23 Kasım 2013 Cumartesi

Panayır



Ölecek adamın gözlerine bakamazsınız. 
Çünkü Azrail gelmeden önce antik çağlardan bir ulak gönderir. 
Ölüm, aynanın kenarına sıkıştırılmış bir vesikalık gibi oturur insanın gözlerine. 
Onu görürsünüz, onu hissedersiniz, kokusu burnunuzu parçalar ama asla ne zaman geleceğini bilemezsiniz.
 Ansızın inen yaz yağmuru gibidir o.
 Mesela bir lunaparkta gondola binerken ya da kiraz satarken bulabilir sizi.”


Tırnaklarım çürük kirazlar yüzünden kıpkırmızı olmuştu ve ellerimi yıkayamadığım için parmaklarım yapış yapıştı. Bir an önce elimdeki kirazları satmak; asla Edgar Allen Poe’dan soru gelmeyeceğini bildiğim edebiyat sınavına çalışmak istiyordum.  Bunları düşünmeme rağmen gece yarısına kadar panayırı terk etmeyeceğime de emindim. Çünkü satabileceğim tonlarca kiraz, girebileceğim yüzlerce edebiyat sınavı varken; kasabaya yılda sadece bir kez panayır geliyordu ve panayırdaki bütün kızlar çok güzeldi.

Panayır seyrelmiş, ben de ellerimi yıkayıp bir nebze de olsa rahatlamıştım. Bir kilo kiraz karşılığında aldığım haşlanmış mısırı kemirirken yanıma bir adam geldi. Gereksiz sorularla başladığı konuşmasına, sanki tek maçtan yatan kuponundan bahsedermişçesine dedemin ölüm haberini vererek nokta koydu. Elimde yarısı yenmiş bir mısır koçanı tutarken bakakaldım adamın arkasından. Adam, üç gole bir Marlboro veren panayır kumarhanelerine doğru ilerlerken; ilk defa bir insanın ne denli değersiz olduğunu düşünerek  yedim haşlanmış mısırımı.

Bütün kirazları sattığımda tezgahı toplayıp panayırın tenha bir köşesine çekildim. Telefonu çıkartıp son kontörlerimi harcamak pahasına Serap’ı aradım. “Nasılsın?” diye sordum.“ İyiyim. Sen nasılsın?” dedi afallamış bir sesle. Bu fırsatı kaçırmayacaktım. “Bu gece dedem öldü. Moralim çok bozuk.” diye başlattığım konuşmamızın sonunu “Seni seviyorum Serap.” diyerek bağladım. “Deden için gerçekten çok üzüldüm ama seni sevmiyorum.” dedi “Sorun değil. Bende kendimi pek sevmem ama seni seviyorum.” dedim ve bir anda bağlantı kesildi. Ben kız olsam bu sözden etkilenirdim ama Serap etkilenmedi. İkinci, üçüncü ve dördüncü kez aramama rağmen, her seferinde karşıma çıkan  telesekreter sayesinde anladım bunu. Sonra yere uzanıp yıldızları izlemeye başladım.

Kiraz ve Serap konusunu halledip dedemin evine gittiğimde garip bir huzur hissettim. Sanki uzun zamandır beklenen bir şey gerçekleşmişti. Üniversitede okuyan abimin bayram tatiline gelişi gibi, evde kalmış teyzemin düğünü gibi bir huzur vardı. Koltukta yatan ceset  haricinde her şey normale dönmüş gibiydi. Dedemin üstündeki beyaz örtü bana, Serap’ın eldivenlerini hatırlatınca kendimden utandım. Üzülmeliydim fakat zerre kadar duygulanamadım. Dedemin karnının üzerine koydukları ekmek bıçağının, yarın yemek yaparken kullanılacak olması beni ürpertti. Ama belli etmedim. Kalabalık yapmamak için utanarak evi terk ettim.

Ertesi gün okula gidip edebiyat sınavına girdim. Tahmin ettiğim gibi: Edgar Allen Poe’dan hiç soru yoktu. Yine küfrettim. Tırnaklarımda hala hafif bir kiraz kırmızılığı olduğu için ellerim cebimde çıktım okuldan. Ben sınavdayken kılınmıştı cenaze namazı. Tabut mezarlığın kapısından girerken yetiştim cemaate. Bütün kuzenlerim ordaydı ve gözleri ağlamaktan kıpkırmızı kesilmişti. Gözlerinin altları tırnaklarımın rengine yakındı.  Mezarlıkta oluşan manevi hava beni etkilemiyordu. O kadar hazırlamıştım ki kendimi, dedemi gömüyor olmamamız benim için çiçek sulamaktan farksızdı. İmam sureler okurken bir-iki espri bile yaptım. Üzerinde lise üniforması olan bir çocuğun espri yaparken mezarlıklarda pek hoş görülmediğini cemaatin bakışlarından anladım. Herkes üzgün gözüküyordu. Kendimi ağlamaya zorladım ama gözümden bir damla bile yaş gelmedi.


Bir hafta sonra uzak bir akrabamızın düğününe  gitmek zorunda bırakılmıştım. Gözlerimle güzel kızları ararken, bir anda kuzenlerim piste fırladı. İnsanlıktan çıkarcasına roman havası eşliğnde çırpınmaya başladılar. Şaşırdım. Hiç beklemezdim. Bir hafta önce kan çanağı gözlerle mezarlıkta dolaşan kuzenlerimin gözlerinde, bugün klarnetler parlıyordu. Ağlamaya başladım. Çünkü; ölene değil, unutulana ağlarım ben. Cesedini saprofitler tüketmeden unutulmuş bir adam için birkaç asır ağlayabilirim hatta. Lisedeyken cumhurbaşkanı olmak isterdim; şimdilerde ise ikinci bir Sırat Köprüsü olmak istiyorum ilk köprüyü geçemeden unutulanlar için.


Dedem barikatta dövüşürken, sahnede Hamlet’i oynarken veya yeni bir ülke keşfederken ölmedi. Hasta yatağında yatarken kapadı gözlerini dünyaya. Dedemin öldüğü gece ay kararmadı, kimse intihar girişiminde bulunmadı, hiç yangın çıkmadı ve borsa bir kuruş dahi oynamadı. Ben ise panayırda kiraz sattım o gece.

                                                                       Onur TUNCAY
                                                               
                                                                  1 Ekim 2013, Gültepe


21 Kasım 2013 Perşembe

Köprü'den Geçen Karanfil Kokulu Kadın
















RESİM: Ege AVCI

acıyla okuyorum, bitimsiz bir acıyla
ağabeyim benim, kalbim, Attila Jozsef'im
bir çocuğun annesini sevişi gibi
seviyorum seni, kederle ve hüzünle

                                                  Behçet Aysan - Attila Jozsef'i Okurken

Gafur, Kadıköy-Beşiktaş vapurunda annesiyle karşılaştığında denizi izliyordu. Paslı örtüsünün dinginliğine dalıp giderken ne düşündüğü bilinmez. Neredeyse suya karışıp gidecek gibi sarkıyordu küpeşteden. Bakışlarını hiçliğin ortasında bir yere sabitlemiş, uysal akıntının üzerinde görünmez bir yazıyı okumaya çalışır gibiydi. Belki de mavi örtüyü delip geçmek, altındakini görmek istiyordu bakışları. Dedim ya, bilinmez. Annesinin kırçıllı sesini duyduğunda irkildi ve korkuyla başını çevirdi:

''Neyin var kuzum öyle? Aşık mı oldun yoksa?''

''Anne! Ne işin var senin burada?''

''İçeride oturuyordum. Az hava alayım dedim, seni gördüm.''

''İyi de... Daha dün gömdüm ya seni!''

''Son bir kez vapura binmek istedim oğlum. Kötü mü ettim?''

İki gün önce akşam yemeğinde, deniz havası almak istediğini söylemişti annesi. Huzursuz hissediyordu kendini. Hatırladı Gafur; umursamamıştı o zaman. Müzmin baş ağrıları çeken annesinin bu durumuna alışmıştı; aynı zamanda bu minyon tipli ihtiyarı gezdirmek ona külfetti. ''Daha sonra.'' diye geçiştirmişti. Daha sonra... ertesi gün... Kefenini koyduğu çukuru dolduruyordu toprakla. Koyu mavi gözleri bez parçasının altında, inatla parıldıyordu. Tüm ağırlığıyla omuzlarına çöktüğünü hissetmişti bakışlarının. Sorgular gibiydiler. Nasıl da soluksuz sallamıştı küreği; bir an önce kaçıp gitmek istemişti oradan. Teninden süzülen karanfil kokusu yitene dek bocalamıştı yer altını, anasının üzerine. Küreğin sapı, parmaklarında eriyene dek... Şimdi, o koku, senelerdir alışık olduğu samimiyetiyle dikiliyordu başında.

''Nasıl çıktın ana sen mezarından?''

''Son dileğimi diledim oğlum. Biliyorsun, ne zamandır istiyordum denizi koklamak. Sağ olsun, pek bir saygılı, pek bir hürmetli analara karşı.''

''Kim o anne?''

''Azrail Beyefendi, yavrum. Meraklanma sen...''

Bunları söylerken çenesinin altında sallanan bir kurtçuğu çekip denize fırlattı. Kül rengi suretinden kıvrılan minik bir yılan bacaklarından kayıp Gafur'a doğru ilerlerken başını ezip annesine sarıldı. Taze toprak kokusu bedenini sarmaladı, sonbahara çalan seyrek saçları gözlerinin nemine değdi ve soğuk kollarına avuçlarıyla bastırdı.

''Üşüyor musun?''

''Sorun değil, oğlum.''

Ceketini çıkarıp annesinin omuzlarına geçirdi. Beşiktaş, reflü gibi sızım sızım karada alevlenirken uzunca bir süre karşılıklı sustular. Rüzgar, annesinin yanaklarını ufalıyor, deri parçalarını Gafur'un ayak uçlarına savuruyordu. Yere eğilip teker teker toparladı ve cebine attı hepsini. Solup giden yüzüne baktığında annesinin olmayan dudaklarıyla ona gülümsediğini fark etti. Yalnız kirpikleri eskisi gibiydi. Gök kubbeye fırlatılmış oklar gibi... simsiyah... neredeyse nefes alıyorlardı. En azından bir zamanlar ne kadar güzel olduğunu düşündü:

''Hala çok güzelsin anne. Sen niye öldün ki?''

''Başım ağrıyordu oğlum, biliyorsun.''

''Senin başın hep ağrırdı be anam. Alışmıştım artık.''

''Dedim de dinletemedim sana.''

''Sürekli kaşlarını çatar da gezerdin. Nereden bilecektim?''

''Dedim de... Unut gitsin oğlum, mühim değil.''

''Üzgünüm... Çay içer misin benimle? Son kez.''

''Fazla vaktim kalmadı ki çocuğum... Geldik sayılır artık. Beşiktaş'ta bekliyor beni.''

''Kim bekliyor anne?''

''Azrail Beyefendi yavrum, dedim ya.''

''Anladım...''

Vapur yanaşırken son kez sarıldılar. Başını okşadığında bir tutam tütün rengi saç, avuçlarına döküldü. Cebine koydu onları da; yanak parçalarının yanına. Annesi alnında kuru bir öpücük bırakarak arkasını döndü ve usulca süzüldü güverteden. Ayaklarının çamuru, tahta döşemede silik izler bırakmıştı. Gafur, bıkkın adımlarla izleri takip ederek indi vapurdan. Kıyıda, günah kadar karanlık cübbesinin altında yükselen Azrail, kemikli parmaklarını uzatmış bekliyordu. Annesi yanına gelince, el ele tutuşup insan kalabalığına doğru uzaklaşırlarken arkalarından seslendi:

''Anne!''

Annesi duraksayıp Azrail'in kulağına bir şeyler fısıldadı. Sonra başını çevirip içli tebessümünü yerleştirdi yeniden, artık tamamen yok olan dudaklarına:

''Hadi oğlum, evine dön sen.''

''Sırat'ı geçerken temkinli at adımlarını olur mu?''

''Merak etme.''

''Saçlarını tut ellerinle de dökülmesinler anam.''

''Düşünme sen bunları.''

''Boğazın ışıklarını seyrettiğin oldu mu hiç? Senin odanın camından gözüküyor. Sen gittikten sonra sabaha kadar çay içip izledim. Gün ağarırken deniz kızına benzeyen bir bulut geçti üzerinden. Kuyruğu, köprünün tırabzanlarını yalıyordu kıvrılırken. Saçları yanakları boyunca uzayıp belini sarmalamıştı. Sana benzediğine inandırdım kendimi. Sonra yükseldi. Biraz yağmur bıraktı; bir de kuyruğundan bir parça düştü denize. Ardından güneşle birlikte dağıldı gitti. Aynı senin gibi...''

''Benim bir yere gittiğim yok kuzum. Buralarda olacağım.''

''Çok yalnızım anne.''

''Ben senden vazgeçer miyim oğlum? Tekrar geleceğim, üzme kendini.''

Son olarak, annesine el sallayıp ardı sıra gidişini izlerken bitirmek isterdim elbette; ama öyle olmadı. Hikayenin yazarı olarak böyle bitmeyeceğini biliyorum ne yazık ki. Aslında anlatabilmek isterdi Gafur; çaresizliğini, yalnızlığını... annesine benzeyen bulutu bir de. Geride kalan saç telleri gibi kuyruğunu nasıl denize düşürdüğünden bahsetmek isterdi bilhassa. Yine de annesi vapurdan indikten sonra bu konuşmaların hiçbiri olmadı aralarında. Dedim ya, bıkkın adımlarla gitmişti arkasından. Sonra aynı bıkkınlıkla ufukta bir nokta halini alana dek gözledi, Azrail'le birlikte gidişini. Aynı bıkkınlığı yanında taşıyarak turladı sahilde biraz. En sonunda, her zaman yaptığı gibi birkaç bardak demli çay içip terk etti Beşiktaş'ı; gerisin geri Kadıköy'e doğru.

Deniz bu defa kabarmıştı. Vapur, göğsüne vuran dalgalarla bir beşik gibi yalpalarken küpeşteden sarkıttığı kolları ıslanıyordu. Mırıldanıyordu Gafur. Midesinde yeşeren taze pişmanlıkla... Annesinin bir zamanlar sevdiği bir türküyü. Onun gibi titrek... kesik kesik... Divanın köşesine sinmiş kazak ördüğü zamanlarda... Bulaşıkları yıkarken sıcak suyun buharı yüzünü ıslattığında... Yorganı üzerine çekip uyuması için başucunda beklediğinde... Mırıldanıyordu annesi gibi; karanfil kokulu bir türkü:

''Köprüden geçti gelin... Saç bağın düştü gelin...''


                                                                                                                                                 ekin gökgöz
                                                                                                                                           
                                                                                                                                            Gültepe, 07:58

                            

10 Kasım 2013 Pazar

“Işık tasavvur edebilir mi gölgeyi?”

Duvara çarptım. Öğrendim ki duvar çarptığında darmaduman edermiş kafatasını. Ateşin sıcak olduğunu öğrendiğim anı asla unutmayacağım. Çünkü o anda bir avuç kor tutuyordum elimde. Buzun soğuk olduğunu kutuplarda çırılçıplak foklarla yüzerken öğrendim. “Işık tasavvur edebilir mi gölgeyi?” diyordu Sartre. Bunu sordum kendime. “Evet!” dedim. Çünkü avucumda kor tutarken serin nehirleri hayal etmiştim; en az Kuzey Denizi’nde yüzerken şömineli dağ evlerini hayal ettiğim kadar. Tarlada gezinirken salatalıkların yanında gördüğüm tosbağayı ters çevirdim, salatalıklarımızı kemirmesin diye. Ertesi gün tarlaya gittiğimde tosbağayı ölü buldum. Eğer kaplumbağayı ters çevirirseniz düzelemez, ölür. Bunu da deneyerek öğrenmiş oldum. Vicdan azabını tattım salatalıkların arasında. O günden sonra hiç salatalık yemedim. Ta ki, ilk rakı içtiğim güne kadar. Henüz sigaraya yeni başlamış on beşinde sakalsız bir yeni yetmeydim çatalları kirli meyhanede rakının yanında cacığın iyi gittiğini keşfettiğim gün. Pahalı bir kafede reddedilmiştim, tütün içiyordum, dönerciden patates kızartması çalmıştım ve evde kömür yoktu. Tosbağaya hak verdim çalıştığım kahvedeki ocağın dibinde uyuklarken. Kural buydu: bir şeyler ters gitmeye başladığında asla düzelmez!  Mutluluğun ve acının birbirinden ne kadar ince bir hatla ayrıldığını, gündüz sevdiği kızın nehir gibi ellerini tuttuğu okul bahçesinde aynı günün gecesi tombul şişe bira içenler bilir. Geceler nasıl da bordo olur sevdiğin kızın çıplak ayaklarının halıya bastığı anı düşündükçe. Şaraplaşır her şey. Şarabın dahi şaraplaştığı gecelerden geçtim. Kaç kere haykırdım yalın ayak yuvarlanırken çiğli otların üzerinde; “Seni  aradım kadehlerdeki dudak izlerinde!”.   Kırmızı suratlı insanlarla içtim ıssız tepelerin ayazında. Öğrendim ki: yalnız acıları vardır yaralanan adamların. Durmadan göğe bakarlar acılarını uzay boşluğuna sığdırabilmek için. Bir kaplumbağanın göğü gördüğünde öleceğini sezmesi gibi kıpırdamadan ay çiçeklerinin arasında yıldızları seyrederler. Durup yalnızca sigara içerler ama duvarlar gelip onlara çarpar uyurken köstebekler. Kafaları kabuk bağlar, koza olurlar ipek uğrunda öleceğini bilen böcek gibi. Avuçlarında tutarlar kafataslarını ve durmadan tütün içerler. Mezarlıklar en ulu yerleridir yeryüzünün. Çünkü acının acıyla dinmediğini en iyi ölüler anlar.

Biraz Hiroşima’yım şimdi, bombalanmış. Biraz İsa’yım artık, gammazlanmış. Biraz Latince’yim sanki, unutulmuş. Biraz gladyatörüm belki, arenada yenilmiş.


Ve eğer bir buğday olsaydım ben, un olmak isterdim değirmenlerde.