27 Ekim 2013 Pazar

Headshot

            Uykumuzun en güzel yerinde dev bir kilise çanı gibi çalan kapının ömür boyu sakat bırakacağı rüyaları yastığa gömüp şiş gözlerle kapıya koştuk. Kapının önünde sinirle duran beyaz atletli babamın tepesi dökük saçlarından terler damlıyordu. Annem yatak odasından kafasını çıkarmış korkuyla koridorun sonundaki kapıya bakarken; ben babamın arkasında elimdeki Karavana Sam oyuncağını sımsıkı tutarak duruyordum. Babam bir kale muhafızı edasıyla kilitleri açarken hayatımızın değişeceğini anlamıştım. Babam önce kapı aralığından bakıp, ardından kapıyı sonuna kadar açtı. Babamın çıplak ayaklarına, dizleri çıkmış eşofmanına, ve aslında beyaz olması gerektiği halde terden rengi kum sarısına çalan beyaz atletine karşın, kapıda duran adam oldukça özenli giyinmişti. Bembeyaz gömleğinin yakaları ince yüzünün altında iguanayı andıran sarkık gıdısını sımsıkı kavramıştı. Üzerindeki siyah takım belli ki özel diktirilmişti. Siyah kravatı iliklenmiş ceketinin altına gireceği hesaplanarak bağlanmıştı. Ellerini önünde bağlamış olduğu için kol düğmelerinin pahalılığını seçebiliyordum. Babam kapıyı açınca başını kendinden emin bir ifadeyle hafifçe yukarı kaldırdı. Beyaz saçları çok gürdü ve tel gözlüğü traşlı suratının üzerinde çok İngiliz durmuştu. Babam kalın ama cızırtılı bir sesle sordu :
-          Buyrun, hayırdır?
-          Beyefendi… Üzgünüm ama…
-          Ne var? Noldu?
-          Beyefendi, babanıza headshot yapmışlar.

Babam yavaşça başını öne eğdi. Adam hala çenesi yukarda bir şekilde kıpırdaman bahşiş bekleyen bir pizzacı gibi bekliyordu. Babam elini kel kafasında gezindirdi. Karavana Sam’e daha sıkı sarıldım. Arkamı döndüğümde dağınık saçlarıyla kapıda duran annemin yüzündeki dehşeti gördüm. Kınalı saçları pembe geceliğinin üzerine düşmüş, sağ eli göğsünde, bir heykel kadar hareketsizdi. Babam koridor boyunca ilerleyerek salona girdi. Zamanında kanlı sokak kavgasında bir polisten tokatladığını söylediği barettasıyla geri geldi. Hiç konuşmadı. Koridor boyunca yürüdü. Annem hiç kıpırdamadı. Adam çenesini indirme nezaketi bile göstermedi. Babam yürüdü. Ben Karavana Sam’i yere bıraktım. Babam yaklaştı. Adamın önünde durdu. Babam hiçbir şey sormadı. Adam herhangi bir cevap beklemedi. Babam kolunu kaldırdı. Tereddüt etmedi. Yarım metre mesafeden tetiği çekti. Kurşun adamın tel gözlüğünü parçalayarak kaşlarının arasından girdi ve başının arkasından kafatasını terk etti. Adamın elleri bile çözülmedi. Geriye doğru devrilerek verandaya yığıldı. Verandanın tahta merdivenleri üzerinden toprağa süzülen kanı gördüm. Babam kapıyı kapattı. Annem ve ben hiçbir şey söylemedik. Çığlık dahi atmadı annem adam vurulurken. O gece hepimiz kanlı rüyalar gördük.
            
           Ertesi gün cinayet suçundan polisler babamı içeri aldı. Annemle biz tepki vermedik çünkü polisler haklıydı. Babam cinayet işlemişti ve bunu bir polis silahıyla yapmıştı. Tüm bunların üstüne cesedi gömme nezaketi bile göstermemişti. Babamı hapse attılar. Headshot yapılan dedemin cenazesine de gidemedik. Çünkü o gün babamın mahkemesi vardı. Duruşmaya annemle beraber gittik. Babam sanık sandalyesine oturdu. Hakim onlarca saçma sapan hukuki zırvalığın ardından babama sordu:

-          Maktulü neden öldürdün?
-          Topluma yararlı bir birey olmak adına milli değerlerimizi yerine getirmek, unutulmuş örf, adet ve geleneklerimizi yeni nesillere aktarmak adına öldürdüm o adamı hakim bey. Ölüm haberini getiren kişiyi öldürmek bizim en eski alışkanlığımız olmalıyken bugün neredeyse unutuldu.
-          Böyle bir gelenek olduğunu bilmiyordum.
-          Tabi ki bilmezsiniz. Kimse bilmiyor. Bu eylemle unutulmuş bir geleneği dünyaya tekrar kazandırmak istedim. Şükürler olsun ki bugün bunu başarmış bulunuyorum.

Babam pis pis gülerken salondan müthiş bir uğultu yükseldi. Hakimler susturamadı. Bir anda arbede başladı. Sandalyeler havada uçuşurken kalabalık birbirini ezerek salondan dışarı taştı. Salonda bulunan insanların her biri bir yana dağılarak ilk gördüğü kişiye babamın uydurduğu bu geleneği anlatmaya başladı. Bir günde neredeyse bütün bir şehir bunu öğrenmişti. Akşam haberlerinde bu konuşuldu. Ertesi gün gazetelerde dev manşetler atıldı. Bir anda bütün ülke bunu öğrendi. Çok kısa bir zamanda dünya artık bunu kabullenmişti: Ölüm haberini getiren kişiyi öldürün. Silah sesleri hiç durmuyordu. İnsanlar sonunda ölüm acısını hafifletmenin yolunu bulmuşlardı. Sevdikleri birini kaybetmenin acısını ya birini öldürerek ya da yalan ölüm haberleri götürerek hafifletiyorlardı. Bir süre sonra dünyada ne cinayet ne de intihar kavramı kalmadı.

Çevremdeki herkes yavaş yavaş ölmeye başladı. Hepsi ölüm haberi taşıdı birilerine. Herkesin hayattan ne kadar nefret ettiğini bu şekilde anladım. Ama ben henüz ölmek istemiyordum. Bunun yanında kimseyi öldürmeye de niyetim yoktu. Mezarlıklar dolup taşmaya başladı. Her saniye başka bir yerden silah sesi geliyordu. Dünya neredeyse devasa bir mezarlığa dönüşmüştü.  Bazıları hala çekimserdi. Evden hiç çıkmıyorlardı. Kimseyle iletişime geçmiyorlardı. Biz de bu gruba giriyorduk. Babamın yalanı yüzünden her gün birileri ölüyordu.

Birkaç yıl içinde dünya nüfusu neredeyse yarıya indi. Babamdan tiksinir olmuştum. Yüzüne bakmıyor, onunla konuşmuyordum. Babam da bunun farkındaydı. Bir gün beni yanına oturttu ve yumuşak bir sesle anlatmaya başladı:

-          Bak oğlum seni böyle boktan bir dünyada yaşatmak istemiyordum. Bu yüzden bir nebze olsun bu dünyayı değiştirmek istedim. Daha yaşanılır bir dünya istiyordum. Bunun içinse insanların maddeden, yani o pis bedenlerinden kurtulmaları gerekiyordu. Yıllarca anlattım ama anlamadılar. Bende bedenlerinde esir olmuş ruhlarını kurtarmak için bu ölüm furyasını başlattım. Bir gün, inan bana oğlum bir gün insanlar bedenlerine ihtiyaç duymadıklarını anlayıp ona hizmet etmekten vazgeçecekler. Buna gerçekten inanıyorum.

Hiçbir şey söylemeden kalkıp odama gittim. İnsanlar artık cesetleri gömmeyi yetiştiremiyordu. Dünya kocaman bir morga dönüşmüştü. Babamın anlattığı şeyi düşündüm. Uykularım kaçtı uyuyamadım. Sabaha karşı evi terk edip dağlara, kimsenin olmadığı yerlere çıktım. Gerçekten beden gereksiz miydi? Bedenimi beslemek yerine ruhumu besledim dağlarda. Gezindim durdum. Geceleri mağaralarda uyudum. Yıldızları izledim. Sevdiğim kızı düşünmem gereken çağlarda Allah’ı düşündüm. Neden bir beden verip ondan kurtulmamız gerektiğini anlamaya çalıştım. Gökyüzüne taş attım bazen. Belki bir meleği düşürüp bir iki soru sorarım ihtimaliyle. Hiç melek düşüremedim. Kuşlara dünyayı sordum. Çoğu zaman cevap vermediler.  Allah’a seslendim geceleri. Dua etmekten bayılana kadar dua ettim. Bir gün bir karıncaya aldım avuçlarıma. Ona şefkatle yaklaştım. Dedim ki “Biz neyiz?” karınca cevap verdi “Biz O’yuz. O’ndan geldik O’na gideriz. Biz O’nun dünyaya saçılmış parçalarıyız.”

O gün karıncayı yere bıraktığımda anlamıştım. Aynı ruhun parçalarıydık. Babam haklıydı. Bedenler esaretti. Bedenler cehennemdi. Bedenler ayrılıktı. Bedenler çirkefti. Hepimiz aynıydık ve ama bunun farkında değildik. Öldüğümüzde yine tek olacaktık.

Şehre doğru yürüdüm. Kurşunların ve cesetlerin arasından geçtim. Şehir artık eskisinden daha güzeldi. Binlerce ruhun şehirde gezindiğini hissettim. Yerde bulduğum bir altıpatları elime aldım ve ilk gördüğüm adamın kafasına sıktım. Adamın cebinde ev adresi vardı. Evine gittim. Kapıyı çalıp ellerimi önüme bağladım. Kapıyı genç bir adam açtı. Ve ona dedim ki:


-          Babanıza headshot yapmışlar. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder