuş uçurtmasını izleyen
bir çocuk gibi.