Philip K. Dick’ten George Orwell’e kadar… Demişlerdi zamanında.
‘’Düzen’’ bizim sonumuz. Öyle bir
matemetik var ki bu düzenin içinde, doğru rakamları bulup bazı işlemlerden
geçirsen sıçtığın saat aralıklarını dahi öğrenebilirsin gibi. Reklamcıların
parmağı var bu işte, öyle eminim ki. Aşkı da onlar icat etmediler mi? Ne büyük
düzen değil mi aşk? Toplum sana
sevebileceğin bir kadın buldu. Şimdi elini yüzüne bulaştırmazsan çoluk çocuğa
karışabilir, annene de eli yüzü düzgün
bir torun bağışlayabilirsin… Rutini koru. Sevişirken kafan ayık olsun. Çocukların harçlıklarını unutma. Temiz bir sakal tıraşı; mutlaka kahvaltı öncesinde. Sakın ihanet etme! Eşine, işine, televizyonuna, arabana... Sakın!
Fena çektin cavlağı be oğlum!
Fena çektin cavlağı be oğlum!
- bir trakyalı baba nasihati -
Haluk Bey, bir gece yarısı, rüyasında ateşli bir kadınla şehvetli bir birleşmenin ortasındayken kan ter içinde uyandı ve aletinin dimdik olduğunu gördü. O an, içinde mastürbasyon yapmaya yönelik müthiş bir istek uyandı. Ona kıçını dönmüş ve yorganın yarısından fazlasını üzerine çekmiş olan güzel karısını uyandırmak istemeksizin parmaklarının ucunda odadan çıktı ve banyoya girdi. Kapıyı usulca kitledi. Yakalanmak istemiyordu. - karısı değil; ama yaşı henüz ergenliğin eteklerinde olan oğlu, bazen sigara içmek için herkesin yatmasını bekler, sonra da banyoya girip tüttürürdü.- Klozet kapağını kaldırdı, donunu sıyırdı, sertleşmiş aletini eliyle kavradı ve okşamaya başladı. Seri bir boşalmanın ardından ellerini yıkadı ve güzel karısının yanına geri döndü.
Bunu pek önemsemedi. Sabah olduğunda
aklından çıkmıştı bile. Güzel karısıyla ve huysuz oğluyla gül ve nar
ağaçlarının gölgelerinin düştüğü balkonlarında leziz bir kahvaltıdan sonra
karısını öptü, oğlunun başını sıvazladı ve işe gitmek üzere evden çıktı. Haluk
Bey, kimya mühendisiydi. O gün de, diğer günlerdeki gibi aynı rutinle, müdavimi
olduğu müşterilerini ziyaret etti ve evine geri döndü. Korunaklı sitesinde,
muhterem komşularıyla birlikte yaşadığı, yeşilliklerin içindeki bej rengi,
dubleks villasına yani. Fakat o gece ve daha sonraki gecelerde de aynı rüyaları
görmeye devam etti. Daha önce görmediği, üryan kadınlarla, yatakta, kanepede,
çamaşır makinesinin üzerinde birlikte olduğuyla ilgili rüyaları: Kumral kadınlar, sarışın kadınlar, esmer
kadınlar... Bunlar onun için rüya değil kabustu tabii. Kabuslardan
uyandığında içinde karşı konulmaz bir mastürbasyon yapma isteği uyanıyordu ve
sonunda buna boyun eğiyordu. Utanıyordu, Haluk Bey. En son mastürbasyon
yaptığında yirmili yaşlarındaydı. Güzel karısıyla tanıştığı günden beri buna
gerek duymamıştı. Şefkatli ve sağaltıcı bir seks yaşantıları vardı. Şu zamana
kadar ondan başka bir kadını arzuladığı olmamıştı. Peki, bu kabuslarına
giren kadınlara karşı duyduğu şiddetli arzu ve engel olamadığı mastürbasyonlar
da neyin nesiydi? Sonunda, Haluk Bey işinin ehli bir psikiyatriste başvurdu
ve mahremini ona açtı. Psikiyatrist, şöyle dedi. ''Sıradan bir seks
hayatınız var. Farklı pozisyonlar deneyin.'' Ama Haluk Bey ve karısı
misyoneri seviyorlardı; farklı şeyler denemenin lüzumu yoktu. Bu sebepten Haluk
Bey, psikiyatriste kulak asmadı ve bir daha gitmemeye karar verdi.
Sonra bir gece, akşam yemeğinde ilginç
bir şey oldu. Haluk Bey, huysuz oğlu ve güzel karısı, şamdanlarda yanan mumlar
eşliğinde somon balığı yerlerken Haluk Bey'in ağzından şu cümleler kurtuldu. ''Geceleri
rüyalarıma başka kadınlar giriyor ve ben kalkıp mastürbasyon yapıyorum.'' Nedendir
bilinmez. Belki de mustarip olduğu bu dert, içinde bir tümör gibi büyümüş ve
dudaklarından dışarı taşmıştı. Karısı yerinden kalkmadan, hep takındığı o
ışıltılı gülümsemesiyle omzuna dokunup '' Dert değil, olabilir böyle
şeyler.'' demişti ve balığın kılçıklarını ayıklamaya devam etmişti. Oğlu
ise, '' Pis otuzbirci!'' diye söylenip tabağını alıp odasına
yollanmıştı. Sonuçta bu da sindirilebilir bir tepkiydi; zira ergenliğin hırçın
yamaçlarında tırmanan oğlunun her zamanki haliydi bu. Bu yüzden Haluk Bey,
ailesinden aldığı makul cevaplarla rahatladı ve o başbelası kabusları bir daha
görmedi.
Aylar sonra Haluk Bey, huysuz oğlu ve
güzel karısı, rutin yaşantılarına devam ederlerken bir gün, sabaha karşı, Haluk
Bey yine aynı kabusla, dolgun göğüslü ve balık etli bir kadınla, müstehcen bir
birleşmenin ortasında terler içinde uykusundan uyandı. Üzerine bir tedirginlik
çökmüştü. Aylar sonra nereden çıkmıştı gene bu kabus? Somurtarak, ezbere
adımlarla mastürbasyon yapmak üzere banyonun yolunu tuttu. Tam donunu
indireceği sırada, dışarıdan gelen birtakım ayak sesleri işitti. Saatine baktı.
Sabaha karşı beş çeyrekti. Neler olduğunu anlamak için evden dışarı çıktı ve
alacakaranlığa adım attı. Kimseyi göremedi; sesler kesilmişti. Arka taraftaki
çimenlik alana bakmak için evin çevresinden dolandığında, çimlerin üzerinde
yalınayak, başlarını ağarmakta olan göğe kaldırmış beş tane adam saydı. Kimisi
pijamasıyla, kimisi şortuyla, kimisi sırf donuyla öylece dikiliyordu. Haluk
Bey, onları hemen tanıdı. Hepsi siteden komşularıydı. İşte, Doktor Vehbi Bey.
Hemen yanında, Avukat Kenan Bey. Onun yanında, Makina Mühendisi Ogün Bey. Ogün
Bey'in yanında, Mimar Levent Bey ve son olarak, Diş Hekimi Bülent Bey. Nizami
aralıklarla yan yana durmuş, güneşin ışınlarıyla aydınlanan ufku
seyrediyorlardı. Haluk Bey, ne yaptıklarına anlam vermeye çalışarak çekingen
adımlarla yaklaştı arkalarından. Yanlarına geldiğinde ise şaşkınlık ve
heyecanla karışık bir çığlık atmamak için zor tuttu kendini. Her biri,
donlarından dışarı sarkan aletlerini kavramışlar, mastürbasyon yapıyorlardı.
Haluk Bey'i fark etmediler bile; yarı uykuda, bedenlerine gömülmüş, sanki kendi
içlerinden bir meseleyi tartışıyor gibiydiler. Belki de birbirlerinin bile
farkında değillerdi. Haluk Bey, komşularının sabit bakışlarında parıldayan
ışığı inceledi teker teker ve nihayetinde dudaklarında şeytani bir tebessüm
kımıldadı. Başını kiremit rengi ufka kaldırdı, sert aletini parmaklarının
arasına aldı; çimlerin üzerindeki çiy tanelerinin çıplak ayaklarında bıraktığı
ıslaklığı hissetti.
Bu altı yetişkin adam, tan ışıklarının
gölgesinde mastürbasyon yaparlarken adeta Jean Marc’ın yağlı boya
çalışmalarından birini andırıyorlardı. Nasıl desem? Tıpkı güneşi
kucaklayan ayçiçekleri gibi.
ekin gökgöz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder