17 Haziran 2013 Pazartesi

Gezi: Ben Hep Oradaydım

      Biber gazı kapsülünden çıkan bir cin zannettiniz beni ama yanlış, ben sizin içinizden çıktım, biber gazı sadece lambayı okşadı. Fakat ben hep oradaydım. Toprağın altında dolaştım, bağırsaklarınızda konakladım, kanınıza karıştım. Beyninizin her kıvrımında ben vardım. Hem de yıllarca, başından beri... Farkına varamadınız, çünkü belli etmedim kendimi. Derinden gittim, ses etmedim ama terk de etmedim. Dediğim gibi hep oradaydım.
       Kaldırım taşlarını söktürüp barikat yaptıran bendim. Duvara yazı yazanların kulaklarına fısıldayan, tomanın önünde gitar çalıp dans eden çocuğa notaları söyleyen bendim. Tazyikli suyun önünde dimdik duran kızın sırtını ben destekledim. Dünyayı ben yaratmadım ama ben şekillendirdim. Bugün Gezi Parkı’ndayım ama aynı zamanda tüm Türkiye’deyim. Ben içinizdeyim, kanınızdayım. Her zaman oradaydım. Bana şimdi direniş diyorlar ama hayır, adım daha eski, hem de çok daha eski.


                                                                                                                                             Bulut TAR
               10.06.2013  



6 Haziran 2013 Perşembe

Gezi : Yanlış Tarafın Öyküsü

                Aşağıda on binlerce insan görüyorum. Hayır insan olamaz bunlar. Bunlar resmen çapulcu! Sanki Ganj Nehri’nin deltası gibi yüzlerce koldan aynı yere toplanıyorlar. Bayraklar ve gaz maskeleri var meydanda. Marjinaller, ayyaşlar, gitaristler, imamlar, öğrenciler, tinerciler, orospular, çocuklar… Binlercesi toplanıp benim için gelmiş gibiler. Tam ortalarına, sanki bir şeftaliyi çekirdeğinden vururmuş gibi, düşmek istiyorum. Hayır dur dur! Bunlar tamamen içgüdü. Sakin olmalıyım. Ben artık ben olmamalıyım. Lanet olsun görevime! Ben de sevilmek istiyorum ama yaradılışım müsaade etmiyor. Ah evet, düşmeye başladım şimdi. Olanca şiddetim ve peşimde bir kuyruk gibi uzanan duman bulutuyla muhteşem görünüyor olmalıyım. Kuyruklu yıdızları kıskandıracak bir şiddetle düşmeliyim. Hepsini ama hepsini boğmak istiyorum. Beni gördükleri anda kaçışmaya başlayacaklar. Hiçbiri dayanamaz benim dumanıma. Sonsuz bir zehir ırmağı gibi her birinin ciğerini parçalamak istiyorum. Lütfen durdurun beni ben bunları yapmamalıyım. Fakat yapabildiğim tek şey bu. İstiyorum. Beni gökyüzüne doğru fırlatan her kimse, onun kalbine çöreklenip bütün atardamarlarını yırtmak istiyorum. Ama olmuyor. Ben çapulculara gönderilen ne ilk ne de son Biber gazıyım. Benden sonra diğer kardeşlerim çapulcuların üzerine Moğol okları gibi yağacaklar. Bunu nasıl durdurabilirim? Bir namludan Gezi Parkı’na doğru gönderildim ve tek görevim bu çapulcuları dağıtmak. Tıpkı bir iblis gibiyim. Onları zehirlemek için yaratıldım ve binlercesinin arasına süzülüyorum. Hiçbir biber gazı benim kadar mutlu olamaz! Özür dilerim. Hiçbir gaz bombası benim kadar şerefsiz olamaz! İçimizi kin ve kötülük kaplamış olsa dahi, kimse kendi halkını zehirlemek istemez. Fakat beni buraya gönderdiklerine göre sanırım bu denli şerefsiz insanlarda var! Hepsinin ellerinden öpmek isterdim ama şu anda durum buna müsait değil. Şimdi bir sürü çapulcuyu ağlatmak üzere gökten zarif bir şiddetle Gezi Parkı’na doğru süzülüyorum. Benim gibi yüzlerce gaz bombasıyla birlikte onlara hiç tadamayacakları kimyasal acılar tattırmak için buradayız. Yanımda benimle birlikte Gezi Parkı’na düşen bir biber gazıyla göz göze geliyoruz. Birbirimize hain bir gülümseme fırlattık. Sanırım bizler, yaradılışımız gereği şerefsiziz. Acı çektirmekten zevk alan, sadist biber gazlarıyız!

                Ne mutlu bizlere ki, güçlünün yanındayız. Gezi Parkı’na yıllarını vermiş bir çınar ağacının yaprakları arasından geçip, yer çekimini de kendime dost edinerek durdurulmaz bir şiddet kazandım. Yaklaşıyorum. Çok sıcağım ve öldürmeye yeminliyim. Kudretli bir hızla yere düşerken bir çapulcuyu sol gözünden vuruyorum! İşte bu! Ayyaşın gözü asla göremeyecek! Metalimde kanlarla Gezi Parkı’nın zeminine düşüyorum. Hızımı kaybettim ama yoğun gaz salgılıyorum. İnsanlar yüzlerini ekşitiyor. Sanırım başardım! Ah Tanrım, lütfen şeytan beni görüp biraz örnek alabilir mi?
         
            Tekmeliyor beni çapulcular. Benden korkmuyorlar! Benim gibi yüzlerce kardeşim üzerlerinde Zeus’un şimşekleri gibi çakarken korkmuyorlar! Onların inancını ben dahi içimde hissediyorum.  Kötülük için yaratıldım. Fakat bu çapulcuları gördükten sonra utanıyorum kendimde! Sanırım uğruna savaştıkları şeyler kuvvetli. Benim gibilerin asla bilemeyeceği bir şey için savaşıyorlar: özgürlük! Keşke bende özgürlük adına kendini feda eden bir biber gazı olabilseydim. Ama ben bir direnişçiyi kör ettiğim için övünebilecek kadar puştum! Beni öldürsünler istiyorum. Tam bunları düşünürken bir el sarıyor metal gövdemi. Bana hayatım boyunca bir daha asla duyamayacağım küfürler ederek beni bir toma’ya doğru fırlatıyor. Tomaya çarpmak üzereyken, az önce göz göze gelip karşılıklı gülümsediğimiz biber gazını görüyorum. Yine göz göze geliyoruz. Fakat bu sefer ikimizde ağlıyoruz.


            Artık hiçbir şeye inancım kalmadı. Ait olduğum yerlerden nefret ediyorum. Beni neden sevmediklerini anlıyorum. Hiçbir zaman insanlığa yararım olmadı. Asla olmayacak. Öldürmeliydim kendimi. Tüfeğin namlusundan çıkmadan intihar etmeliydim. Unutmamalıyız ki, bazen kendini feda etmek en büyük erdemdir. Faydasız olduğunuzu hissettiğiniz anda onurunuzla çekip gitmesini bilmelisiniz. Kendimden nasıl utanıyorum bir bilseniz. Ben kaderime boyun eğdim ve kötülüğü kabullendim. Siz hiç kimseye boyun eğmeyiniz!

                                                                                                        Onur Tuncay

Gezi: Geri Dönüşün Öyküsü

 
        "Anamın yemenisini bir daha koklamak nasip olmasın; daha da doktorlara küfür etmeyeceğim."
      Beyaz önlüklü çocuklardan ikisi beni barikatlardan içeri taşırken kesik öksürükler eşliğinde Diş perilerime, böyle ant içiyordum. Dişçilik ikinci sınıftaki kızın gözleri gazdan akmıştı. Çocuk beni yere yıkılmış reklam tabelasının hemen yanına bıraktı. Bir kalem fener çıkarıp gözlerime tuttu. Parmağını sağ kulağımın etrafında şıklatırken yanındaki yaşıtı çocuğa "Kafa travması yok," dedi. Kızın adı Ela'ydı. Ela'ya dedim ki; "Ela eğer sabaha buradan çıkarsak sana sütsüz kahve ısmarlayacağım." Ela gülümserken o sırada gözlerime su püskürten çocuğu başıyla göstererek, "Tolga da bizimle gelirse neden olmasın. Ben evcimen tiplerdenim, erkek arkadaşım olmadan öyle parklarda çocuklarla kahve içemem," dedi. Tolga anlayışla bana gülümsese de; ihtiyacım olsa zevkle şuracıkta prostat muaynesi yaparmış gibi geldi. İç kanama için beni kontrol ettiği an da onu alnından öpüp, ikisine de teşekkür ederken ellerimle destek istedim. Ayağa kalktığım ilk anda bütün dünyanın sabit ve berraklığının tadını doyasıya çıkardım. Sinüslerimden bir şeyler acıyarak beynimde hareket etti. İlk saniyelerimin sıradışı tadı çabuk kaçtı; midem sıkılmış bir havluya, bacaklarım pelteye dönüştü. Ayakta durmak için çabalarken etrafıma göz attım. Selpak mendilden daha şekil durması hariç bir işlevi olmayan hemşire maskeleriyle bazı çocuklar birbirlerine ilaç ve su dağıtıyordu, cüretkar bir kaç tanesi diş telleri gözükecek kadar dudaklarını kemirip, çektiği derin nefesle aşağı inmek için kendinde cesaret arıyordu. Bir an kuş uçuşu 100 metre arkamda insanların ağaçların arasında battaniyelere sarınıp, şiir okuyup, içtiğine inanasım gelmedi. Telli çocuğun yanından geçen Çarşı grubundan bir kaç genç, basket şortu yırtılmış beni özel harekatçı gibi gösterecek kadar mütevazi giyinmişti. Gruptan kafasını streç filme sarmalayan biri bana seslendi: "Ağaçların oraya ilerlediler mi birader?" "Yok her şey sakin. Gaz atıp beşiktaştan yürümesine izin verdiklerini copluyorlar, rutine devam." Çocuk streçle kafasını görünmez bir koninin içine hapsetmeyi başarıp ruloyu bakmadan arkaya uzatırken: "Eee İnönü nasıl?" 
        "Aşağısı, Tophaneli nargileciler Saygon'u işgal etmiş, hardal gazı aromalı nargile körüklüyorlar gibi." Grup yokuş aşağı devam ederken Ela'nın elindeki suyla ağzımı çalkaladım. Üzerinde öpüşen iki palyaçonun resmi basılı mavi bandanamı sirkeyle ıslattım. Tolga bombalanmış revirden gelen iki kadının sedyesine koştu. Ela gözleri onu takip ederken bana sordu: "Aşağı inmeyi düşümüyorsun değil mi?" Sonra da "Sakın!" diye ekledi. O son lafı pek hoşuma gitti. Kollayanım olunca sevinirim öyle. "Sen çocuğu yalnız bırakma, ben biraz dinlenir öyle inerim." Kız bana beklememi işaret edip sedyelere yardım için koştu. Belki benden 4 yaş küçüktü, belki onu kütüphane de ya da bir kafede sevgilisiyle kahkaha atarken görsem, şu yetişkin görünmek için ölen çocuklardan sanardım. Ela ve sevgilisi bayılacağımı düşündüğüm son 40 metrede beni bulup yokuş yukarı taşımışlardı. 
         Kesif dumanın içinde eriyen hardal rengi ışığa doymuş gökyüzüne baktım. Ufak bir martı sürüsü ışıkların içinde daireler çizerek süzülüyordu. Yanımdan geçen lacivert başörtülü bir kız, yanındaki maskeli, uzun kıza 13 yaşındayken Kanlıca'da bir keresinde deniz kızı gördüğünden bahsediyordu.
            "İyi aşağı geri dönmemişsin." 
             Diş perisinin sesiyle irkildim. 
            "Şimdi iniyorum," dedim. 
         "Orada durum iyiye gitmiyor. Gümüşsuyu'ndaki revire saldırdılar, buraya da çıkacaklar. Bırak dinlenmiş olanlar inip bağırsın!" 
             "Ha yok be. Bağırmaya inmiyorum, arkadaşım orada kaldı. Onu görmem lazım." 
           "En son kaçan sen vardın, arkadaşın kesin barikata varmıştır, dumandan seçemezsin. Tolga'yla ben bakarım."
       "Teknik olarak o barikata gelemez. Ben daha aşağı ineceğim. Dolmabahçe tarafına, en son oradaydı."
            "Üzgünüm ama o zaman tutuklanmıştır ya da daha kötüsü…"
        "Yok onu tutuklamamışlardır. En son bildiğim salak olmak hala yasaldı." Eldivenleri taktım.            Ela bir kez daha baktığım kuşlara gözlerimi takip ederek baktı sonra, "Bence yapacağın bir şey yok ama dikkatli ol."
        "Onu bulup derdimi anlatmam lazım. Şöyle küfürle bir giriş yaparım seni orospu çocuğu falan diye. O beni kaçmak için gazlamasaydı polisler üzerimden on kere geçmişti; o yüzden sonra ona öyle erkekçe sarılırsam iyi olur… Neyse iyi çocuk, bu kadarını hak ediyor… Galiba."
       Kızın gözlerinin kahvesinde siyah bir pırıltı gezindi. Hafifçe kırpıldılar, kapanmadan. Aşağı yürürken arkamdan seslendi: "Olur da aşağıda denk gelirse, diye soruyorum: Kask numarası ne?" 
          "Bilmem. Kolay aslında, aşağı indiğinde lacivert kuvvete, Flannery O'Conner kitabını iki senedir geri vermeyen hırsız göt kim, dersen belki öne çıkar."
          Öyle konuştuktan sonra arkamı bakmadan sisin içinde kaybolayım dedim fakat 'pusun içinde yitip giden gizemli herifi' sahneleyemedim. Arkamı döndüm. Bir daha nerede görecektim bu ikisini? Belki yirmi sene sonra üst çenemdeki son yirmilik dişim çürüdüğünde, ben elimde buzla bekleme salonunda 2033'ün En İyi Dantel Desenleri kataloğunu okurken, dal gibi ince yaşlanmış bir kadın eldivenli ellerini ağzıma sokmak için yanıma gelirdi. Ben belki anımsar ama soramazdım. Birileri "Doktor!" diye feryat etti. Önüme dönüp yürümeye devam ettim. Gaz yemekten gözleri balık sırtı gibi parlayan, İrlandalıyım diye bağıran kızıl saçlı adam gaz maskesini boynuna sıyırmış halde yanımdan geçerken şapkasının siperine dokunup beni selamladı:  "İyi geceler kardeş."
             Hayali şapkama dokunarak karşıladım.
             Aslında düşününce, harbiden iyi bir geceydi.   

Tolga AYDIN

2013
Çapulistan
   

Gezi: Bir Yol Öyküsü


'' gel... gel... gel...''

Karanfil pembesi teninden naiflik kokuları yükseliyor. Tam bir hanımefendi. Bir orkestra şefi edasıyla kollarını iki yana açmış, kalabalığın karşısında dikiliyor. Çapa kadar sağlam. Mütevazi dudak hareketleriyle sesleniyor.

 '' gel... gel... gel...''

Binlerce insan, mabedin saman rengi yollarında yürüyoruz. Çapulcu adımlarla. Eski zamanlarda maviye çalan yollarda. O kadar çok ayak altında kalmış ki, artık yaşlanmış. Bir annenin kalbi kadar sıcak bir gündoğumu vaat eden sis bulutları, elimizi yüzümüzü yalayarak aramıza karışıyor. Binlerce insan... Aynı ritimle öksürüyor, eş zamanlı nefes biriktiriyor, uygun adım doğruluyoruz. Göz kapaklarımız kırmızı şarapla yıkanmış, ayyaş bakışlar  atıyor. Kısık... Yalpalayarak.

''gel... gel... gel...''

Örgülü saçları boynunun iki yanından şelale gibi aşağı salınırken barış tanrıçası ''Eirene'' gibi ışıldıyor. İlerlemeye çabalıyorum. Ayaklarım, bacaklarıma direniyor. Erkekliğimden, kalıbımdan, mecalimden hatta varlığımdan bile utanıyorum. Şuradaki görkemli kalabalık arasında kapladığım bir metre karelik alanı bile hak etmediğimi düşünüyorum.

Sis bulutları aralanıyor. Ellerimi, yanaklarımı koyu kahverengi bir perde gibi saklayan sakallarıma götürüyorum. Salya, sümük ve gözyaşından kaskatı kesilmiş. Dokununca tenime bıçak gibi batıyor.  Yanımda kafasında kalan birkaç teli terden alnına yapışmış, kambur bir adam var. Elini omzuma atıyor. '' İyi misin ?'' diye soruyorum. Başını önüne eğiyor.  ''Yaklaştık mı? '' diye karşılık veriyor. '' Az kaldı'' diyorum. '' Karım orada beni bekliyor. Çocuklarımla birlikte, torunlarımla...'' Lafını yarıda kesiyor.  Buğulu bakışlarımı yerden kaldırıyorum. Önümdeki insan selinin ilerisinde, paslı metalden çitlerin üzerinde, kuzgunları görüyorum. Sayılarını kestiremiyorum. Grotesk gagalarıyla kanatlarının arasını kaşırlarken, Vietnam'a şahitlik yapmış bir karga bile yanlarında masum kalıyor. Sis dağıldıkça ufukta, mabedi çevreleyen ormanların yeşil ve turuncu çatıları beliriyor. Kuzgunlar önümüzde devasa pençelerini çitlere kenetlemiş, karanlık gövdeleriyle dikiliyorlar. Bekliyorlar. Adımlarımızın tedirginleşmesini...  Yüreğimizden sızacak olan korkunun kokusunu duymayı bekliyorlar. Yine saldıracaklar. Daha önceden yaptıkları gibi. Tekrar tekrar...

Kambur adam öksürüyor. '' Orada ihtiyar bir ağaç var. Sağolsun, insanların dallarında oturmasına izin veriyor. Ailem de aralarında. Herkese yetecek kadar yeri var.'' Karşılık olarak kamburunu sıvazlıyorum. Bir anda kalabalıktan uğultular yükselmeye başlıyor. Kuzgunları görüyorum. Gökyüzünde süzülüyorlar. Gırtlaklarından hurdalık köpeğini andıran bir ses yükselerek kalabalığın gürültüsüne karışıyor. Yine saldıracaklar. Gözlerim Eirene' yı arıyor. En önde, nazik hareketlerle elindeki bandanayı boğazına düğümlüyor.  Tam bir hanımefendi. Sis bulutları yeniden insanlarla aramıza duvarlarını örmeye başlıyor. Kuzgunlar bir kurşun gibi üzerimize yağarken çığlıklar yükseliyor. Başımı göğsüme kapatmadan son bir çabayla, Eirene'nın sisin içinde yitip giden çehresine bakıyorum. Sonra kambur adamın ellerinden tutarak yere kapaklanıyorum. Adam titiriyor, ben de öyle. Korkuyoruz. Buradaki herkes gibi... Ölümle alakalı değil, devam edememekle ilgili bir korku.

Kuzgunlar güneşin önüne perdelerini çekiyorlar.  Karanlığa gömülürken tekrarlıyorum.  ''gel... gel... gel...'' Eirene. Tam bir hanımefendi. Cemal Süreya'nın dizeleri akıyor dilimden.  ''Aklıma kadeh tutuşların geliyor. Çiçek Pasajında akşamüstleri.''
                                                                                                      
                                                                                                                 
                                                                                                                                               ekin gökgöz