25 Ağustos 2013 Pazar

Büyük Şef Kabileyi Parçaladı


                Dedemin kerpiç evinin kapısını çalmadan açtı babam. Ben, annem, iki abim, yengem ve yeğenim ayakkabılarımızı çıkartarak babamın portakal kabuğunu andıran sinirli suratını takip ettik. Eve adımımı attığım anda yüzüme çarpan inek, süt ve hacı misi kokusu midemi bulandırmaya yetti. Koridoru bayramlıklarımız buruşturmamak için ağır adımlarla geçtik. Babam salonun kapısına geldiğinde durdu. Anneme doğru bakıp yüzüne eğreti bir gülümseme taktı. Portakal kabuğunu andıran suratındaki krater benzeri lekeler gerildi. “ Bu adam gülünce daha çirkin oluyor” diye geçirdim içimden. Bunu duysa ağzımı burnumu kırardı ama içimden söylediğim için duymadı. Portakal suratlı babam eskimiş takım elbisesini sürükleyerek kapıdan içeri girdi. Sırayla annem, abim, yengem, yeğenim, küçük abim ve ben  babamı takip ettik. Olmak istediğim son yerdeydim.  

                Salonda bütün ebeveynlerim beni bekliyormuş gibi yüzüme baktılar. Gözlerin üzerimde olması beni utandırıyordu. Bu iğrenç anı dağıtmak için aceleyle dedemin yanına gidip bayramlaşmaya başladım. Hiyerarşiye uyarak el öpme merasimini tamamladım. Koltuklar insanla doluydu. Ayrıca halıda ve şiltelerde bir sürü insan oturuyordu. Bayramın ilk günü olduğu için bütün aile dedemin evine doluşmuştu. Yüzünü ilk defa gördüğüm insanlara gülümsemek zorunda olmanın verdiği tiksinti, yapılan iğrenç esprilere gülme zorunluluğuyla yarışıyordu. Kendime oturacak doğru düzgün bir yer bulamadığım için dedemin yaz-kış yanan teneke sobasının önüne oturdum. “ Dedem sanırım cehenneme rakip olmaya çalışıyor” diye düşündüm. Sobanın sac gövdesinin rengi kırmızıya dönmüştü. Sürekli birileri gelip odun atıyordu sobaya. Okulumun nasıl olduğunu soranlar cevap vermekten yorulmuştum. Deli gibi yanan bir sobanın olduğu küçücük odaya bu kadar insanın tıkışmış olmasıyla odadaki oksijen de her dakika azalıyordu. Kimse birbirini duyamıyordu. Bu yüzden herkes bağırmak zorundaydı. Muhteşem bir gürültü, buğulu camlar, tükenen oksijen, sıcak, inek ve süt kokusu, dedemin sürdüğü hacı misi kokusu, tanımadığım kuzenlerimle diyalog kurma çabam ve yaklaşık kırk kişinin elini öpmüş olmamın verdiği baş dönmesi yüzünden artık kusmanın eşiğine gelmiştim. Yüzüm buruşuyordu. Kendimi tutamıyordum. Babamın suratındaki oyuklar terle dolmuştu. Bize baklava yedirmeye çalışıyorlardı. Kuzenimin bayram için aldığı kıyafetlerin çirkinliğine bakmadan duramıyordum. Baklavanın ağır tadı gırtlağımda bir ateş topu gibi oturuyordu. Görüntüm gittikçe bulanıklaşıyordu. Sesler kulağıma girmeye çalışan anaforlar gibiydi. Hepsinin anasına avradına sövmek istiyordum. Sustum. Sustum. Sustum.

                Dedem kurumuş ellerinde tuttuğu beşliklere baktı. Gırtlağındaki balgamı temizledi. Sakalını sıvazladı. Hacdan döndüğünde bırakmıştı sakalı. Yeleğinin cebinde duran köstekli düzeltti.

                “ Hadi gelin bakalım.” Gevrek gevrek güldü. Her bayram beş lira verirdi. Ve bu onun hayatındaki en muhteşem andı şüphesiz. Aslında anlıyordum. Ben de her sabah öleceğim korkusuyla uyansam, birkaç tane de olsa Fatiha garantilemek için beş liraya acımazdım.

                Kuzenlerim ayaklandı. Leş kargaları gibi dedemin başına üşüştü götler. Hepsi dağıldıktan sonra dedemin yanına gidip aldım beşliğimi. Teşekkür ettim. Geri dönüp magma kadar sıcak olan sobanın önüne oturdum. Her şey yine eski saçmalığına dönmüş gibiyken dedemin hırıltılı sesi odayı böldü. Dedem konuştuğunda herkes dinlemek zorunda olduğu için hepimiz sustuk. Bana döndü. Sakalını sıvazlayarak ailemizin akıbetini etkileyen o muhteşem soru dudaklarından tereddüt etmeden çıktı:
               
                “ Ne yapacaksın bakalım bayram harçlığınla?”
               
                Bir an duraksadım. Kusmak üzereydim. Şu an burada olmaktan tiksiniyordum. Düşündüm. Söylememeliyim dedim. Portakal suratlı babamla göz göze geldik. Bana hiddetli bir bakış attı. İyi bir şey söylememi istiyorlardı. Annem yorgun görünüyordu. Bütün kuzenlerim bu soru kendilerine sorulmadığı için mutluydular. Benim vereceğim cevabı keyifle bekliyorlardı. Hiç kimseyi yüzüstü bırakmak istemezdim. Ama mutsuzdum ve cevabımı verdim.
                 
               “ Bana verdiğiniz bayram harçlığıyla gidip kendime güzel bir porno kaseti alacağım dedeciğim.”
               
              Bir anda soba söndü. Portakal suratlı babamın yüzündeki kraterler kızarmaya başladı. Kuzenlerim sırtlanlar gibi odanın tenhasına çekildiler. Teyzelerim yutkunamadı. Küçük dayım tesbihinin ipini kopardı. Abim kravatını gevşetmek zorunda kaldı. Yengem başını önüne eğdi. Annem cebinden bir jilet çıkardı. Sesler durdu. Camlardaki buğu kayboldu. Sanki sihirli bir sözcük fısıldayıp zamanı olduğu yere mıhlamıştım. Oysa sadece içimden geçen cevabı verdiğimi düşünüyordum. Yaklaşık dört beş kere hacca gitmiş, yılın sekiz ayını oruçlu geçiren ve günde on vakit namaz kıldığını bildiğim büyük dayımla göz göze geldik. Dayımın gözleri Alamutlu Haşhaşilerin gözlerine benziyordu. Beni öldürmek istediğine emindim. Porno kelimesini kullanmış olmamın ailemde yarattığı şaşkınlık, Amerika kıtasının okyanusa batmasına, bazı ülkelerin topluca intihar girişiminde bulunmasına ve hatta kavimler göçünün tekrarlanmasına sebep olacak kadar derindi.
                 
            Dedem geriye yaslandı. Boğazındaki balgamı temizleyip Nobel almış bir fizikçi edasıyla konuşmaya başladı.

“ Gerçekten sana verdiğim bayram harçlığını bu şekilde değerlendirmen beni hayli mutlu eder. Peki ne tür pornolardan hoşlanıyorsun?“

Dedemle uzun uzun Latin pornolarının kalitesiz çekimlerinden, Asya pornolarında kullanılan gerçekçilikten, dedemin ayak fetişistliğinden, mature izlemekten tiksinmemden konuştuk. Sonra dedem dedi ki:
“Daha önce sana porno arşivimi göstermiş miydim sevgili torunum?”
“Hayır dedeciğim.”
“Peki o zaman gel benimle.”

Dedemle kapıdan çıkarken başımı çevirip baktım. Dayım çırılçıplak soyunmuş bir halde odanın içinde koşarak ateist olduğunu ilan ediyordu. Teyzemin ağzından çıkan köpükleri silen kuzenimin saçı başı dağılmıştı. Annem elinde tuttuğu jiletle bileklerini dikine kesmişti çoktan. Babam, annemin bileklerinden dökülen kanın ortasında kalp krizi geçirirken, abim babamın göğsünü yumruklamakla meşguldü. Eniştem yeğenimi sobanın içine atıyordu. Yengem tavanda sallanıyordu. Kuzenlerim topluca evdeki fişekleri sayıyorlardı. Anneannem radyoyu açmış, klasik müzik eşliğinde bardakaltı gözlüklerinin ardından Neil Gaiman okuyordu. Dışarı çıkıp kapıyı kapattık.

Dedem kolunu omzuma attı. Beraber koridorda yürüdük. Halen daha dedemle konuşuyorduk. Dedemin porno arşivinden birkaç özel parça izlemeye gidiyorduk. İçgüdüsel olarak  bir anlığına dedemin kasıklarına bakmaktan alamadım kendimi.


8 Ağustos 2013 Perşembe

Kuzu'yu Yaratan Mı Yarattı Bizi?

….
Güldü mü o, görünce eserini?
Kuzu’yu yaratan mı yarattı seni?                                    
                                      Kaplan! Kaplan! -  William Blake


Gece yarısı, cevizin altında buluşuyoruz. Üzeyir, ağacın kalın gövdesinin ardından beliriyor karşımda. Yüzüme sabitlediği pervasız bakışlarında bir an için hazin bir parıltı yakalıyorum. Her ne kadar bana belli etmemeye çalışsa da tedirgin olduğunu anlıyorum. Kavruk bedeni belli belirsiz titriyor, gözkapakları seğiriyor. Sigarasının izmaritini topuklarında söndürüp soruyor:

‘’Gidiyor muyuz?’’

‘’Gidiyoruz.’’

Üzeyir’in baba yadigarı, 87 model Renault’suna atlıyoruz ve yola koyuluyoruz. Arabanın farları, gecenin karanlığını yararak bize rehberlik ediyor. Çolak Asım’ın evine gidiyoruz. Asım, tıknaz, kırçıl saçları, kösele gibi suratında pancar rengi burnuyla, aksi ihtiyarın teki.  Sol kolu diğerinin yarısı kadar uzunlukta. Üzeyir’in İrlanda seterinin tavuklarını yediğinden yakınır sürekli. Birkaç kez kapısına gelip köpeğini başıboş bırakmaması için onu uyarmıştı. Üzeyir umursamadı. İki gece önce de köpek yine Asım’ın bahçesine dalmış tavuk kümeslerini tavaf ederken Kırıkkale modeli silahını çekip vurmuştu onu. Boz renkli, hareketli bir köpekti. ‘’ Ne yapsaydım adaş? Av köpeği bu, kanında var hayvanın avlanmak.’’ diye sitem etmişti Üzeyir. Planı şuydu:  Geçen gün, bostandan karpuz toplarken beyaz bir gelincik yakalamış, çuvala atmıştı. Şimdi onu, ihtiyarın tavuk kümesine salacaktı. Ben gözcülük yapacaktım. Gelincik dişlerini, tavukların aciz bedenlerine geçirip kanlarını emecek, Üzeyir de öcünü almış olacaktı. Kısasa kısas.

Mehtaplı gecede bir yılan gibi süzülüyoruz köyün içinden. Sokaklara mutlak bir sessizlik hakim. Meydanda gezinen bir-iki sokak köpeği dışında kimseler yok. Kerpiç evlerin camlarından cılız ışıklar kaldırıma vuruyor. Kahvenin önü süpürülmüş, iskemleler içeri alınmış. Kahveci Cafer, bilmem kaçıncı uykusunda. Her şey olağan.

Asım’ın evi, köyün biraz dışında, caminin arka tarafında kalıyor. Camiyi geçip engebeli, toprak yola saptığımızda arabanın bagajından gelen tiz bir çığlık duyuyorum. Aklıma gelincik geliyor.

‘’ Nasıl yakaladın sen bu hayvanı?’’

Üzeyir, elleri direksiyonda, gözlerinde kurnaz bir ifadeyle kıkırdıyor; ama cevap vermiyor. Daha sonra, yalnızca kendi bildiği bir sırrı açıklar gibi fısıltıyla konuşmaya başlıyor:

‘’ Bu gelincikler çok kindar hayvanlar adaş. Diyelim ki, sen bunun yavrusunu öldürdün. Ne yapar eder, kokunu alır, izini sürer, bulur seni. Yatağın altında ya da dolabın içinde pusuya yatar. Sen gece uykuya daldığında da fırlar yerinden, daha ne olduğunu anlamadan parçalar boğazını.’’

Alaycı bir sırıtışla karşılık veriyorum.

‘’ Yeminle bak!’’ diye ısrar ediyor, heyecanla.

İhtiyarın evine yaklaşırken Üzeyir arabanın farlarını söndürüyor, hızını düşürüyor. Karanlığın içinde, tümseklerden geçerken araba sarsılıyor.

‘’Ölmesin bu hayvan bagajda?’’

Tırnaklarını kemiriyor. Artık iyiden iyiye tedirgin. ‘’Yok be, bir şey olmaz.’’ diye geçiştiriyor.

Evi paralel geçip bir müddet yokuş aşağı uzaklaştıktan sonra ayçiçek tarlasının karşısında, yıkık dökük bir duvarın dibine park ediyoruz. Bir süre sessizliği dinliyoruz. ‘’ Hadi inelim.’’ diyor. Kapıları usulca açıp dışarı çıkıyoruz. Arabanın arkasına ilerleyip bagajı açıyor. İçinden ağzı düğümlenmiş hasır bir çuval çıkarıyor. Hayvan, çuvalın içinde tiz çığlıklar atarak debeleniyor. Üzeyir, gelinciği zapt etmeye çalışırken bir yandan, ‘’ Dur be amsalak, sakin ol! ‘’ diye söyleniyor. Parmaklarımızın uçlarında bahçe duvarına doğru ilerliyoruz. Duvarın ardındaki kiremit çatılı evin metruk bir havası var. Elma ve erik ağaçlarının arasında sessizlik içinde duruyor. Evde tek ışık yanmıyor. İhtiyar uyuyor olmalı. Ağaç yaprakları ılık bir meltemle hışırdıyor. Ilık meltem, bahçenin içinde bir yerlerden, tavuk gıdaklamalarını kulaklarıma getiriyor. Üzeyir, duvarın üstünden, bahçeyi şöyle bir dikizledikten sonra bana dönüyor ve başını eğerek fısıltıyla:

‘’ Sen en iyisi arabaya dön adaş. Bakarsın, sarhoşun biri geçer, görür seni. ‘’

Omuz silkiyorum. ‘’ Ne zaman dönersin?’’

‘’ On dakikayı bulmaz.’’

‘’ On dakikayı geçerse geri gelirim.’’

‘’Tamam adaş.’’

Arkamı dönüp arabaya gidiyorum. Çalıların arasına işedikten sonra kapıyı açıp içeri giriyorum.  Kolumu çevirip saatime bakıyorum. Üç dakika olmuş. Sigara paketimden bir dal çıkarıp yakıyorum. Radyoyu kısık seste açıyorum. İmran Salkan. Entarisi Ala Benziyor.

‘’ Entarisi ala benziyor… Şeftalisi bala benziyor…’’

 Mehtap arabanın ön camında hareleniyor. Uzaklardan bir köpek uluması duyuluyor. Ardından, cırcır böceklerinin biteviye ötüşleri… İçime bir huzursuzluk çöküyor, yüreğim kabarıyor.

’’Entarisi biçim biçim… Ölüyorum senin için…’’

Teybi kapatıyorum. Tekrar saatime bakıyorum.  Sekiz dakika. Derin bir nefes alıyorum. Sigaramı camdan fırlatıp dışarı çıkıyorum. Ağır adımlarla yokuş yukarı eve doğru yollanıyorum.  Ayçiçeklerinin üzerinden bir karga sürüsü havalanıyor. Yaklaştığımda, birinin bahçe duvarı boyunca yürüdüğünü görüyorum. Beni fark etmiyor. Yüzükoyun çimenlere uzanıp izliyorum. Gürbüz bedeni, savruk adımlarla az ötedeki su kuyusuna doğru ilerliyor. Biraz sonra tanıyorum. İshak…  Ablak suratı, biçimsiz kesilmiş kısa saçları ayın altında parlıyor. Üzerinde her daim giydiği, iri yarı bedenine kısa gelen oduncu gömleği. Köyün safçana delikanlısı İshak. Çoğu zaman güçlükle iki kelimeyi bir araya getirerek bir şeyler anlatmaya çabalar. Kahvenin önünde dikilir, tanıdık tanımadık, yoldan geçen herkese yayvan bir sırıtışıyla selam verir durur bütün gün. Ne işin var senin bu saatte, burada? İpinden çekerek kuyudan su dolu bir kova çıkarıyor. Yere çömeliyor, avuçlarına aldığı suyla birkaç kere ağzını çalkalıyor, yere tükürüyor. Sonra kovanın içindeki suyu elleriyle tokatlamaya başlıyor. Bu hoşuna gitmiş olacak ki histerik bir kahkaha atıyor. Birden kahkahayı kesip kovaya bir tekme sallıyor. Su yere dökülüyor. Anlamsız ve boğuk nidalarla ellerini hiddetle boşluğa savuruyor. Sessizleşiyor sonra. Yerdeki kovayı fark ediyor. Eğilip alıyor, kuyunun yanına bırakıyor. İhtiyarın evine doğru dönüyor. Put gibi kıpırtısız, bir süre dikiliyor öylece. Bana arkası dönük, yüzünü göremiyorum. Nereye bakıyor bu? Ne yapmaya çalıştığına bir anlam veremiyorum. Üzeyir’i mi fark etti acaba? Öylece duruyor. Put gibi… Kıpırtısız… Havada kesif bir angus kokusu… Aniden, keskin bir hareketle dönüp yine savruk adımlarla köye doğru uzaklaşıyor. Ayaklarımın üzerinde doğruluyorum. İshak’ın gidişini izlerken duvardan bir karaltı atlıyor ve bana doğru koşuyor. Üzeyir.

‘’ Gidelim adaş.’’

‘’İshak buradaydı .’’

‘’Biliyorum. Gitmesi için bekledim.’’

‘’Ne işi var ki bu saatte?’’

‘’Ne bileyim... Akılsız işte.’’

Boğuk bir ciyaklama duyuyorum uzaktan. Gelincik. Koşar adımlarla arabaya atlıyoruz. Gerisin geri köye doğru uzaklaşıyoruz. Üzeyir’in yüzü kireç gibi. Direksiyona sımsıkı sarılmış pür dikkat yolu izliyor. ‘’Ne oldu, bir sıkıntı mı var?’’ diye soruyorum. Öfkesini kontrol edemeyip bağırıyor:

‘’Bu orospu çocuğu var ya adaş! Bu orospu çocuğu…‘’

Lafını yarıda kesiyor. Sebepsiz yere neden böyle ateşli bir öfkeye kapıldığını anlamıyorum. Heyecanına verip üstüne gitmiyorum. Tırnaklarını kemiriyor, parmaklarını kıvırcık saçlarında gezdiriyor, boğazını temizliyor. Sesini kontrol etmeye çalışır gibi tane tane ama titrek bir sesle devam ediyor:

‘’ Bir sıkıntı yok adaş. Saldım hayvanı kümesten içeri. Hak etti ama değil mi?’’

 Sakin olmasını, temiz bir uyku çekmesini tembihleyip evin önünde arabadan iniyorum. Arkamdan sesleniyor:

‘’ Adaş! ‘’

‘’Efendim?’’

‘’ Başını ağrıttım senin de gece gece. Geldiğin için sağ ol. ’’

Yürekten söylediği bu son sözlerden sonra gaza basıp gözden kayboluyor.

Bir hafta sonra, Çolak Asım’ın ölüm haberini alıyoruz. Tarladan dönen ırgatlar evin önünden geçerken  iç bayıltıcı bir koku duyuyorlar önce.  Merak edip bahçeye girdiklerinde, kümeste,  kafaları koparılmış tavuk leşlerini sarmalayan kurtçukları görüyorlar. Asıl koku buradan gelmiyor ama. Evin duvarlarından sızan baygın bir koku var. İçeri girdiklerinde ihtiyarın cavlak bedenini buluyorlar yatak odasında. Yüzükoyun yatıyor yerde. Kolları ve bacakları çarmıha gerilmiş gibi ileri doğru uzanmış, gergin. Üzerinde kolsuz fanilası, altı çıplak… Buruşuk kıçının üzerinden at sinekleri havalanıyor. Tam bir muamma... Ahir vaktinde nahoş bir ölüm… Keskin bir koku hakim odaya. ‘’ Domuz leşi gibi!’’ diyorlar. Çenesinin altından başlayıp odaya yayılan kanı döşemelerin üzerinde kurumuş. Balon gibi şişkin, çürümeye başlayan bedenini çevirdiklerinde boynunda iki derin yarık görüyorlar. Kanı çekilmiş yüzünde dehşetengiz bir ifade var. Kan emen sivri dişli bir etçil… ‘’Gelinciğin işi.’’ diyor birisi. ‘’Peki ya, eve nasıl girmiş?’’ diye soruyorlar. ‘’ İşte!’’ diye yanıtlıyor diğeri, kanatları iki yana açılmış pencereyi göstererek.

O zamana kadar, ihtiyarın yokluğunu kimse fark etmemişti. Biz de farkına varmadık. Yalnız yaşardı. Karısını geçen yaz kalp krizinden kaybetmişti. Köyde seveni de muhatabı da olmazdı. Toprağa verilirken cenazesinde, bir avuç insan topluluğu var yalnızca. Ben uzaktan izliyorum. Utanç, ayaklarımı yere çiviliyor. Vicdanımın kasvetli ağırlığı omuzlarıma çöküyor. İhtiyarın ölümüyle bir ilişkim olduğunu biliyorum. O gece, Üzeyir’le birlikte götürmüştük gelinciği oraya. Bu aciz ihtiyarın ölümünden sorumlu olan Üzeyir’le.
Cenazeden sonra onu, kahvede  buluyorum. Kapının önünde dikilen İshak’ın abartılı selamına karşılık verip içeri giriyorum. İçeride, kağıt oynuyor.  Kaba bir el hareketiyle dışarı çağırıyorum. Oyunu bırakıp yanıma geliyor. Köşeye çekip yakasına yapışıyorum.

‘’ Nasıl bu kadar rahat olursun!’’

‘’ Ne yapayım?’’

‘’ Salak herif, senin yüzünden öldü adam!’’

 ‘’Sessiz konuş, biri duyacak şimdi. Ben bir şey yapmadım. Pencere açık olunca girmiş demek ki.’’

‘’Köpeğine sıçayım senin!  Ne diye geldim ki seninle?’’

‘’Sakin ol adaş, senin bir suçun yok.’’

‘’Sakın ağzımdan bir laf kaçırayım deme!’’

‘’Merak etme.’’

‘’ Ben yokum bu işin içinde. O gece yanında değildim.’’

‘’Tamam, sakin ol.’’

Bu konuşmalardan sonra çekip gidiyorum. Üzeyir’le bir daha görüşmüyoruz. Bir ay boyunca da pek ortalıklarda gözükmüyorum. Geceleri  gözüme uyku girmiyor. Sabahlara kadar sigara içip o geceyi düşünüyorum. Suçluluk duygusu kancalarını kalbime batırıp çekiştiriyor. Ardından Üzeyir’e duyduğum kin, zihnimin orta yerine oturuyor. Neden beni de aldı ki yanına o gece? Bana güveniyor. Ben neden gittim ki? Kadim dostuydum çünkü. Her zaman yanında oldum. Bir zavallının ölümünden sorumlu olmak için değil ama! Belki de Üzeyir haklıydı; aşırı tepki göstermiştim. Nereden bilecekti ki gelinciğin eve gireceğini? Her ne olursa olsun, sonuçta Üzeyir’in yüzünden olmadı mı bütün bunlar? Peki ya, benim günahım ne?  Nefretim yatışmıyor. Gözlerim kan çanağı. Başım çatlamak üzere. Sabahın ilk ışıklarıyla uykuya yenik düşüyorum.

Bir akşam sigara almak için bakkala giderken Yasemin’le karşılaşıyorum. Elindeki naylon poşetlerle manavdan çıkarken bir yandan da dengesini korumaya çabalıyor. Bir zamanlar abayı yaktığım, köyün afili hatunu Yasemin. Lepiska saçları… Sol gözünün altındaki et beni… Gülerken gözlerini hafif kısışı… Beyaz çehresinin etrafındaki efsunlu hale… Son gördüğümden bu yana değişmemiş. Seneye, yaza,  Arnavut Selim’in oğluyla evlenecek. Belki bir de kendisine benzeyen bir kızı olur.

Poşetleri elinden alıp eve kadar eşlik ediyorum. Yolda, havadan sudan konuşuyoruz. Arada uzun sessizlikler oluyor. Teyzesinden bahsediyor sitemle. Yeni doğum yapmış, çocukla uğraşmak zorunda olduğu için ev işleri Yasemin’e kalıyormuş. Bir de laf arasında Çolak Asım’ın ölümünden açılıyor konu. Evin önüne geldiğimizde poşetleri elimden alırken yüzünü ekşitiyor.

‘’Hak yerini buldu. Hayvan gibi öldü, bunak domuz!’’

‘’Allah aşkına, ne günahı vardı adamın ?’’

‘’ Aman, sen onun öyle zavallı göründüğüne bakma.’’

‘’ Neden?’’

‘’Biliyorum işte bir şeyler… Gördüm.’’

‘’Ne gördün?’’

‘’İshak’ı bilirsin. Hani, şu saf çocuk.’’

‘’Evet.’’

‘’Sapık herifi, çocuğun boynundan öperken gördüm.’’

‘’Nasıl yani?’’

‘’Anlamadın mı hala? Sonra da zavallının kıçını avuçladı.’’

‘’Kimseye bahsettin mi bundan?’’

‘’Ay ne işim olur. Bana ne canım.’’

 İshak’ın o geceki görüntüsü geliyor gözlerimin önüne. Kuyudan çıkardığı kova… Ağzını suyla çalkalaması… İhtiyarın evinin önünde, bir korkuluk gibi kıpırtısız bekleyişi… Yumruk büyüklüğünde bir elem boğazımı düğümlüyor, sesimi kesiyor. Ayaklarımın altındaki zemin, bataklık gibi beni içine çekiyor. Çamur, ağzımın içinden, kulaklarımdan, burun deliklerimden, bedenime nüfus ediyor, kanımı kurutuyor. Yasemin, poşetleri taşıdığım için teşekkür ederek eve giriyor. Kulaklarımda çınlayan müthiş uğultunun arasında belli belirsiz duyuyorum sesini. Zoraki bir baş selamı vermekle yetiniyorum. Bakışlarım, evi delip geçiyor, arka taraftaki ayçiçek tarlalarından ıssız tepelere, oradan da batmakta olan güneşin turuncu renklere boyadığı ufka uzanıyor. Dağınık düşüncelerim, yap-boz parçaları gibi birleşiyor, bir bütün oluyor. Beynimin kıvrımlarında bir şimşek çakıyor. Ağır adımlarla Üzeyir’in evine yollanıyorum.

Güneş batmak üzere. Evin sokağa bakan ahşap kapısını çalıyorum. Annesi çıkıyor.

‘’Üzeyir evde mi teyze?’’

‘’Bekle, çağırayım yavrum.’’

Kapıyı açık bırakıp evin içinde gözden kayboluyor. Biraz sonra Üzeyir beliriyor eşikte.

‘’Yemek yiyorduk adaş, gel buyur.’’

‘’Haberin vardı, değil mi?’’

‘’Neyden?’’

‘’İshak… ‘’

‘’Ne olmuş İshak’a?’’

‘’ Çolakla…’’

Sesim çatallaşıyor, gerisini getiremiyorum. Göz pınarlarımda yaşlar birikiyor. Üzeyir, yüzünde kendinden emin bir ifadeyle bozuyor sessizliği:

‘’Benim bir şey bildiğim yok. Unut o geceyi artık.’’

‘’Bana neden anlatmadın?’’

‘’Anlamıyor musun, bir şey bildiğim yok… Düşünme sen artık bunu.’’

Donuk bakışlarında, kendini ele veren bir parıltı yakalamak ümidiyle, bir şey demeden dikiliyorum karşısında. Gelincikle ilgili anlattıkları geçiyor aklımdan. Gözlerini kaçırmadan sürdürüyor sabırlı bekleyişini. Sonra, düşüncelerimi okumuş gibi soğuk bir sesle konuşuyor:

‘’ Böyle bir ölüm reva ona, kurcalama artık.’’

Tam kapıyı kapatacakken duruyor.

‘’Söylesene adaş… Onu da, kuzuyu yaratan mı yarattı?’’


İçeri girip kapıyı yüzüme kapatıyor. Güneş batarken turuncu gökyüzü laciverte boyanıyor. Tenha sokakta, yaradılışımla baş başa kalıyorum. 


                                                                                                                                                 ekin gökgöz



                                                                                                                                             
                                                                                                                                                 

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Önce Elma, Sonra Şakir, Sonra Zeki

                Dairenin kapısından çıktığımda Ağustos güneşi suratıma bir yumruk gibi indi. Klimadan ağrımış kaslarımı gevşetmek için miskince gerindim. Memuriyet yaz aylarında hiç çekilmiyordu. Hiçbir iş yapmıyorduk, erken kalkıyorduk ve sıcak bizi uyuşturuyordu. Yıllık iznimi bayramla birleştirmeyi bekliyordum. Sanırım dünyadaki en büyük kaygım ve mutluluğum yıllık iznimdi. İşin kötü tarafı da hayatım boyunca bu böyle gidecekti. Bunu düşünerek garip bir mutluluk duymadım desem yalan olur doğrusu.
                Zorunlu görev yeri olarak Kazdağı’nın eteklerinde küçük bir yörük kasabasının vergi dairesine atanmıştım. Dünyanın en küçük kasabasının en küçük devlet dairesi burası olduğuna inanıyordum. Dağların arasına sıkışmış küçücük bir kasabada en az üç yıl geçirmem isteniyordu. Takvime göre bir buçuk yılı geride bırakmıştım. Bana göreyse birkaç asır eskimişti zaman. Buraya geldiğimde inançlarım, ideallerim, umutlarım, aşklarım ve gençliğim vardı. Bugünse sadece yıllık iznimi bayramla nasıl birleştirebileceğimi düşünür olmuştum. Zaman hiçbir şeye çare değildi. Bunu zamanın gerçekten akmayıp sürtünerek yıprandığı bu kasabada anlıyordum.
                Geldiğim zaman küçük bir daire kiralamıştım. Bir buzdolabı, bir çamaşır makinası, birkaç ıvır zıvır ve iki tane de çekyat almıştım eve. Neden iki çekyat almışım bilmiyorum. Evime hiç misafir gelmemesine rağmen o çekyatın orda duruşu bile bana umut veriyordu ilk aylarda. Sanki evde biri daha varmış gibi hissediyordum. Ya da her an biri gelebilecekmiş gibi. Zamanla ikinci çekyatı yadırgamaya başladım. Birkaç ay daha geçti aradan. Artık onun üzerine oturmuyordum. Onun üzerinde uyumuyor ve eşya koymuyordum. Artık o bana ait değildi sanki. Bir başkasının çekyatı gibiydi. Olmayan birinindi sanki. Sanki ölen birinin eşyası gibiydi. İnsan yalnız kaldığında eşyalara değer yüklüyor sanırım. Ölen yanlarını eşyalara gömüyor çoğu zaman. Mesela yıllar sonra, küçükken uçurduğumuz uçurtmayı bulduğumuzda hüzünleniyoruz mutlu olmak yerine. Neden? Çünkü, o ölü bir çocuğa ait oluyor artık. Çünkü, çocukluğumuz o uçurtmanın nerde olduğunu hatırlamayacak hale geldiğimizde ölmüş oluyor.
                Kısa kollu beyaz gömleğimin üzerine taktığım mavi-beyaz çizgili kravatımı gevşeterek yürümeye başladım. Eve gidip uyumak istiyordum. Miskinlik kanıma işlemişti. Ağır adımlarla kasabanın tek işlek caddesini geçtim. Bakkaldan sigara alıp evimin sokağına döndüğümde evin önüne sıralanmış beyaz plastik masaları ve kalabalığı gördüm. Bugün ev sahibim Şakir dayının ölümünün yedinci günüydü. Bir gün önce konuşmuştuk. Sigara içmiştik birlikte. Geçmişinden bahsetmişti bana. Gülüşerek girmiştik evlerimize. O gece yatağına yatmış ama sabah uyanamamıştı. Basitçe. Öylece ölüp gitmişti işte. Çok yaygara koparmadan. Gölgesini bile düşürmeden. Rüzgar gibi ölmüştü Şakir dayı.
Bir haftadır her gece kadınlar evde toplanıp Kur’an okuyorlardı. Yedinci gün Şakir dayının ruhu için evde mahalleliye yemek vereceklerdi. Kalabalığı görünce önce canım sıkıldı ama sonra yemeği beleşe getireceğim için içten içe sevindim. Gidip herkes gibi yemek sırasına girdim. Plastik tabldotu tutuşturdular elime. Yemekte tavuklu pilav, yoğurt ve tahin helvası vardı.  Biraz utanarak aldım yemeği. Nedense çekinmiştim. Yemek veren kadınların yüzlerine hiç bakmadım. Belli belirsiz teşekkür ettim. Erkeklerin olduğu yol tarafına geçtim – buralarda kadınlarla erkekler birlikte yemez genelde- boş bir masa aradım. Komşu Zeki amcanın masası boştu. Gittim yanına. Hiç sormadan masaya çöktüm.

“ Afiyet olsun Zeki amca.”

“ Sağol yeğenim.” dedi. Pilavından bir kaşık aldı. Bir parça da tavuk buldu pirincin arasından. Onu da yiyip ben hiçbir şey sormadan kendi kendine konuşmaya başladı:

“ Şakir hem benim yetmiş beş senelik arkadaşım hem de komşumdu. Ama bak o da öldü gitti. Ne kalıyor ki zaten geriye bizden? Hepimiz ölüyoruz. Zamanında sınıra bir elma  ağacı dikti diye içerlenmiştim Şakir’e. Bak senin de aklında olsun sınıra ağaç dikilmez. Çünkü gölgede mahsul olmaz yeğenim.  Ben de ağaç büyüyünce bizim avlunun gölge düşen yerinde mahsul olmaz diye Şakir’e bunu buraya dikme demiştim. Şakir de bana ‘Yav büyüsün yeter ki hem senin çocuklar yer hem benimkiler’ demişti.”
               
               O anlatırken kaşığı bıraktım. Zeki amcayı dikkatle dinliyordum.

“ ben yine de istememiştim ama ses etmedim. Gel zaman git zaman elma büyüdü ama Şakir’in çocuklarda benimkiler de buralardan gitti. Biz de yaşlandık bahçe ekemez olduk. Dişlerim de elma yiyince acıyor elma da yemiyorum. Geçen sene ağacın gövdesine kurt girmiş. Bak bu da aklında bulunsun meyvenin gövdesini baharda kireçleyeceksin. Kireçlersen kurt girmez ağacın gövdesine.Ama Şakir hastaydı geçen baharda hatırlarsın. O yüzden kireçleyemedi. Ben de ihmal ettim.  Ağaç kurudu. Bu sene kendini ihmal etti, Şakir öldü. Seneye de ben ölürüm herhalde. Yaklaştı hissediyorum zaten kaç zamandır. Şakir benim tek dostumdu ona güveniyordum. O ölmeden ölmem diyordum. Bak o yok şimdi.” Gevrek gevrek gülerek devam etti, “Hadi sana bir pilav daha çıktı, seneye de benimkini yersin bir öğünü daha beleşe getirirsin kerata. Bak kaşıkla şu pilavı, çekinme. Hayat böyle yeğenim. Birileri ölecek ki başkasının karnı doysun.” Dökük ve sarı dişlerini göstererek gülmeye devam etti.
                Boğazım düğümlendi. Yemeği yiyemeyecektim ama Zeki amca sürekli ‘pilavı kaşıklasana yeğenim’ diyerek beni uyarıyordu. Güçlükle yedim pilavı. Üzerine yoğurdu ve tahin helvasını da yedim ayıp olmasın diye. Kalktım hızlı adımlarla kimseyle konuşmadan binanın kapısından girdim. Kadınların arasından sıyrılıp üst kattaki evime çıkmaya çabalarken Şakir Dayının bastonunu gördüm. Kullanmazdı pek. Kendine yediremezdi. Bazen karısı zorla tutuştururdu eline camiye giderken. Köşede duran bastonu karışıktan faydalanıp aldım. Merdivenleri üçer üçer çıkarak evime girdim. Şakir dayının evindeydim, elimde onun bastonu ve midemde onun pilavı vardı. Küskün olduğum çekyata uzandım. Göğsüme bastonu koydum. Öylece tavanı izliyordum. Bir sigara yaktım.

                Öğrenci evlerinde, barlarda, sahilde, üniversite kantinlerinde oturup hayatın anlamını sorgulardık eskiden. Tonlarca anlam yüklemiştik hayata. Hepsi yanlışmış oysa. Fena halde yanılmışız biz. Hayatın anlamını bugün Kaz dağlarının eteklerinde Tanrı’nın unuttuğu bir kasabada, yetmiş beşini aşmış bir yörükten öğrendim. Hayat son derece basitti. Gidişatı farklı ama finali her seferinde aynı bir filmdi hayat. Herkes bir şekilde yaşıyor ve sonunda ölüyordu. 
              Sigara dumanın tavana doğru yükselişini izledim uzunca bir süre. İpi kopmuş uçurtmasını izleyen bir çocuk gibi.