1 Ekim 2014 Çarşamba

Bozlaklar Çalarken Ölemem

               

               Bozkırın ortasında kurulmuş şehirler vardır, uğraksız ve duraksızdırlar. Gecenin çöküşüyle yarı baygın bir sis bulut gibi dururlar uzaktan. Üstünde biten otlarda insan kanı taşır bozkır. Kırılmış onlarca kemiği barındırır içinde. İntikam kahpe bir dilber gibi uçsuz düzlükte salına salına gezer. Bazen çakal ulumalarını bazense ozanların bozlaklarını getirir nefes. Çakalları avcılar, bozlakları ise kaderine yenilmiş acuzeler avlar. Bozkırın gecelerinde kimsenin görmediği hayatlar yaşanır; geceleri ortaya çıkan ve gün ağardığı anda kaybolan adamlar barınır. Hikayelerini yalnızca suratsız ihtiyarlar o verimli elma bahçelerinde torunlarına anlatır.

                Kimsenin görmediği yerlerden gelirler. Hiç biri bilmez bir diğerinin hikayesini. Birbirlerini tanısalar bu karanlığın biteceğinden korkarlar. Soru sormazlar. O kadar karamışlardır ki aydınlıktan korkarlar artık. Gidebilecekleri başka bir yol kalmadığı için bata çıka dikenlerin arasından çamurlu yollarda yürümeye mahkumdurlar.

                Kimse nereye sürükleneceğini bilemez ve önleyemez kaderini. İki yıl önce dillere destan yemeklerini yaptığı sevimli mutfağında yüzünde belli belirsiz bir tebessümle tereyağı keserken ensesine dayanan silahı hissettiğinde iliklerine kadar ürpermişti Namata. Şimdi ise silahına dokunmadan uyuyamayacak denli duyarsızdı ölüme ve o mutlu günler çok uzak zamanlarda anlatılmış bir masaldan farksızdı onun için.

                Gerilen horozun sesini duyduğunda soğuk soğuk terliyordu ve ardına bakmaya cesareti yoktu. Arkasındaki adamın sabırsızlıkla konuşmasını bekliyordu ancak gayet sakin bir nefes sesinden başka hiçbir şey duymuyordu. Adam bir adım geri çekildi ve kendisine dönmesini söyledi. Namata ağır hareketlerle iki hamlede arkasını döndüğünde beklediği iri ve korkunç yüzün aksine hafif kumral, mavi gözlü bir adamla karşı karşıya kaldı. “Anneni özlüyor musun?” diye sordu adam. Namata gerildi, annesinin yokluğunu bilmesi kendine dair pek çok şey bildiğini gösteriyordu. Anlamı olmayan garip söz öbekleri döküldü ağzından. Belli belirsiz şeyler. Zamanda ve uzamda sonsuza kadar dönecek olmasına rağmen asla anlam kazanmayacak şeyler.

                Namata’nın cevap veremeyeceğini anlayınca adam tekrar sordu: “Anneni bulmak istiyor musun?” Tezgaha tutunmak zorunda kaldı çünkü başında bir sancıma hissediyordu ve gözleri hafiften alacalanmıştı. “Annem öldü” diyebildi sadece. Adam silahını indirdi. Yüzü yere dönüktü. Gözlerinin altında belirgin morumsu torbalar vardı. Sakalı hayli gürdü ancak bıyığı daha da belirgindi. Namata’nın mavi gözlerinden kıyafetinin özensizliği kaçmamıştı. Adam yorgun bir suratla kısa bir süre yeri izledikten sonra kafasını kaldırdı. “ Adım Gabriel. Sen böyle bil. Annenin yaşadığına da teminat veriyorum. Bu teminat benim körpe yaşta cezaya mahkum olmuş karşında gördüğün ta kendimden başka hiç kimse değil. Bana inanmaktan başka çaren yok. Eğer anneni tekrar görmek istiyorsan benim söylediklerimi yapmak zorundasın.” Namata, kaderinin ani bir hamleyle kırıldığını anladı. Çarpık talihini düzelttiğini düşündüğü anda her şey alt üst oluverdi. Ne zamandır bekliyordu böyle bir şeyi. Çarpık bir şeyin gölgesi düzelir mi?

                Kore mahallesinin efsunlu torbacısı Gabriel’in geçmişini kimse bilmezdi. Evi yoktu, bazen ortadan kaybolur bazense otellerde adı geçerdi. Kimse gerçek adını bilmezdi, belki de adı gerçekten Gabrieldi. Namata’nın izini bulduğunda gözlerine inanamamışı. Gerçekten böyle bir şeyin olabileceğine inancını tam da yitirdiği günlerde, eski dostlarından biri bir haber uçurmuştu kendisine. Restorana gelip onu gördüğünde inanabilmişti ancak. O günden sonra bir yıl boyunca adım adım izlemişti onu. Çiftliğe gönderebilmek için gerekli her şeyi hazırlamış ve Namata’yı silah zoruyla ikna etmişti. Artık çark dönecek, Kaybettiği her şeyin bedelini ödeyip Namata’ya nafakasını verecekti.

                Namata, çiftliğe geldiğinde öküz bakıcısı olarak işe başlamıştı. Bu onlarca dönümlük araziye kurulu çiftlikte Leheb adında bir adam öküz yetiştirirdi. Bir sürü insan yaşardı çiftlikte. Kahyalar, seyisler, muhafızlar, fedailer, hizmetçiler, fahişeler… Yüzlerce öküzü vardı Leheb’in ama bunlarla ne yaptığını pek bilen yoktu. Namata buraya geldiğinde o güzelim yemek kokuları yerine burnuna çalınan kesif tezek kokusuna fazla katlanamayacağını düşünmüştü. İlk günlerde çekip gitmeyi de defalarca kez planlamış fakat sadece bir kez dahi olsa annesini görebilecek olmanın verdiği o mayhoş mutluluk bu pisliğe katlanmaya itmişti onu.

                Gabriel’in Namata’dan istediği şeyi sadece üç kişi biliyordu. Garbriel, Namata ve Tonguz. Gabriel’e yıllanmış bir can borcu vardı ve ödeme günün gelip çattığını biliyordu. Yıllar önce beraber Leheb’in korumalığını yaparken Kuzey Irak’ta sefil bir paranın peşinde sıska sırtlanlar gibi koşarken izli mermilerin ışığında hayatını kurtardığını unutmamıştı. Tonguz hala çiftlikte yaşıyordu ancak Gabriel uzun zaman önce çekip gitmişti. Şimdi Namata’yı ona benzetiyordu ve bu yüzden ona gözü gibi bakıyordu.
                Bir gece Tonguz ve bir grup adam ahıra geldiler. Namata’yı da uyandırmışlardı. Namata, sarsak ve uykulu hareketlerde burcu burcu bok kokan ahırın içinde bata çıka yürüyor ve ne yapacağını bilemiyordu. Adamlar ellerindeki çantaları yere bıraktılar. Bağlı öküzlerden birini çözüp garip bir aletin önüne getirdiler. Öküzün başını demir çerçeveden içeri sokup sabitlediler. Ardından gövdesini ve ayaklarını da alete mıhladılar. Öküzün kafası hafifçe yukarıda duruyordu, dişlerinin arasına bir çeşit mengene sokup öküzün dişlerini araladıktan sonra paketlenmiş eroinleri öküzün ağzına atmaya başladılar. Paketleri attıkça başka bir adam plastik bir şişeden su döküyordu. Öküz acıyla böğürürken Namata’nın uykusu aymış, cin gibi olan biteni izlemeye başlamıştı. Bunu elli öküze daha yaptıktan sonra midesi eroinle yüklü öküzleri ayırıp bir kenara bağladılar. Adamlar çekip gitti. Çiftliğin çiğ bürümüş sisli gecesinin içinde sigaralarının uçlarını parlatarak yitip gittiler.

                Tonguz adamlar dağılınca Namata’nın afallamış zihnini toparlamak için onu odasına götürdü. Harbi bir Şarköy şarabının mantarını tirbuşonla çektikten sonra pet bardaklara doldurdu. “ Evladım, burada ne iş yaptığımızı anlamışsındır. Ama neden burda olduğunu anlaman için ben yardımcı olacağım.” Kallavi birer sigara yaktılar. Tonguz tereddüt ediyordu seçtiği kelimelere. En güzel cümleleriyle konuşmaya çalışacaktı. “ Senin baban kral adamdı. Ama bu amcan olacak deyyus yürek nedir bilmez.  Ha sen bize bakma gençtik, cahildik, uyduk ona. Babana da haksızlık ettik. Bu çiftliği baban kurdu sayılır. Öküz yetiştirip namusuyla para kazanacaktı baban ama bu göt yaptırmadı. Kandırdı babanı…” Leheb’in amcası olduğunu bilmediğini yeni anlıyordu Tonguz. Ona babasını ve amcasını anlattı. Namata bunları sindirince devam etti Tonguz: “ Amcangiller öküz işinden parayı kırınca siz de keçi boku gibi ortada kaldınız amına koyiym.”

                Leheb Anadolu’dan geçen her uyuşturucu zerresinden haberdar olurdu. Onun haberi olmaksızın kimse bir nefes dahi tüttüremezdi. Yıllar önce kardeşi ve Namata’nın babası Abdi’yle beraber kurdukları bu çiftliğin tüm hissesini kendi üzerine geçirdikten sonra Abdi’nin yüzüne bile bakmamıştı.  Abdi de karısı ve oğluyla beraber Trakya’nın sarı düzlüklerine yerleşti kardeşinden kurtulmak için, ancak makus kader yakasını orada da bırakmayacaktı. Bir gün evini Leheb ve adamları bastı Abdi’nin. Onların geldiğini görünce oğullarını çatıya sakladılar. Namata o zamanlar henüz sekiz yaşında fırlama bir oğlandı, henüz anne ve babasının ölümünü görmek için çok küçüktü, henüz herhangi bir şey için çok masumdu.

                Namata sağ bacağında belirgin bir yara izi taşırdı. Kapanmış yaranın insan formuna bürünürken yarım kalmış yumru yumru deri öbeklerine dokundukça bir karnabahara dokunduğunu sanırdı. Bazen bu yara onu yere yıkar ve kıvrandırmaya başlardı. “Bacağım çekti!” diye yerde iniler, yuvarlanırdı ve bunun ne zaman geleceği belli olmazdı. Annesi ve babasının öldüğü gün çatıya doğru birinin hareketlendiğini görünce çatıdan atlayıp var gücüyle koşmaya başlamıştı. Adamı görmemişti ancak kolunu kaplayan bağlama şeklindeki dövmesini hayatı boyunca rüyalarında görecekti.  Çatıdan cesurca atlayıp koşmaya başladığında rüzgarı yüzünde hissediyordu. Bir metre sonra çukurdan aşağı inecek ve ortadan kaybolacaktı ancak o adam yüz metreden silahını ateşlemiş ve kurşun Namata’nın sekiz yaşında bir çocuğa göre hayli iri sayılabilecek bacağını sıyırmamıştı. Tümsekten aşağı yola yuvarlandığında bir adam onu görüp arabasına almış böylece kurtulmuş ve kendini kurtaran o adamdan da aşçılık mesleğini öğrenmişti.

                Şimdi tüm bunların, kararan hayatının intikamı için kıvranıyordu. İçinde tartıya gelmez bir şeyler değişiyordu. Kuru bir nehrin geride bıraktığı çatlaklar kadar acınasıydı, biliyordu. Papirüslere kehanetler yazmak içi müneccimlerin yonttuğu tüyler kadar yalın hissediyordu. Leheb’i öldürse ne değişecekti? Yahut annesini bir daha görse? Kırmızı bir tülün ardında devran eden bir çıkrık görüyordu. Anlamdan yoksun havada asılı bir izlek. Kahinler keski tutmaktan nasırlanmış elleriyle göğüs kafesindeki toza şunları yazıyordu: Kararmış paslı bir bıçak oyarken ruhunu, günahını öp ve koynuna al; çünkü yalnızca günahına tapanlardır kazanan.

***
                İki yılın sonunda Tonguz’un desteğiyle iyice bilenmiş ve Leheb’in gözüne girmeyi başarmıştı Namata. Artık çiftlikte yapılan kafes dövüşlerini onun locasından izliyordu. Onunla yemek yiyor ve bozlak sefalarında onun masasında Tonguz’la beraber yer alıyordu. Rakı masaları kurulurdu çiftlikte ve en meşhur sazendeler akın akın gelirdi. Rakkaselerin bellerinde tomarla paralar asılı olurdu. Kalantor misafirler baş masalarda ağırlanır, cevher görülen gençler sıra sıra dizilirdi. İçkinin ve eğlencenin sınırı olmazdı Leheb’in eğlencelerinde. Kırım ve Acem diyarlarından esir edilmiş en güzel kızlar gerçek olamayacak güzellikleriyle masaların arasında dönerken kadehler ardı ardına kalkar, naralar havalarda uçuşur ve Leheb’in gurmeliğinde seçilmiş birinci sınıf mallar özenle ciğere çekilirdi.

                Sazendeler önce hareketli ritimlerle başlar uşşak makamını bitirdikten sonra nihavende döner ve gecenin en kör vaktinde yerlerini usulca bağlamanın üstadı İsmail’e bırakırlardı. Sazendelerin ardından yavaş yavaş kırılgan yalın ayaklarını yere basmadan gökte uçarcasına sekeleyerek dansçı kızlar çekilirdi. İsmail önce hafifçe ardından daha yüksek bir kuvvetle bağlamaya değmeye başladığında ağır adamlar derin bir ah çekerek kadehlere yüklenirlerdi. Leheb solunda oturan Namata’nın omuz başına sokulur ve “ Bozlak çalarken ölmek yasak” derdi.

                Çiftliğin ortasında sessizce bekleyen kamyonun kapağı açılır açılmaz perişan halde dışarıya fırlayıp koşmaya başlayan çırılçıplak insan bölüğünün üzerine ateş açıldığında, henüz toprağa ilk adımını atan genç kız haricinde hepsi sessizce yere serildi. Genç kız ise sadece gömülü bir inilti çıkarttı. Anlamsız, ifadeden yoksun figan belki de gayri ihtiyari biçimde ciğerinden fırlayarak ses tellerini titreştiren bir hava öbeği sadece. Kimse o anda ne demeye çalıştığını ve ne düşündüğünü bilemeyecekti. Yirmiye yakın insan şimdi çiftliğin çorak toprakları üzerinde kanlar içinde yatıyordu. Cesetlerin üzerinden atlayarak kamyonun yanına gelen iki adam, gözlerinin feri sönmüş çıplak, perişan ve çaresiz kalabalığın üzerine naif bir tebessümle ateş açtı. Otuz kadar insan kamyonun kasasında oluşmuş suni kan gölünün içinde istifsiz balıklar gibi uzanıyordu.

                Eğlenceyi yarıda bırakmış Namata hiddetten kıpkırmızı kesilmiş suratıyla adamlarına emirler yağdırırken yoğun derecede tavuk boku kokan bodrumda güçlükle nefes alıyordu. Adamlar hızla delik deşik olmuş cesetlerin karınlarını ellerindeki palalarla yarmaya ve bağırsaklarını boşaltmaya başladılar. Cesetlerin içine kokain doldurulacak ve yarın sabah cenaze arabalarına konulup beyaz kefenler içinde gayri resmi adli tıp raporları eşliğinde sahte sahiplerine gönderilecekti. Sonra da bu insanlardan asla haber alınamayacaktı. Namata bodrumdan dışarı çıkıp kalın ve küt parmakları arasına sıkıştırdığı sigaraya yaktığında Tonguz’u öldürmeye yemin etti.

                İsmail bozlaklarını okurken rakının ve esrarın verdiği hoşlukla ceketini çıkarttı Tonguz. İsmail ‘Kurusa Fidanım’ dedikten sonra avuçları patlarcasına alkışlarken keyfine değecek yoktu. Ancak Namata olduğu yerde çakılı kaldı. Tonguz’un koluna nakşedilmiş bağlama dövmesini gördüğünde sinirleri acıyla gerildi. Ailesinin katledildiği gün gördüğü bu dövmeyi gecelerce rüyasında görmüştü. Uzayda şeklini yitirmiş biçimden yoksun durmadan dönen, eğrilen ve yer yer kopan şekiller arasında bir kitabe gibi karşısına çıkan o bağlama şimdi karşısında duruyordu. Kendine mucizevi bir şekilde hakim oldu. İntikam göğsünde ilkbahar gibi yeşeriyordu.

                Şoförler yük taşırdı. Ne taşıdıklarını bilirlerdi. Taşıdıkları cesetlerin herhangi bir kimliği olmadığını bilir ama irkilmezlerdi. Çuvaldan farksız olduklarına inanırlardı. Uyuşturucu yüklü kamyonlarını Pazar gezintisine çıkmışçasına keyifle sürerlerdi. O gece onlarca adam tırın içinde taranırken hangarın içine yatırdıkları kamyonların arasında iskambil kartlarını dövüyorlardı. Yüzlerindeki çizgilerde bir mutluluk yahut iyiliğe dair herhangi bir belirti yoktu. Hayatlarını çuval taşıyarak geçirdiklerine inanırlar ve dikiz aynaların çıplak kadın resimleri yapıştırırlardı. Birbirlerinden uzaklaştıklarında çıplak erkek fotoğraflarını koltuklarının altından çıkartırlardı. Silah seslerini duyunca olağandışı tepki vermediler. Ellerindeki kartları bırakmadan hangarın kapısına kadar çıkıp tıra doğru baktılar. Ardından uyuz köpekler gibi birbirlerine küfür edip sataşarak hangarın içine dönüp kart oynamaya devam ettiler. Rutin derilerine kadar işlemiş bu adamlara güzelliği anlatmanın imkanı yoktu. Görmedikleri şeylere inanmayı çocukken bırakmışlardı.

                Kafes dövüşlerinin olduğu gece herkes dövüşlerin olduğu ambarda toplanır sadece birkaç nöbetçi tembel tembel nöbet tutardı. Kafeste ölümcül dövüşler olurdu, kaybedecek şeyleri olmayan adamlar kaybedecek bir şeyleri olması için savaşırlardı. İnsanlar bu dövüşleri iple çekerdi. Serseriler, patronlar, iş adamları, fahişeler, sırra kadem basmış kimsesizler, hırsızlar, yakışıklı tetikçiler, her yaştan fahişeler, kulamparalar, dervişler, pezevenkler, torba tutanlar ve daha niceleri ringin etrafına dizilir ve tiyatro seyredercesine bir adamın ölümünü ağır ağır izlerlerdi. Bu işten de çok para kazanıyordu Leheb, herkes o akşamın savaşçısına bahis oynar ve hırsla kazanmayı beklerdi. Diğerinin ölümü için sakat dualar fısıldarlardı.

                Dövüşten önce ringin üstündeki balkonlara pezevenkler kadınlarını çıkartırlardı. Alttaki berduşlar fiyatları arttırırken birbirlerinin üstünde tepinir hatta bazen kavgaya tutuştukları bile olurdu. Para babası koca göbekli herifler localardan purolarının dumanlarını köpürterek dövüşü bekliyorlardı. Delikanlılar ellilik bir dilber için kıyasıya rekabet ederken kulamparalar parlakları kesmek için kenarlara çekilmişlerdi. İçkilerin dozu gitgide artarken köşelerdeki fıçıların ardında batıp çıkan insan bedenleri gözden kaçmıyordu. Bara dizilmiş ihtiyarlar kendi aralarında bir mahkeme kararını yahut bir savaşı tartışıyorlardı. Kapının eşiğinde açlıktan baygın düşmüş bir evsiz, atıl bir meyveden farksız duruyordu. Küflenmiş, kurtlanmış, çürümüş. Gerçekten yüzünün bir kısmını kurtçuklar kemiriyor ve adam bunu önemsemiyordu. Muhtemelen artık hislerini kaybetmişti.

                Tonguz ve Namata ambarda uzak bir köşeye çekilmiş planlarını konuşuyorlardı. Dövüşler hayli gürültülü olurdu. Bu yüzden Leheb locasındayken onu öldüreceklerdi. Kimse duymayacaktı. Ardından dövüş devam ederken çiftliği terk edecek ve Gabriel’i bulmaya çalışacaklardı. Telaşlarını gizleyerek locaya çıktılar. Leheb açılış konuşmasını yapmak için ringdeydi. Balkonlar, localar ve zemin hınca hınç doludu. Bu gece de nafaka yüklü olacağından Leheb’in gözlerinin içi parıldıyordu. Konuşmasına bir fıkrayla başladı:

“ Maymun ormanda bütün hayvanlara tek tek gidip diyormuş ki ben aslanı düzdüm. Bu da bir gün aslanın kulağına gitmiş ve aslan gidip maymunu yakalamış. Tam pençesini kaldırıp vuracağı sırada maymun demiş ki: Sen bana ne bakıyorsun, muz yedim amcık amcık konuşuyorum işte.”

                Namata ve Tonguz haricinde herkes bu fıkraya katıla katıla güldü. Namata ve Tonguz çelik gibi sinirlerini kontrol ederek yüzlerinde tek bir kasın dahi seğirmesine izin vermiyorlardı. Kahkaha ve alkışların arasında Leheb ringden ayrılıp locasına geldi. Koltuğuna kasıldı ve dövüşün başlaması için işaretini verdi. İri bedenlerini sürüyen kinli dövüşçüler tezahüratlar arasında ringe yöneldiler. Dövüşçüler sahneye çıktığında alkışlayanlar, küfür edenler, ringe tükürenler ve amaçsızca nara atan insanların yarattığı gürültüden kimsenin birbirini duyabilmesi mümkün değildi. Namata solda Tonguz ise sağda oturuyordu, bir an göz göze geldiler, zamanın geldiğini hissetmiş olacak ki Tonguz belindeki satıra davrandı.

Leheb’in hiçbir şeyden haberi yoktu, gözleri eskisi gibi değildi ve artık refleksleri eskimişti. Öldürmek için her şey izin veriyordu ama Tonguz satırını neredeyse Leheb’in kafasına saplayacakken Namata belindeki revolveri asılıp bir el ateşledi. Tonguz’un ihanetin acısını tatmış o siyah gözbebekleri aniden genişledi. Gözleri hafifçe yaşardı. Kalabalık umursamazca eğlencesine devam ediyordu. Leheb daha ne olduğuna anlam veremeden Tonguz son nefesini vermiş, böylece intikamın ilk halkası tamamlanmıştı.
***
               
                Silah sesiyle irkilen kalabalığın eski haline dönemsi çok uzun zaman almadı. Kıyasıya dövüş devam ederken kafasında bir mermiyle yerde yatan Tonguz’un kanlı cesedi Namata ve Leheb’in ayaklarının altındaydı. Leheb yıllarca kendisine hizmet veren bu sadık hizmetkarının suikastını anlamlandırabilmiş değildi henüz. Bakışlarını cesedin üzerinden kaldırıp Namata’ya çevirdiğinde Namata o keskin gözlerde korkuyu gördü. Yalnız kaldığının ve yaşlandığının farkına varıyordu Leheb. İşte tüm bunlardan faydalanacak olan kişi ise Namata’ydı.

                İncelikli bir plan kurmuştu cesetlerin içlerine tozlar doldurulurken. Öldürme merasiminde bıçak kullanacak ve ses çıkarmayacaklardı ancak Tonguz satır tercih etmişti. Kendini sakat bırakmış bu adamı affetmeyecekti Namata, aynı zamanda da Leheb’in güvenini kazanacaktı. Hızı ve nişancılığıyla Tonguz’un işini bitirdiğinde maharetini sergilemişti. Artık Leheb kendisine daha çok ihtiyaç duyacaktı. Her şey planladığı gibi gitmişti Namata’nın. Leheb ise beklemediği bir teklifte bulundu Namata’ya; Tonguz’un mezarını beraber kazmak istiyordu.

                Leheb kurtlara doğru nişan alıp babasının tek kırma tüfeğinde bir fişek yaktığında bıyıkları terlememiş, hülyalı düşlerden yoksun bir çocuktu. O günü asla unutmazdı. Uzun yolculukları esnasında defalarca kez canlandırmıştı kafasında. Uyuşturucu kullanmaz ama satardı. Çift tabanca gezerdi her daim. Takım elbisesini çıkartmazdı. Öküzlerin midesinde uyuşturucu transferi yapmaya başladığında kardeşi itiraz etmişti. Bir gece kardeşi evinde iri baldırlı oğlan çocuğuyla huzurlu saatler geçirirken evrakların sahtelerini yapıp asıllarını da yok etmiş, böylelikle kardeşini kendine küstürmüştü. En son gördüğünde ise kardeşi Trakya’da bir kulübede kanlar içinde kıvranıyordu.

                Havada kekremsi bir korku vardı. Mezar eşen adamların hissettiği, ölüme yakın olmanın ya da yere yakınlaşmanın getirdiği, yerkürenin içinde oynayan taşlara bir adım daha yakın olmanın verdiği huzursuzluk ikisinin üzerinde de ağır bir baskı yaratmıştı. Çatlak saplı küreklerini ve kazmalarını soğuk toprağa batırdıkça bir insanın etini eşen kurtçuklardan farksız olduklarını düşünüyorlardı.

                Yarım kilometre ötede bir adam kusmaktan bitkin düşmüş beyaz suratıyla asfaltın kenarında boylu boyunca uzanıyordu. Ellerinin üzerinde doğrulduğunda ani bir kusma nöbetine daha tutuluyor, karın kasları acıyla kasılıyor ve gırtlağını yakarak geçen safra suyu ağzında acı bir tat bırakarak çakılların arasında kayboluyordu. Çiftliğe çok uzak bir mesafede değildi ancak oradan görülemezdi ve yardım da istediği yoktu. Çiftlikte az önce vurduğu mal epeyce ağır gelmiş ve içtiği litrelik şarapları yüzer gramlık parçalar halinde kusmaya başlamıştı. Kusacağını anladığında arabasından inip yolun kenarında ağız dolusu söverek içindekileri yolun kenarına bırakmaya devam ediyordu.

                Kürekleri mezarın dışına attılar, sonra da birbirlerini destekleyip çekerek birer birer mezardan çıktılar. Üstleri başları çamur ve pislik içindeydi. Dövüş neticelenmiş ve ölü adam tekmelenerek salondan çıkartılırken bahsi kaybeden serseriler ölü adama küfür ederek salonu terk etmeye başlamışlardı. Ancak dövüşü izlemeye gelen İsmail ringe bağlamasıyla çıkıp birkaç bozlak okumaktan çekinmeyince dağılan kalabalık yeniden içeriye doluşmuştu. Tüm bu curcuna yaşanırken Gabriel, Tonguz’un öldürüldüğünü görür görmez çevik hareketlerle Leheb’in odasına doğru yollanmıştı. Kimsenin haberi olmasa da sürekli farklı kılıklarda çiftliği ziyaret ederdi. Eski alışkanlıklarının da verdiği kuvvetle herkes içkilerin ve İsmail’in tesirine girmişken o, karanlığın örtücülüğünden faydalanıp Leheb’in köşküne doğru yollandı.

                Leheb ve Namata mezarı bitirdikten sonra düzlüğün ortasında çivi gibi sivrilen ahlat ağacına sırtlarını dayayıp birer sigara ateşlediler. Leheb derin nefesler alıp veriyordu, hayli yormuştu bu iş onu. Tonguz’un iri bedeni hemen yanlarında ılık kanını torağa zerk ederek yatıyordu. İsmail’in tutturduğu bozlakların seslerini rüzgar kulaklarına kadar taşıyordu. “ Yaman delikanlısın. Hızlısın, akıllısın, bileğin de kuvvetli. Ben de senin gibiydim. İlk defa tüfek attığım günü hiç unutmam. Ama sonra işler hiç umduğum gibi olmadı. Bir kereliğine girdim bu işlere sonra da bu hale geldim işte.”

                Sessizlik oldu. Konuşmaya niyetleri pek yok gibiydi. Namata başını çevirip mecburiyetle sordu.

“ Üzülüyor musun?”
“ Neye?”
“ Her şeye. Böyle bir hayat yaşadığına falan.”
“ Eh, bazen evet bazen hayır. Karışık işte. “
“ Bu adama üzülüyor musun?”
“Tonguz’a mı? Tonguz’u severdim ben. “
“ Üzüldün yani? “
“ Çok olmasa da evet.”
“ Kime üzüldün en çok ? “
               
               Burada kısa bir tıkanma yaşadı Leheb. Ancak bu tıkanmayı öksürükle sansürlemeye çalışıyordu. Kendini dumana ve öksürüğe boğduktan sonra gözyaşlarını silip devam etti:

“ Kardeşimi öldürdüm ben delikanlı. Sen sormadan söyleyeyim, sadece bir avuç para için. “
“ Gerçekten nasıl yapabildin bunu. “
“ Peşinen vermiştim cevabı ama yine de sordun. Şimdi olsa yapmazdım belki ama o zaman öyle gerekti. “
“ Nasıl bir şey kardeşini öldürttü sana? ”
“ Muhabbeti kapatalım, işimize bakalım. “
“ Pişmansın değil mi? “
“ Buralarda bir deyiş vardır evlat. Baban eşeği siktikten sonra, anan hayrını görsün derler. Anladın mı? Kalkalım şimdi. “

                Muhafızların en uyuşuk vakitleri olduğunu biliyordu Gabriel. Locaya çıkıp baktığında cesedi alan Leheb ve Namata’nın satırı orada unuttuğunu görüp hemen kavramıştı. Belinde bir de baretta taşıyordu.  Leheb’in köşkünün önünde bir muhafız vardı. Gabriel arkadan yaklaşıp beceriksiz muhafızın gırtlağını bir çırpıda kesiverdi. Ardından kapıyı kolaylıkla açıp üst katta olacağını tahmin ettiği Leheb’in yatak odasını aramaya koyuldu. Çok zor olmadı çünkü üst katta sadece üç yatak odası vardı ve en dipteki odanın Leheb’e ait olacağını düşünmek pekte zor değildi. Uzun kapının kilidini ustaca hamlelerle açtı ve içeri duman gibi süzüldü. İçeri girdiğinde gördüğü manzara karşısında ise bir süre hareket edemedi. Yutkunamadı ve dizlerinin bağı çözülecek gibi hissetti. Odanın her yerine saçılmış, belki otuz kadar, şişme bebek vardı. Yatakta, komodinin üstünde, halıda, koltukta ve her yerde şişme bebekler vardı. Her bebeğin yüzüne ise Namata’nın yıllar önce ölen annesinin fotoğrafı yapıştırılmıştı.

                Şaşkınlığını kısa sürede sıyırdı Gabriel. Alelacele paraları aramaya koyuldu. Odayı alt üst ettikten sonra şöminenin küllerinin karıştırmayı akıl ettiğinde eline geçen pimi usulca kendine doğru çekti. Tıslayarak açılan şömine kapağının ardında Leheb’in servetinin bir kısmı yatıyordu. Sadece en yakın adamları bilirdi Leheb’in bu gizli hazine odasını. Gabriel, Tonguz’dan daha önce bu bilgiyi almış ve bunun doğrultusunda hareket etmişti ancak acele etmesi gerekiyordu. Çuvallanmış vaziyette önünde yatan paraları alan Gabriel, kapının zorlandığını duyunca çuvalları yere bırakıp hemen mevzilendi. Sesten tek kişi olduğunu anladı dışarıdakinin. O da Leheb’in yıllanmış kahyası Hüseyin’den başkası değildi. Kapının kilidini açtı Gabriel ve Hüseyin içeri girdiği anda kellesini uçuruverdi. Şimdi Hüseyin şişme bebeklerin arasında ihtiyar bedenini keyiflendirircesine uzanıyordu.

Kapıyı sıkıca kilitleyip ardını eşyalarla berkittikten sonra sekiz çuval parayı aşağı attı, ardından da onların üzerine kendi atladı. Herkesin sarhoş ya da mayhoş olduğu bu vakitlerde kimsenin kendini görmeyeceğini umuyordu. Arabasını hangarın yanına park etmişti. Hızla çuvalları arabasına taşıdı. Arka koltuğa istifledi. Bagaj ağzına kadar eroinle doluydu. Bu büyük bir servet demekti ve bunları çaldığını fark ettiğinde patronu hayli kızacaktı kendisine.

                Cesedi mezarın içine devirdiler. Havada savrularak iki metrelik çukurun içine işkembe gibi düştü. Kolları ve bacakları biçimsizce uzanıyordu. Haki ceketi hala üzerindeydi. Leheb ve Namata, iki ayrı adam, aynı noktadan, aynı cesede, aynı kanı taşıyarak bakarken ikisi de aynı şeyi görüyordu. Her koşulda Tonguz bir haindi. Namata’nın ailesini öldürmüş, Leheb’i ise öldürmeye teşebbüs etmişti. Hınçla yakaladılar küreklerin cilalanmış saplarını. Tonguz’a karşı içlerindeki son şefkat kırıntılarını da yok edebilmek için küreklerini toprağa geçirdiler.

                91 model Renault 12’nin içinde çakıllı yoldan kıvrılarak gelen Gabriel uzun bir kusma nöbetini atlatmıştı. İçeride zoraki içtiği içkinin midesini bulandırdığını biliyordu ve özellikle yaşadığı son para çalma olayı bedenini biraz sarsmıştı. Artık eskisi kadar genç olmadığını anladı. Ahlat ağacının altına sürüyordu arabasını, çünkü onları uzaklaşırken arkalarından izlemiş ve bulundukları yeri farazi olarak saptamıştı.

                Arabanın farlarını üzerlerine çevirdiğini fark ettiklerinde henüz üçer kürek atmışlardı mezara  ve tedirgindiler. Hemen bellerindeki silahlara attılar ellerini ama saklanmadılar. Araba gelip önlerinde durdu, ışıklarını kapattı ve gözlerinde karıncalanma yaşanırken arabanın kapısının açıldığını duydular. Kore mahallesinin pek konuşkan olmayan abisi Gabriel’in mavi gözleri en karanlıklarda bile kendini seçtirecek denli ışıltılı görünüyordu. Bir elinde viski şişesi diğerinde ise kanlı satırı tutuyordu. Namata şaşırmıştı ama Leheb gözlerine inanamıyordu. Gabriel Namata’ya seslendi: “Sözünü tutmanın vakti gelmedi mi?” dedi.

                Leheb bir kumpasın içinde olduğunu sezdiğinde çok geç kaldığının farkına vardı. Namata atikliğini yine konuşturmuş ve silahını Leheb’in şakağına çoktan dayamıştı bile. Leheb isteksizce de olsa silahlarını yere attı. Gabriel ve Leheb konuşmadan sadece bakıyorlardı. Namata Gabriel’in kendisine fırlattığı kelepçelerle Leheb’in ellerini arkadan kelepçeledi. Namata hayli rahattı, vücut dilinde yeni bir cinayet işleyeceğine dair herhangi bir delalet yoktu. Gabriel gırtlağına viskiden bir yudum boca ettikte sonra arabaya yaslandı. Namata mezarın başına diz çöktürdü Leheb’i, Tonguz’un kulağı görünüyordu toprağın arasında sağ kolu ise tamamen açıktaydı. Namata:
“ Babamı öldürürken hiç için sızlamadı mı lan?”

                Leheb kaskatı kesildi, karanlıkta büyüyen gözbebekleri daha da büyüdü. Mezarın başında diz çökmüşken saçların kavrayan elin yeğenine ait olduğunu anladı. “ Bak, bu serveti beraber paylaşabiliriz, sevgili oğlum.” dedi ama nafileydi. Namata’nın bir eli havadaydı ve boğazına sarıldığı o kudretli adam maymuna dönmüştü şimdi “ Amca, yemişsin muzu amcık amcık konuşuyorsun.”

                Karanlıkta parlak ve keskin bir metal havada savruldu. Zamanı, rüzgarı ve bozlağı böldü ikiye. Silah kendini tutan el kadar güçlü ve ölümcüldür. Bazen de bir silah döner dolaşır ve seni öldürür. Tonguz’un elinden nasip olmayan ölümün soğukluğu aynı aletle Namata’nın ellerinden sunuldu kendisine. Kafatasını parçalayıp beynine saplanan çeliğinn soğuğunu hissederken hala bozlakları işitiyordu kulağında ve o kadının rapunzel gibi saçlarını. Namata satırı geri çektiğinde Leheb’in  cansız bedeni mezarın içine düşüp küçük bir toz bulutu yarattı. Gabriel olan biteni kayıtsızca seyrediyordu. Mezarın başında dikilen Namata’ya sakin bir ses tonuyla laf attı.

“ Baban, ben ve Leheb arasında tek ortak olan şey neydi biliyor musun? “

                Bu sözler üzerine Namata başını Gabriel’e doğru çevirdi.

“ Annendi oğlum, annendi. Üçümüzde anneni çok sevdik. Ancak birbirimizden haberimiz yoktu. Yani baban Trakya’ya yerleştiğinde anneni bizden kaçırmadı. “
               
               Namata tek bir kelime söyleyemedi. Tek istediği şey Gabriel’in susmasıydı ancak neler anlatacağını da bilmek istiyordu.

“ Aileni öldüren ekipte ben de vardım. Leheb, babanı öldürüp servete tek başına konmak ve çok sevdiği anneni de almak istedi. Bu yüzden Tonguz, Leheb ve ben Trakya’ya yollandık. İçeri girdiğimizde sadece babanı vurmamız gerekiyordu ancak annenle bir an göz göze geldik, bir an göz göze geldik ve onun ne demek istediğini anladım sevgili oğlum. Seni ve babanı öldürecektik ama Leheb babanı vurduğu anda bende silahımı çıkartıp anneni kalbinden vurdum. Tonguz seni yakalamaya çalışırken sen asıl olduysa kaçabildin. Anneni öldürmemem gerekiyordu ama katlanamazdım onun acıyla yaşamasına ve de Leheb’in karısı olmasına. “

                Namata o iri ayaklarına kadar acı hissediyordu. Neye karar vereceğine ve neye inanacağını bilemiyordu.

“ Hani annemi bulacağımı söylemiştin.” Dedi Namata. Halen daha ürkek bir çocuk gibi verilen sözlerin tutulmasını istiyordu. Hislerini yitirmeye başlamışken bile.

“ Seni gördüğüm anda tanıdım. O kadar çok annene ve bana benziyorsun ki. İşte tam da şuracıkta peydahlamıştık seni. Sen benim oğlumsun Namata. Baban bunu hiç bilmedi. Kendi evladı gibi baktı sana. Ama annenle birbirimizi çok sevdik oğlum. İşte anneni buldun, işte o hala kalbimde yaşıyor. Eğer böyle bir anneye ve babaya sahip olmak istemiyorsan beni kalbimden vur. Ama şunu da unutma ki sen bir orospu çocuğusun. “

                Namata barettasını çıkartıp babası Gabriel’i vururken hiç tereddüt etmedi. Veda dahi edemeden Renault 12’nin önüne yığılıverdi koskoca Gabriel. Namata da onu da mezara atıp toprağı atmaya başladığı sırada çiftlikten bir patlama geldi. Namata şaşkınlıkla olan biteni seyrederken samanlık ve ambar da alev alev yanmaya başladı. Gabriel oğluna son bir babalık etmeyi ihmal etmemiş ve çiftliğe sızdırdığı adamlarına benzinliğini kundaklatmıştı. Tutuşan samanların ardından ahırda alev almış ve yangın yavaşça çiftliği kaplamaya başlamıştı. Ahırdaki öküzler tutuşan tüylerinin verdiği acıyla böğürüyorlardı.

Türdeşi olmadığından tanımı da olmayan bir şeyler hissediyordu artık. İntikamın tatlı şarabını içmişti. Tonguz’u biçtiğinde içini kaplayan ferahlığı şimdi kat kat fazla yaşıyordu.  Kalın ve küt parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigaradan derin bir nefes alırken ileride alevler içinde yanan çiftliğin bir daha var olmayacağına emin olduğu için rahattı. Korkmuyordu, yalnızca pişmanlıkları vardı. Bir kez yapılan ve değiştirilemeyen türden. Oysa birkaç kilometre ileride, işte oracıkta tartıya gelmez bir şeyleri değiştirmişti. Kara siluetler koşuşturuyordu karanlıkların içinde. Patlamaları görüyordu, salvo silah sesleri kulağındaydı.  Tutuşmuş öküzler belki de son kez çiğneyerek bu bahtsız bozkırı, düşüp kül olacakları yere gitmek için çabalıyorlardı. Sadece geceleri çıkan ve gün ağardığı anda ortadan kaybolan doyumsuz piçlerin feveranları kulağında kainatın en güzel nağmeleri gibi ılık ılık çalınıyordu.

Namata yerde yuvarlanırken bir yandan “Bacağım çekti!” diyerek iniliyordu. Kasılma etkisini yitirdiğinde zar zor doğruldu ve hafiften topallayarak arabaya gitti. Ön koltukta üzeri kanlı bir satır ve yatık bir viski şişesi vardı.  Viskiye uzandı ve üç harbi yudum çektikten sonra elinin tersiyle ağzını sildi. Çiftliğin alevler içinde tükenişini keyifle izliyordu artık. Leheb’in köşkü çatırtıyla çöktüğünde dolgun bir kahkaha savurdu. Burada çokta fazla durmaması gerektiğini bildiğinden topallayarak arabaya bindi ve dikiz aynasından arka koltuğa baktı. Arka koltuk tavana kadar parayla yüklüydü. Gözlerine doluşan yaşları silerken barettayı kontrol etmeyi de ihmal etmedi. Ardından kasılmış bacağıyla ihtiyatlı bir şekilde gaz pedalına yüklenirken, bir daha dönmeyeceği topraklardan arabanın her devrinde biraz daha uzaklaşıyor olduğunu bilmek başını döndürüyordu; en az bagajdaki kilolarca uyuşturucunun, ciğerine asıldığında döndüreceği kadar.


 Onur Tuncay


25 Haziran 2014 Çarşamba

Kafamın Arkasında Açılan Kapı


Babamın bana bıçak atmayı öğrettiği o ağacın altından sesleniyorum sana. Neden buradayım peki? Niye burayı seçtim? Babamın yıllar önce anneme hastane odasında söylediği gibi: Boğazımda hissediyorum artık yağlı urganını meleklerin. Ve biliyorum ki yaraların kapanmadığını bıçaklanmış ağaçlar bilir. Vaktim geldi, ömrüm geçti, çürüdüm. Her insan hayat boyu bir baykuş bekler bildiği her şeyi anlatabilmek için. Ben de piposunu dolduran bu ihtiyar puhu kuşunun önünde diz çöktüm.

Eğildim dudaklarına, çıtkırıldım bir dalın uyuyan bir göle dokunuşu gibi. Siyah soldu önce, ardından buz tutan parmaklarımız buğulandı, meşaleler yakıldı ve biz böylelikle başka bir yola saptık. Sadece hissedebildiğimiz, dokunduğumuzda paramparça olacak şeffaflıktan bahsediyorum. Ayak bileklerindeki güvercinlerin ürkekliğini hiçbir şey anlatamaz. Affet beni, yabani bitkilerin kokusunu duydum sende. Dilimin üstünde gezinen bir şeftalinin çıkarttığı ama ancak bir tırtıla ait olabilecek sesler duydum.  Yükselirken düşünmüyorduk ne almışız, ne vermişiz, kime borcumuz var? Ama bazen yazılmış reçeteler yaz boz kağıdına dönüşüveriyor. Enkazın altında kalanlara ulaşılmıyor. Yaprağın toprağa düşüşündeki zarafeti taşıyorum artık. Üzüleceksin belki ama bilmeni isterim; ilk öpüştüğümüz marinayı duman perestler gırtlakladı kadir gecesi. Bir heyula, bin yıldır yanan kandile üfleyiverdi.

Kafamın arkasında açılan kapıdan savrulanları toplayamadım. Seni düşürdüm, antik muhafızların nallarında parçalandın. Elbet biz de isterdik suyun kudretine sahip olmayı. Taşı delmeyi, ateşe kafa tutmayı ve her koşulda bir yol bulmayı. Kim istemez ki bir şehri terke edip, ertesi sabah başka bir şehirde sıfırdan başlamak. Ya da cenazenin orta yerinde espri yapmak. Açtığım çentikleri kaç kez saydım hatırlayamıyorum? Sahi kış ayı mıydı seni öptüğüm gece? Bak, hafıza ne hain bir şey ki süpürüyor bellek tozlarını. Unutmak, zamanın insana işlediği nakış. Göğsüne tüm çiçekleri dolduruyorum.

İçtim seni toprak testilerden dökülen şaraplar gibi. Mazideki tecrübelerden ne çok ders almışız, her an yasak gibi yürüdük. Takılıp düşmeyi erdem sayıp, bir şeyleri düzeltme telaşıyla hata üstüne hata yaptık belki. Tuba ağacını ters çevirip yere sapladık mesela. Düpedüz saçmalıktı. Azarlanan bir çocuk gibi başımız eğik yürürken cama tosladık. Kırlangıç kuyruğu kadar mesafede sözcüklerden sıyrılıp, suskunluğumuza kilitleniyoruz. Arada kalmışız belli ama sıkışmak değil bu, birbirimize yoğunlaşmanın keyfini çıkartıyoruz.

Karartma gecelerine benzetirdim kendimi. Sanki kararsam pilotlar yanılacak, uçaklar ıskalayacaktı beni. Ama olmuyor işte, olmuyor. Bomba patladığında eğer hedefsen misketler elbet seni de buluyor. Tabii çektiğim filmi izlerken ateşlediğin sigara kadar yakmıyor içimi ama marinada dudağına astığın gülümseme kadar derine işliyor. İstemez miydim sen gülerken evreni mıhlayabilmeyi? Karanlık tarafıma bir misilleme yapıp, kuytuda pusuya düşürebilmeyi?

Artık unutmuşum, yazmışım, yanmışım kimin umurunda? Anlattıklarımla seni hırpalamak istemiyorum. Pençelerim var, evet ama bunları ruhuna geçirmek değil niyetim. Sadece olan şeylerden bahsediyorum sana. Baykuşlara anlatılabilecek şeylerden ama. Örneğin; rahatlamak için senin hiç var olmadığına inanmaya çalışmamdan bahsediyorum. Babam konusunda fazla kandıramıyorum baykuşu.  Onun yokluğu gerçek. Tüm hayallerimin ortasında anıt gibi duruyor. Aslında ailece babamın peşinden ölmeyi planladığımızda gerçek ama bu konuya değinmiyorum. Çoğu insan gibi ben de vasiyet yazamıyorum. Ölümü yeterince sindiremediğimi buradan anlarsın. Urgan sıkarken boğazımı, hala kalbim atarken yani; diyeceğim ki: “ Ah, biri gelse şimdi… Belki biri… “


Üzerinde durduğum üç bacaklı tabure yavaşça yamuluyor. O da öğreneceği her şeyi öğrenmiş olmanın verdiği gururla piposundan derin bir nefes aldı ve şimdi kanatlarını geriyor. Kuşların havalanırken sahip olduğu o hafiflik hissine erişirken ben, senin yüzünde bir cinayetin tek ipucunu görüyorum. Günahlarımın sebeplerini izliyorum. Resimli kutsal kitapların kayıp sayfaları saklı göğsünde. Beni bir hiçe dönüştürecek o anahtarı kendi ellerimle çevirdim. Ciğerine sapladığın saydam pimi yine ben çektim. Seni kesinlikle suçlamıyorum. Vasiyet yazmadım ama beni gömeceğin yeri biliyorsun, sakın hata yapma: Babamın bana bıçak atmayı öğrettiği o ağacın altına.

                                                                                                               Onur Tuncay

21 Haziran 2014 Cumartesi

Önemsiz Bir Mesele

Feridun Lemi, berrak bir Pazar sabahı düşlerinden uyandığında gülümsediğini fark etti. Şubatın ortasında bir kardelen gibi açan güneş, yazdan kalma bir günü müjdeliyordu. Keyifle gerinerek kuştüyü yastığın sıcaklığına kendini bıraktı. Yatağın içinde amaçsızca uzanmak ve uzunca bir süre zaman öldürmek istiyordu; buna karşın içi içine sığmıyor, dinç bedeni kendini yataktan atmaya çabalıyordu. Sonunda karnının da iyiden iyiye acıkmasıyla yataktan kalktı ve ıslık çalarak banyonun yolunu tuttu. Karısı, annesini ziyaret etmek üzere çocukları da yanına alarak şehir dışına çıkmıştı; bir sonraki pazara kadar dönmeyeceklerdi. Bir süreliğine de olsa evde yalnız olacağını bilmek Feridun Lemi’yi heyecanlandırıyordu. Çocukların gürültüsünden ve karısının sürekli başına kaktığı tamirat işlerinden uzak bir Pazarı bir daha zor bulacağını biliyor, bu yüzden dubleks evinin içini dolduran sessizliğin tadını çıkarmak, bütün gün tembellik etmek istiyordu. Çocukluğunda en nefret ettiği gün olan Pazar, artık onun için, iş günleri içine mıhlanıp kaldığı hastane kliniğinin kasvetinden arınabildiği yegane sığınağı olmuştu. Tüm bunlara bir de havanın açık olması eklenince, yüreğinde infilak eden bir coşkuyla suyun altında bağıra çağıra şarkı söyleyerek duşunu aldı, ardından mutfağa inerek kendine kusursuz bir kahvaltı hazırlamaya girişti. Güne oldukça iyi başlamıştı.

Sofraya oturmadan önce yapması gereken tek şey kalmıştı; site görevlisinin her Pazar kapısının önüne bıraktığı gazeteyi almak. Komşularının aksine, Pazar hariç, gazete siparişi vermezdi. Lakin Pazar sabahları kahvaltı boyunca hafta sonu ekleri dahil gazeteyi baştan sona okumak, hayatındaki nadir lükslerden biriydi. İşte o sabahki aksilikler, kapının önüne bırakılan bir gazete olmadığını fark etmesiyle başladı, yine de bunu kafasına takmadı. Daha önce hiç aksatmamış olmasına rağmen o gün, görevlinin gazete bırakmayı unutmuş olabileceğini düşündü. Kesinlikle böyle olmalıydı. En iyisi, görevli kulübesine kadar gidip yeni bir sipariş vermekti.  Sesine biraz sertlik havası verir ve acele etmesini de tembihlerse kahvaltısını bitirmeden gelirdi gazetesi. Alelacele eşofmanlarını giyip dışarı çıktı.
            
            Bir daire oluşturacak şekilde, nizami aralıklarla sıralanmış villaların arasından esen hafif bir yel, komşu evlerin aralık pencerelerinden çatal bıçak seslerini ve sohbetleri kulağına getiriyordu. Sitenin demir kapısının hemen bitişiğindeki kulübe, durgun semada asılı kalan bulutların altında metruk bir havaya bürünmüştü. Yaklaştıkça, burnuna keskin ve iç bayıltıcı bir koku gelmeye başladı. ‘Köpek leşi gibi!’ diye geçirdi aklından. Koku, doğrudan kulübeden geliyordu. Kapıya ulaştığında ise iyice artan kokuyla yüzünü ekşitti ve yere tükürdü. Kapı aralıktı; görevlinin ismini seslenip bir süre bekledi. Bir yandan da midesini yakan bu kokuya neyin sebep olabileceğini düşünüyordu. ‘Ne haltlar karıştırıyor bu adam?’ İçeriden yanıt gelmeyince kuşkuyla karışık bir merakla kapıyı aralayıp içeriye girdi. İşte o zaman Feridun Lemi, kendisi gibi akılcı bir adamın gerçek hayatta karşılaşacağını belki de aklından en son geçireceği şeyle göz göze geldi. Sırtından soğuk bir ter kıçına doğru kaydı ve o an, nabzının şakaklarında attığını hissetti. Görevli, tavandaki kancaya geçirilmiş halatın ucunda, bir kukla gibi sarkıyordu. Pencereden içeriye giren güneş, adamın partal kıyafetleri üzerinde ışık oyunları oluşturuyordu. Hemen altında, yere devrilmiş bir tabure vardı. Kanı çekilmiş, şişkin yüzündeki her zaman takındığı güleç ifadeyi ölüm bile gizleyememişti. Başı, omuzunun üzerine doğru devrilmişti; bu, ona masum bir görünüm veriyordu; ama yine de, adeta Feridun Lemi’ye diktiği buz gibi bakışları, ürkütücüydü. Titrek elleriyle güçlükle kapıya tutundu, derin derin nefes alarak kalp atışlarının yavaşlamasını bekledi. Öncelikle, sakin olmalıydı; ölen ölmüştü ve bu durumda yapılabilecek en iyi şey polise haber vermek olurdu. Birden, aklına, yönetici Haşim Bey geldi. Avukattı, ne yapılması gerektiği konusunda serinkanlı bir karar verebilirdi. Üstelik polise haber verilecekse de, yönetici olarak bu görev onundu. Kapısını çalıp, gördüklerini onunla paylaşacaktı, böylesi en makulüydü. Tam gitmeye niyetlenmişken, kafasında şimşek gibi çakan bir düşünceyle aniden durdu. Kulübenin kapısından başını uzatıp dışarıyı kolaçan etti; kimseler yoktu. Seri adımlarla gerisin geri kendi evine yöneldi. Belli ki, cesedi fark eden ilk kişi, kendisiydi. Eğer, bu öğrenilirse, polisler olayla ilgili, öncelikle onu sorguya çekecekler, çetrefil sorularla boş yere başına çorap öreceklerdi. En iyisi, bu işe hiç karışmamaktı. Dahası, o, meslektaşları arasında saygın bir hekim olarak bilinirdi, isminin bu uğursuz olayla birlikte anılması, hiç de hoş olmazdı.  Nasıl olsa, gün içinde komşulardan biri kokuyu alacak, ipin ucunda sallanan görevliyi görecekti. Sonrasında ise, polisi arayabilirdi. Kendisinin, bunu yapmamasının haklı sebepleri vardı.

Evin önüne geldiğinde yan komşusunun küçük oğlu Mertcan’la karşılaştı. Dört tekerli bisikletinin üzerinde, uykulu bakışlarla ağır ağır yanından geçiyordu. Tam geçip gidecekken, hain bir dürtüyle duraksadı ve arkasından seslendi: "Mertcan! Senden bir şey isteyebilir miyim? Bekçi amca bugün benim gazetemi getirmeyi unutmuş. Benim için kulübesine kadar gidip hatırlatabilir misin?’’

"Ama getiremez ki zaten…’’

"Neden?’’

"Çünkü ölmüş… İki gün önce babamla birlikte bulduk. Babam, bekçi amcanın kendini astığını söyledi.’’ Birden iki eliyle ağzını kapattı; sonra başını öne eğerek utançla devam etti: "Bunu kimseye anlatmayacağıma söz vermiştim. Şimdi babam bana kızacak.’’

"Merak etme, ben bir şey demem babana. Hadi sen bisikletini sür şimdi.’’

Feridun Lemi, çocuğun, beynine kurşun gibi sapladığı bu itiraftan sonra eve girip amaçsızca antrede dikildi. Demek Ediz Bey’de biliyordu. Demek o da elini taşın altına sokmak istememişti.  Yalnız olmadığını bilmek, Feridun Lemi’yi rahatlattı. Kim bilir, adam kaç gündür o kulübedeydi? ‘İki gün önce!’ Belki, bir başkası da, daha önce görmüştü ve o da susuyordu. Gergin adımlarla evin içinde volta atmaya başladı; bir yandan da tırnaklarını kemiriyordu. ‘Başka birilerinin de haberi var mı acaba?’ Kafasını dağıtmak için televizyonu açtı; fakat görevlinin kulübedeki görüntüsü durmadan zihnini kaşıyordu. Boynunu büküp selam verirken her daim dudaklarında beliren o avam tebessümü, canını boğazından söküp alan düğüm bile silememişti. Hatırlayınca, tüyleri ürperdi. ‘Tam da ölecek zamanı buldun! Bu güzel Pazar gününde…' Telefonun tiz sesiyle kendine geldi. Yönetici Haşim Bey arıyordu, tereddütle titreyen parmakları bir an havada asılı kaldıktan sonra telefonu açtı. Haşim Bey; akşam yapılacak toplantıyla ilgili aradığını söyledi. Toplantı konusu, site çevresinde yayılan ağır kokuydu.

Akşam, sitenin tüm erkekleri toplantıdaydı. Odayı sigara dumanı ve sessizlik bürümüştü. Feridun Lemi, Ediz Bey’in olduğu tarafa kaçamak bir bakış attı. Ediz Bey’de, herkes gibi ifadesiz bir yüzle Haşim Bey’in konuşmasını bekliyordu. Haşim Bey, bir süre, yapmacık öksürüklerle boğazını temizledikten sonra konuya girdi: "Evet, beyler. Bildiğiniz üzere, birkaç gündür sitemizin etrafında kötü bir koku hakim. Nereden geldiği hakkında bir bilgisi olan var mı?’’

Toplulukta önce rahatsız kıpırdanmalar oldu; ardından kısa bir an matem yüklü bir suskunluk yaşandı. Birisi iç geçirdi, bir diğeri homurdandı. Başka biri ise, sahte bir öksürük nöbetine tutuldu. Nihayetinde, aralarında sözsüz bir anlaşma gibi başlayan kıkırdamalarla beraber hepsi birden makaraları koyverdiler. Günah gibi sakındıkları sırlarının ifşa edildiği andı bu. Ve rahatlamışlardı. Temize çıkmanın rahatlığı… Vicdani huzurun rahatlığı… Histerik kahkahaları odanın içine dolup taşarken, bir yandan da birbirlerine manidar bakışlar atıp parmaklarını sallıyorlardı. Feridun Lemi de onlara katılmıştı. Bölüştükleri ortak bir sırları olması sevindiriciydi.

Haşim Bey, elini kaldırarak milleti susturdu: "Tamam, şamatayı kesin! Sanırım hepimiz üç maymunu oynuyoruz, ha? Neyse, bu konuyla ilgili olarak Cengiz Bey’in bir önerisi var. Kendisi bana açıkladı ve bence gayet mantıklı bir çözüm.’’

Cengiz Bey, kendisine çevrilen kafalara gülümseyerek karşılık verdi. Haşim Bey, devam etti: "Şöyle ki; sitenin arka tarafındaki otlaklara, koyunlarını otlatmaya gelen bir çoban var. Cengiz Bey, onu tanıyormuş. Kendisinden bazen inek sütü sipariş ediyormuş. Bu akşam çobanla konuşup anlaşacak. Aramızda para toplayıp çobana vereceğiz. Bu yüklü bir meblağ olabilir tabii. O da bizim yerimize, polisi arayıp sitenin etrafında koyunlarını otlatırken kulübeden gelen kokuyu aldığını ve zavallı adamın ölüsüyle karşılaştığını söyleyecek. Sanırım, cesedi ilk gören benim. Onu üç gün önce buldum. İntiharından birkaç saat önce gördüğümde, yola düşen kuru yaprakları süpürüyordu. Şimdi, otopsi yapılırsa kaç gün önce öldüğü ortaya çıkacaktır, değil mi Feridun Bey?’’


 Feridun Lemi, kızaran yanaklarına engel olamayıp başını sallamakla yetindi. Haşim Bey, lafını sürdürdü: "O yüzden garanti olsun diye söylüyorum. Bu geceden itibaren herkes ailesini alıp şehir dışına çıkacak. Yarın polisten haber geldiğinde geri döneceğiz. Döndüğümüzde ise bir haftadır ortalarda olmadığımızı, tatilde ya da iş gezisinde falan olduğumuzu söyleyeceğiz. Artık bir şeyler uydurursunuz. Çoban da sitede kimseyi bulamadığını söyleyerek bizi doğrulayacak. Böylelikle kimsenin başı ağrımayacak. Polisler de isterlerse, çobanı sorgulayabilirler… İtirazı veya başka bir önerisi olan?”



5 Haziran 2014 Perşembe

Kırılma Limitinin Göreceliği Üzerine


1.
[ Mezarlığın yanında beyaz bir Audi durdu. Adam arabadan inip, arka koltuktan beyaz bir şey çıkardı. Kadın, kafasını bile çevirmedi, gözünün seğirmesini başarıyla gizledi. Adam, kucağında taşıdığı şeye hiç bakmadan, ağır adımlarla mezarlığın ortalarına doğru yürüdü.  ]


Ölü doğan bebeğini kucağında tutan baba, keşke karımı o gece sikmeseydim, diye düşünürken günah mı işlemiş sayılır? Dışardan bakıldığında anın hüznüne kapılmayı reddettiği ve cinselliğinin peşinde olduğu için suçlanabilir ancak, bebeğin ölü doğması, yani oksijeni ciğerlerine çekememiş olması, yani henüz gülümseyememiş olması, yani henüz işeyememiş ve sıçamamış olması -intihar veya cinayet olasılığı da mevcut- eğer anne ve babanın suçu ise; adam, meselenin özüne indiği için kutlanmalıdır.

Peki, -aynı adam- ölü doğan bebeğini pabuç kadar bir mezara elleriyle gömerken, karısın kendisine kaç gün vermeyeceğini düşünürse günaha girer mi? Hele bir de karısının altında kıvranacağı günü hayal ederken bacaklarının arasında hafif bir dalgalanma yaşadıysa? Hatta daha da ileri gidip elini apış arasına atarak – bu arada adama ölü bebeğini gömme işlemine devam etmektedir- kabaran aletini rayına koyduysa?

Aynı zamanda, olayla hiçbir bağlantısı olmayan, adamın elini apış arasına attığını görmeyen, adamın düşüncelerini okuyamayan, elli metre uzaktan sadece adamın arabadan çıkışını ve ardından arka kapıyı açıp esefle değil de, içinde bulunduğu durumun verdiği rahatsızlıkla plaj çantası kadar değer vermediği bebek cesedini çıkarttığını; saygıdan değil de içinde cesede karşı duyduğu tiksinme duygusundan dolayı bebeği ellerinin üzerinde bir kılıç gibi tuttuğunu bilmeden, cesedi mezarlığın ortasına götürdüğünü görüp sikini kurcaladığını görmeyen, sadece bir bebek cesedi gömdüğünü gören biri bu duruma ağlıyorsa eğer;  bu gözyaşlarının vebalini kim ödeyebilir?  Üstüne bir de onlara acıdığı için teselli edecekken tüm bunların acıyla değil bir pislikten kurtulmanın verdiği hazla yapıldığını, adamın aslında hüzün namına bir şey taşımadığını ve hatta mutlu olduğunu söylesek, izleyici kişi kendini aldatılmış hissederek duygu sömürüsüne uğradığını düşünecek ve içindeki acıma duygusu kine dönüşecektir.

Bu esnada kadının arabadan inmeyi reddetmesi bir çöküntü göstergesi olarak düşünülebilir. Bu, gayet normal karşılanabilecek, hatta kadına karşı acıma duygusu uyandırabilecek bir durum olmasına karşın; kadın eğer arabanın sağ ön camından yedi ay önce iki aylık hamile olduğunu öğrendiği gün evlenmek zorunda kaldığı adamı izliyorsa ve bu durumdan pişmanlık duyuyorsa kadının içinde bulunduğu hal değişecektir. Bir gece katıldığı partide alkolü fazla kaçırarak hiç tanımadığı bir adamın arabasına bindiğini hayal meyal hatırlaması ve bundan dolayı müthiş bir pişmanlık duyması içinde bulunduğu durumu daha da çekilmez kılmaz mı?

Kadına bebeğini kaybettiği için değil; o gece, şimdi sağ ön koltuğunda oturduğu arabanın arka koltuğunda sevişirken, şu anda mezarlıkta bebeğini gömen adamın içine boşaldığını fark etmeyecek kadar sarhoş olduğu için acınabilir. Ertesi gün hapı kullanmadığı, çok fazla içtiği, adama prezervatif kullandırtmadığı  -çantasında partnerleri için sevdiği cinsten  -tırtıklı- taşımasına rağmen-  ve hatta o gece kesiştiği diğer adaman arabasına binmediği için de suçlanabilir. Tüm bunları kendine ve şu anda üzerinde bir karış toprak olan bebeğe karşı yapmasına rağmen; asıl suçu yedi ay önce kürtaj için aldığı parayı kredi kartı borçlarına yatırdığı için kocasına karşı işlediği için de suçlanabilir.

Audi’nin sağ ön koltuğunda, hayatının belki de en uzun bekleyişini gerçekleştirirken bir daha herhangi bir adamla yatmamaya yemin ediyor olması garipsenebilir; ancak bu takdir edilecek bir davranıştır. Fakat kendisi, yaşadığı bunalım yüzünden karar verdiği şeylerin çokta önemli olmadığını bilmektedir.  Yirmi dört yaşında işlediği günahın bedelini cinselliğini bitirerek çekecek olmasına karşın; bunları düşünürken kocasını üstünde hayal edip oturduğu koltukta hafifçe kıpırdanmış ve birinin kendisini göreceğinden korkarak kendini normale döndürmeye çalışırken acısının ve ödeyeceği bedelin samimiyetini zedelediğini fark edemeyecek denli  yükselmiştir.

Elli metre uzakta durup olan bitenden habersiz bu olayı izleyen kişi kadını teselli etmek için yanına geldiğinde, onu arabanın sağ ön koltuğunda elini bacaklarının arasında gezindirirken yakalasa ve kadını o halde görünce lanetler okuyarak uzaklaşsa, gerçekten ahlaklı olduğu için mi oraya terk etmiştir? Yoksa kadınla göz göze geldiği anda onun dudaklarına bir mengene kuvvetinde kenetlenmeyi istemesin rağmen kadının kocasının hemen arkada olduğu gerçeği, saniyenin binde birinde aklından geçerek onu oradan uzaklaşmaya itmişse ve eve gittiğinde doğru karısına doğru hareket etmişse ve böylelikle kendi karakterine ihanet etmişse eğer; öğrenilmiş ahlakının yıkılışını izlerken, karakterine açtığı yarayı nasıl temizleyebilir?


[ Adam uzun mezarlık otlarının arasından sıyrılarak karısının yanına geldi. Bir görevi layığıyla yerine getirmenin huzuru vardı yüzünde. Adam, kadını öpmek istedi ama cesaret edemedi. Kadın, adamı öpmek istedi ama arzularına karşı koydu. Hiç konuşmadan, dosdoğru karşıya bakarak ilerlediler. Yüzlerinde benzer günahların verdiği çarpıklıkla. ]


2.

[ Zoraki alınmış bebek eşyalarının kendilerine nefretle baktığını bildiklerinden eşyalara göz göze gelememeye özen gösterdiler. İkisi de sahip oldukları acının gereklerini yapmaya gayret ettiler. İlk gece zaruri konuşmaların dışında herhangi bir konuşma yapılmadı ve kelimeleri zenginleştirmemek, normale dönüş izlenimini vermemek için sıfat kullanımı asgariye indirildi. Yatakta sırt sırta yatarken ikisi de uyuyamıyormuş numarası yapmaktan yorulduklarında, sessiz bir anlaşmayla uyudular. Sadece suç ortaklarının yüzlerinde beliren bir sırıtmayla. ]


Ertesi gün aileleri onları teselli etmek ve onları yalnız bırakmamak için evlerine geldiğinde kadın, kadınlık görevini yapmak adına makyaj aynasının karşısında gözlerinin altlarını morartarak ağlamış imajını verdi kendine. Hafif salaş giyinmeyi de ihmal etmedi.  Adam, güçlü olması gerektiğini bildiğinden kapıyı açarken karısının arkasında dimdik durdu. Jilet gibi ütülü mavi gömleğini beyaz keten pantolonunun içine sokarak göğüs genişliğini belli etmeden de edemedi. Eve yerleşmiş ölü havasını bozmadıklarından, aileler eve girdiklerinde gereken her şeyin yapılmış olduğunu, konuşulacak kadar konuşulup susulacak kadar susulduğunu ve cenazeden sonra sevişilmediğini anlayınca rahatladılar.

Adam ve kadın ailelerinin yanında bebeklerini kaybetmelerine rağmen birbirlerini seven ideal bir çift gibi davrandılar. Hatta bir ara ölümün azizliğinden ve karşı konulamaz olduğundan bahsedilirken adam kolunu kadının beline doladı ve kadın başını adamın omzuna yasladı. Yüzlerinde ciddi bir hüzün vardı. Anneler konuşurlarken adam ve kadının bebekliğinden konuyu açınca ortama mayhoş bir keder çöktü. Kadınlar, yanlış yerde, yanlış konu açtıklarını bile bile mazoşist bir edayla sohbete devam ettiler. Konu iyiden iyiye ağırlaşınca erkekler verandayı çıkıp birer sigara yaktılar. Kadınların içeride rahatça ağlayabilmesi için.

Kadın, annelerinin kucağında hıçkıra hıçkıra ağladı. Ağlarken anneler, kadının ne için ağladığını biliyorlardı ama ses etmediler. Hiç kimse birbirinin yüzüne bakamadı bu esnada. Kadının bebeğe değil, yirmi dört yaşında aptal bir duruma düştüğünden ağladığı gün gibi ortadaydı. Küçük teselliler ve saç okşamalarının ardından boktan bir pasta yaparak rahatlamaya çalıştılar.

Adam, babalarının yanında verandada sigarasını tüttürürken fazla rol yapmak zorunda kalmadı. Erkeklerin daha az duygusal olduğunu bildiğinden bir nebze olsun normale döndü ve babalarıyla içtikleri tütünün tadından bahsettiler. Babalardan biri Hawaii kızlarını anımsattığını söyledi, diğeri ise bir geyik avı macerasını anlattı. Sonra arabanın kaç beygir olduğunu tartıştılar. Eninde sonunda babalardan biri: “ Üzülme bu kadar, yenisini yaparsınız. Hala çükün yerindeyse tabi.” diyerek bir kahkaha bastı. Adam, o noktada role girmesi gerektiğini anladı ve hiç cevap vermeden sigarasını topuğuyla ezip içeri girdi. Sonra, yemek masasının etrafında toplanıp kadınlara bu tatsız olayı belli etmemeye çalışarak, hep beraber kadınların yaptığı boktan pastayı yediler. Anneler, kadının yerinde olmadıkları için şükrederek kocalarının döke saça pasta yemelerini izledi. Babalar, karılarının ceset doğurmadıkları için ne kadar şanslı olduklarını düşündü.

Adam ve kadın o gece rollerini başarıyla yerine getirdikleri için birbirlerini sessizce kutladılar. Kadın kitap okudu, adam maç izledi. Her şey olması gerektiği gibiydi ama göğüslemeleri gereken başka insanlar olduğunu bildiklerinden huzurlarında bir kırıklık vardı. Her şey hemen olsun bitsin, iğrenç taziye ziyaretleri çabucak geçsin istiyorlardı. Fakat işkencenin gelişme bölümü daha yeni başlamıştı. Gece, adam bilinçli olarak koltukta uyuyakaldı.

Ertesi gün, ikisinin tanışmasına ve o gece Audi’nin arka koltuğunda sevişerek şu anki duruma gelmelerine sebep olan kadın, sevgilisiyle beraber taziyeye geldi. Misafir kadın, ölü bebeğin annesiyle üniversiteden sınıf arkadaşıydı, ölü bebeğin babasının ise o kadınla bir gece yatmışlığı vardı. Adam için karısıyla misafir kadın arasındaki tek fark, misafir kadınla yattıklarında, kadının içine boşaldığını fark edecek kadar ayıktı. Olabildiğince kısa ve huzursuz bir ziyaretti. Kadın ve adam verandadan misafirlerinin uzaklaşmalarını izlerken içlerinde pişmanlık vardı. İlişkilerinin kırıldığını hissediyorlardı. Altı aydır güç bela yaşadıkları birliktelik artık bir mecburiyete dönüşmüş sayılabilirdi.

Çok sevmedikleri ama görüşmek zorunda oldukları dostları art arda ziyarete gelemeye başladılar. Araba çarpmış bir kedinin etrafında toplanan insan sürüsü gibi veya can çekişen birinin üstünde dönen puşt akbabalar gibiydiler. Kendileri yaşamamış olduklarından mutluydular ve üzülmüyorlardı, sadece görevdi onların ziyaretleri. Hatta bazen çocuklarıyla gelenler bile vardı. Onların mutsuzlukları dostlarına keyif veriyordu.     


[  Adam işten dönünce karısına gülümseyerek sarıldı ve onu yemeğe çıkartmak istediğini söyledi. Restoranda bir şişe Terra Italia Barolo açtırdı. Kadın göz kamaştırıyordu. Adam isteksizce espri bile yaptı, kadın isteksizce de olsa güldü. Eve geldiklerinde adam kadına arkasından sarıldı. Kadın zarifçe reddetti. Gece, ayrı saatlerde, gizlice banyoda mastürbasyon yapıp uyudular. ]


3.

[ Bir Pazar günü pekte sevmedikleri dostlarının birinin bahçesinde barbekü yaparken adam hafifçe elini yaktı. Kadın adamın elini dudaklarına götürdü. Adam bunu iyiye yordu ve gece karısına yaklaşmaya çalıştı. Aleti çoktan sertleşmişti. Kadın yine reddetti. Adam, kalkıp mavi gömleğini ve beyaz keten pantolonunu giydi. Göğüs genişliğini belli etmek için gömleğini pantolonunun içine soktu. Hiç konuşmadan evden çıktı. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. ]



Adam arabanın kapısını sertçe açtı ve yolunu çok iyi bildiği otele sürdü arabasını. Yolda arkadaşına telefon etti. Kiraladığı odaya karısına hiç benzemeyen bir kadın geldi. Beraberce bir şişe Bordeaux içtikten sonra kadın adama sokuldu. Kadın adamın istediği her fanteziyi layığıyla yerine getirdi. Adam, karısından intikam almak istiyordu. Uzunca bir süre esriyerek seviştiler. Sabaha karşı, adam mezardaki bebeği hatırladığında altında yatan kadının bacakları, adamın omuzlarındaydı. Adam bir süre durdu, kadın kısılmış gözlerini hafifçe aralayıp ne olduğunu anlamaya çalıştı. Adam erkekliğini hafifçe okşayıp sert bir hamleyle içeri tekrar girdi.

Kadın, kocasının o gece ne yaptığını biliyordu. Yaptığı hatanın diyeti olarak cinselliğini öldürdüğü için kocasını reddetmişti ama bu yangınını dindirmiyordu. Sabah uyanır uyanmaz kahvaltısını edip şehrin en işlek caddelerinden birine gitti. Tarihi bir binanın ikinci katında gördüğü sex shopa girerken etrafına bakınıp tanıdığı kimsenin olup olmadığını kontrol etmeyi ihmal etmedi.

Adam, karısının seks orucunda olduğunu bildiğinden ötürü ona bir daha yaklaşmadı ve eve uğramayı seyrekleştirdi. Kadın ise bu durumdan hayli memnundu; çünkü ettiği seks yeminini kendince yumuşatmıştı. Sex shoptan aldığı dildoyla dilediğince vakit geçirebiliyordu. Bundan da gayet memnundu. Çok geçmeden, daha kalın ve daha uzun bir dildo edindi.

Sık sık seyahate çıkıyordu kadın ve kocası onu arada bir arayıp soruyordu. Adam başka bir kadının evine yerleşmişti. Artık evlerini ziyarete gelen samimiyetsiz dostlarıyla görüşmüyorlardı. Aileleriyle ise yalnızca telefonla görüşüyor ve iyileşmiş rolü yapıyorlardı. Adam ve kadın ayrı ayrı yerlerde kendilerine has stillerle yaşamanın anlamsızlığını sorguluyorlardı.

Kadın, bir gece barda tek başına otururken yanına gelen kendi yaşlarındaki kadınla sohbet etmekten hiç çekinmedi. Kadına arabasına almaya da korkmadı. Hatta o gece aynı yatakta uyumalarını da garipsemedi. Kocasını aldatmıyordu, en azından bir erkekle. Böylece kadın mezarlıkta ettiği yemini iyiden iyiye genişletmiş ama hala bozmamıştı.


[ Kadın, eve girdiğinde kocasını elinde bavulla görünce herhangi bir tepki vermedi. Adam da açıklama yapma gereği hissetmedi. Adamın, bavulu bagaja koyuşunu ve direksiyona oturuşunu verandadan izledi kadın. Adamla hiç konuşmadan vedalaştılar, televizyondan öğrendikleri kadarıyla. ]


4.

[ Adam, özel bir psikiyatr kliniğinin açık mavi salonunda gergin bir şekilde bekliyordu. Telefonu çaldığında sırası gelmek üzereydi. Telefonla konuştuktan sonra hızlıca yerinden kalkıp dışarı fırladı. Hemşire kapıda adamın adını anons etti. Kimse cevap vermeyince bir sonraki hastayı çağırdı. Sıradaki hasta, antidepresanlarına yaklaşmış olmanın verdiği bilinçle suratına aptal bir gülümseme kondurup içeri girdi. ]


Hastanede karısının midesinin yıkanmasını beklerken adam, keşke karımı o gece sikmeseydim, diye düşündü. Karşısında oturan anne ve babasının yüzlerine bakamıyordu, çünkü iki avuç hap içmiş karısını yerde jartiyerle bulduklarında, bacaklarının arasında on bir santimi içerde olmak üzere toplam yirmi beş santimlik bir dildo sallanıyordu.

Kadın, ameliyathaneden sağ çıktığı için pişmandı. Yaklaşık elli hap içmişti ve – çok değil – beş dakika daha geç bulsalar ölebilecekti ama yaşarken rahat vermeyenler, huzurla ölmesine de engel olmuşlardı. Kadın, yalnızca kendi adına utanç duyuyordu, ailesine on beş yıl aradan sonra tekrar çıplak göründüğü için. Annesi, onu en son çıplak gördüğünde henüz göğüsleri tomurcuklanmamıştı, şimdi ise ailesinin – özellikle de babasının – gözünde bir fahişeden farkı yoktu. Evlenmeden hamile kalmış, ölü bir doğum yapmış, intihara kalkışmış ve yirmi beşine basmadan her şeyini kaybetmişti.

Adam bu noktada sadece kendi için utanıyordu, karısını yeterince beceremediği için. Ameliyathaneden az sonra çıkacak doktorun bir ölüm haberi müjdelemesini istiyor, bunun yanlış olduğunu bilmesine rağmen kendini engelleyemiyordu. Daha fazla ne yaşayabileceği ne kalmıştı ki?

Kadının toplu tecavüze uğrarken, içine düşen salak bir sperm sonucu hamile kalması, kendisine tecavüz eden dört adamdan hatırladığı tek yüzü bulup onu çocuğu sahiplenmesi için zorlaması ve çocuğu doğduğu gün oracıkta öldürmüş olması kadının suçlu olduğunu göstermez. Gong çalar çalmaz suratına inen sağlam bir kroşeyle içine düştüğü karanlıktan çıkmak için siyahı kullandı sadece. Pusu, daha da karartarak hiç olmayı denedi ve başardı da. Kaderden, tercihten veya şanstan bahsetmiyorum burada. Kadın tüm bu olanlardan zevk alıyor da demiyorum. Söylemek istediğim, bir daha toplu tecavüze uğrasa, bunun altından nasıl kalkabileceğini tecrübe etmiş olduğu.

Adamın üç arkadaşıyla beraber gangbang yaptığı ve adını bile önemsemediği bir kadınla ortak olup bir bebeği öldürmeyi kendi tercih etti diyemeyiz. Gangbang yaptığı arkadaşlarının, onları ziyarete gelmesini istediğini sanmıyorum. Suçsuz olduğunu söylemiyorum bu orospu çocuğunun, anlatmak istediğim asla tercih etmeyeceği gerçeklerin ortasındayken bile hayatta kalabilmiş olması. Kendi karanlık yanını kabullenip ona uymasından ve artık seni darmaduman edebilecek şeylerin onu sarsmayacak olmasından söz ediyorum sana.

Şimdi, adam mezarlıkta sikini kurcalamış veya kurcalamamış ne önemi var? Kadının, arabanın içinde kendini cinsel bir perhize sokarak erdem kazanma çabasını hanginiz alkışlayabilir? Ya da onlar hakkında hiçbir fikri olmamasına rağmen kendince onlara roller biçerek gözyaşı döken gereksiz izleyicinin gözyaşları ne kadar değerli? Bunların doğruluğu veya yanlışlığını tartışmıyorum. Söylemeye çalıştığım şey, bir noktada insan kırıldıktan sonra diğer şeylerin nasıl da önemini yitirip hiçe dönüştüğü. Karanlık yanın bir anda ortaya çıkıp sana siper oluyor ve sen korkuyu kabullenmiş oluyorsun. Çünkü o noktada acının ve korkunu hayatın safrası değil, ta kendisi olduğunu anlıyorsun. Kadını bir delikten ibaret olarak gören adamla, adamı sadece bir uzantı olarak hisseden kadının, tek ortak noktalarının acıları olduğunu ve bu olaylardan sonra birbirlerine nasıl sıkı tutunduklarını, hiçbir şeyi ve hiç kimseyi umursamadıklarını söylesem sana, ikna edici olur mu senin için?

Selden iki çocuğunu birden kurtaramayacağı için hangisini feda edeceğine karar veren annenin dilemmasını yaşamadım ben. Gazze’de fosforlu mermileri izleyerek uykuya dalmaya çabalamadım. İçine su borusu mu, yoksa gardiyanın damarlı siki mi girmiş çıkmış umursamayan bir mahkumun, bacaklarındaki kanı yıkarken artık ağlamamasından, artık duyarsızlaşmış olmasından daha hazin değil bu hikaye, biliyorum. Tüm bunları da ben yaşamadım zaten, kabul ediyorum ama ya yaşamış olsaydım? Ya tüm bunları yaşayan sen olsaydın ne yapardın?


[ Adam, gölün kenarında durup kadını alnından öptü. Kadın, güzel bir pasta yaptı. Adam, komik bir geyik avı macerasını anlattı. İkisi de katıla katıla güldü. Adam, parmaklarını kadının ak saçlarına doladı. ]



                       Onur Tuncay

                      Gültepe

9 Şubat 2014 Pazar

Bitki

Üç yıl boyunca, geceleri bitkiye dönüşmekten korkan bir kadınla aynı evde yaşadım. Eğitim esnasında acemi bir askerin yanlışlıkla el bombasının pimini çekmesi sonucu sağ gözünü kaybetmiş bir yüzbaşıyım. Beni emekli, askeri ise eğitim zayiatı olarak kaydettiler deftere. Kırılmış demirbaş eşyalar gibiydik. Ömrümü adadığım askerlik mesleğimden tek gözle emekli olduğumda karımın kucağında bir cellat gibi uzun süre ağladım. Tek gözle ağladığım için normal bir ağlama süresinin iki katı kadar ağladım. O kadar çok ağladım ki o gün karım bitki olmaktan korkmaya başladı. Üç yıl sonra, bir sabah gerçekten karımı ufak bir sarmaşığa dönüşmüş olarak buldum.

O güne kadar karımın sayesinde hayata tutunma çabalarım vardı. Evimizin yakınında olan ordu evine gönderiyordu beni gündüzleri. Her gün toplanıp PKK’ya küfrederek Bask Bölgesi’nin bağımsızlığını savunan ama kendini bile savunmaktan aciz olan bir avuç sefil adamdık. Onlara, gözümü bir eğitim esnasında değil, Güneydoğu’da kanlı bir çatışmada kaybettiğimi söylüyordum. Bana körü körüne inanıyorlardı. Ne söylenirse inanabilecek, hiç savaş görmemiş savaş robotları olarak yetiştirilmiştik neticede.

Karım, ölü bir adamın yaşadığı evin duvarlarında yokluğuyla var olması gibi bütün evi kısa bir sürede sardı. Full Metal Jacket’ı kaç kere izledim hatırlamıyorum. Sadece sabaha karşı çıkıyordum artık sokağa. Lobut gibi kaldırım kenarlarına dizilmiş ruhlara çarparak yürüyordum. Hendeklere basarak, baykuşları öperek ve karton toplayıcılara sigaralar dağıtarak. Herkes korkarak da olsa ruhlarla konuşmak ister. Ben defalarca kez konuştum. Kubrick’le olan samimiyetimi buna bağlıyorum. Kendimi sarmaşık dallarıyla boğmaya çalıştığımda oldu, çırılçıplak yemek yaptığımda. Geceleri ise bağırıyordum genelde. Asker selamı verip “Sir, yes sir!” diye inliyordum. Duvarlarımda hiç delik yoktu.

Birbirinden bağımsız anlarda boş göz çukuruma katlanılmaz bir ağrı saplanıyordu. Kafamı duvarlara vurduran bir acı. Sonra aniden kesiliyordu ve bittiğinde, alnımda kan ve yaprak lekeleriyle salonun ortasına yığılıyordum. Birinin bana vudu büyüsü yaptığına emin olmuştum artık. Birisi benim vudu bebeğimi elinde tutuyor ve canı sıkıldığı zaman bir iğne batırıyordu. Açıklaması buydu. Yoksa olmayan bir göz başka neden acır ki?

Yılbaşında evime metrelerce LED döşedim. Arabalara döşenen cinsten. Sarmaşığın her dalına paralel bir LED döşeyip, her yaprağa da farklı renkte bir jelatin bağladım. Işıl ışıl ve rengarenkti evim o akşam. İki kez kustum. Ayrıca hindi yerine tavuk yedim. Bazen kurallara çiğnemek lazım. O gece atlasta ülkelerin bayraklarını incelerken Nepal bayrağının şeklini orijinal buldum ve hemen Nepal Cumhurbaşkanı’na ülkesinin bayrağının şekliyle ilgili bir tebrik mektubu yazdım. Cevap vermediler. Ardından altı tane daha yazdım ama hiç cevap alamadım.

Nepal’e gitmek istedim. Budist tapınaklarında uyumak istiyordum. Orda yaşlanmak, vakur bir derviş olarak unutulmaktı niyetim. İran’a kadar sürdüm arabamı. Sınırı kaçak geçtim. Oradan da yoluma eşekle devam ettim. Zagros Dağları’nda haritada adı bile olmayan bir Yezidi köyünde, ter kokan bir yatakta uyudum. Melek Tavus’un yaradılış efsanelerini dinledim. Bir peri satın aldım o küçücük köyden bir avuç metal para karşılığında. Kanatlarının tozu kalmamış, yaşlı ve yorgun bir periydi. Kesenin içine koyup yanıma aldım. Nepal’ ulaştığımda Cumhurbaşkanı’nı buldum ve “Your flag is original!” dedim. Gülümseyip teşekkür etti. İlk uçakla geri döndüm. Keseyi bir gece sobanın içine attım ve küfürlerini dinledim alevler içindeyken. Bir peri, ölürken masumiyetini ne kadar koruyabilir?

Toprak testiden içilen kurtlu suların tadı hangi şelaleden gelir bilmiyordum. Leş kemiren sırtlanlarının telaşını taşıyordum artık. Beni o pınarlarda boğsunlar istiyordum. Yaşamaya hakkım olmadığı konusunda içimde yaşayan herkesle hemfikirdim. Uzun savan otlarını biçen paslı bir orak olmuştum. Düştüğüm çölden geçen ilk kervana katıldım. Sarı kumlara bata çıka yürürken kervancıya sordum: “Sen neden çöle düştün?” “Yeterince şiirsel olamadığım için.” dedi. “Dert etme” dedim “ben de değilimdir.” “ Ben babamı öldürdüm. Bu yüzden sürgünüm. Çünkü iki adamın birbirini öldürmesi oldukça kabadır. Bir adamın bir kadını öldürmesi cinayet, bir kadının bir adamı öldürmesi intikam, bir kadının bir kadını öldürmesi ise şiirdir. Sen neden buradasın?” “Ben sarm… Ben seyahat ediyordum yalnızca.” O kadar gerçekçi bir yalan söyledim ki çöle yağmur yağdı. Ya da biz öyle zannettik. Sonuçta yağmurları melekler atmıyor mu gökten?

Aylar sonra ordu evine gittiğimde bazı askerlerin ölmüş olduğunu öğrendiğim. Mezarlarına gidip birer kurşun bıraktım. Birer çiçek bıraktım. Birer tohum, birer tane de kasatura. Hiçbirine ihtiyaçları olmayacak olmasına rağmen kendimi rahatlattım. Mezarlıkta dolaşan onlarca hayaletin arasından dualarla geçtim. Evime yürürken ordu evinin karşısındaki kafede karımı gördüm. Koşa koşa yanına gittim ama o bana okkalı bir tokat savurdu. “Seni terk ettim ama bir kez bile beni aramadın. Hiç mi merak etmedin beni?” “ Karıcığım ben seni sarm…” devamını getiremedim. Ağlayarak uzaklaştım ama onlar ne yaptığımı anlayamadılar. Tek gözden yaş akınca pek sahici olmuyor.


Sarmaşığı duvardan koparıp siyah çöp torbalarına doldurdum. Hala bir köstebeğin, bir gün sinirlenip dünyayı bir uçtan bir uca deleceğinden ya da bir uzaylının, yer kabuğunu elma gibi soyacağından korkmama rağmen, şüphesiz ki bazı endişelerimle de yüzleştim. Şimdi en başa dönmek üzereyim. Gözümü parçalayan askerimin temsili mezarına, sol gözüme sapladığım çiviyi bırakıyorum. Hırkasını ve postunu teslim eden bir şeyhin onuruyla. 

                                                                                  Onur Tuncay
                                                                                      Gültepe

26 Ocak 2014 Pazar

Korkuluk

                        Süvari, geniş omuzlarından süzülen altın sırmaları dalgalandırarak adeleli kollarıyla atının dizginlerini asıldı. Şapkasının altından görünen keskin gözlerini, kuytusunda durduğu uçsuz bucaksız ovanın üzerinde gezindirmeye başladı. Ova baştan aşağı buğday doluydu. İri, dolgun ve diri başaklar ikindi güneşinin altında altın gibi parlıyor, imbatın himayesinde vakur bir edayla sallanıyorlardı. Gözüne ovaya serpiştirilmiş korkuluklar takıldı. Ritmik olmamakla birlikte sanki planlanmamış bir düzen içerisindeydiler. Birbirinden çirkin bir sürü korkuluk olduğunu görmek canını sıksa da ovanın bereketi ve doygunluğu karşısında coşkuyla doldu içi. Kazığa oturtulmuş bir cadı kadar doğruldu atının üstünde. Gururlanıp göğsünü kabarttı.


Keskin gözlerini ovanın içinde gezindirirken başakların arasında gezinen bir genç kız gördü. Atını şaha kaldırınca siyah atının beyaz ayakları havada asaletle çırpındı. Süvari, buğdayların arasına daldı. Çirkin korkulukların arasından başakları ezerek şimşek gibi ovanın ortasına doğru atını sürdü. Kıza yaklaştıkça dudaklarını arzuladığını fark etti. Kalbi daha hızlı çarpmaya başladı. Atının ritmince kalbi çarpıyordu. Arkası ona dönük güneşe baktığını fark etti. Kıza çok yaklaşmasına rağmen, kız ona doğru dönmedi yüzünü. Yanına geldiğinde yavaşladı ve atının dizginlerini sertçe asıldı. Kız koni şapkasının altından ona baktığında Süvari dehşetle irkildi. Genç bir kız zannettiği kişinin aslında dişleri dökülmüş, buruşuk suratlı, ihtiyar bir Çinli olduğunu gördü. Süvari gözlerini ovuşturdu. Çinli ona sarı ve eksik dişli ağzının içini göstererek gülümsüyordu. Süvari atından inip Çinliye yaklaştı. Çinli çekik gözlerini daha da çekikleştirerek sordu:

- Neden geldin buraya?

- Şey, ben sizi uzaktan görünce…

- Beni uzaktan görünce?

- Sizi uzaktan genç bir kıza benzetmiştim.

- Ha ha ha! Beni genç bir kıza benzettin ha? Teşekkür ederim delikanlı.

- Neyse ben sizi rahatsız ettim. Özür dilerim.
       
     Süvari utanarak arkasını döndü. Tam atının yularını tutacakken beyaz ayaklı siyah at bir anda yere yığıldı. Siyah atın kızıla boyanmış beyaz kıllı ayakları havada son kez savruldu. Beyaz ayaklı siyah at kanlar içinde öldü. Süvari atının başına oturup ağlamaya başladı. Çinli elini omzuna koydu:

- Ağlama artık ona ihtiyacın olmayacak.

- Nasıl olmayacak lan! Ben bu atın üstünde düşmanla savaştım. Bak! Göğsümdeki Cesaret Madalyasını yoldan geçene vermiyorlar! Ben şimdi nasıl savaşa giderim.
        
     Tekrar gözyaşlarına boğuldu. Yakışıklı sayılabilecek bir adamdı Süvari. Saçları yana taranmıştı. Sakal tıraşını henüz yeni olmuştu. Üniforması tam üzerine göre dikilmişti. Kılıcının hakkını verebilecek kadar güçlü görünüyordu ama yine de ölü atının başında hüngür hüngür, dövünerek ağlıyordu. Çinli koni şapkasının altından tekrar konuşmaya başladı:

- Yanlış anlama ama sen geri dönmeyi mi düşünüyordun burdan?

- Seni kız zannettim dedimya. Senin  Çinli bir ihtiyar olduğun ortaya çıkınca ben de geri döneceğim mecburen. Burda daha ne yapabilirim ki? Hem atım neden öldü?

- Çok basit evlat, jiletler yüzünden.

- Ne jileti?

- Bak, bu ova muhteşem bir buğday tarlası gibi görünmesine rağmen lanetli bir tarladır. Dikkatli bakarsan görürsün ki her başağın yanında bir de jilet vardır.

Süvari dikkatlice başaklara doğru baktı. Gerçekten bu başakların her birinin yanında küçük birer jilet yetişmişti.  Atına doğru bakınca atının üzerinde binlerce çizik olduğunu fark etti. Atını hızla sürerken atını öldürüyor olduğunu fark etmemişti bile. Kafasını kaldırıp Çinliye doğru baktı.

- Nasıl çıkacağız burdan?

- Çıkmayacağız.

- Napıcaz burda amınakodum Çinlisi. Ben çıkmaya çalışacağım.

- Çıkmaya çalışırsan ölürsün.

- Çalışmasakta ölürüz.

- Hayır, burda kalırsak en azından korkuluk oluruz.

- Ne oluruz ?

- Korkuluk oluruz. Buranın üzerinde kuş bile uçmaz jiletli olduğunu bildiklerinden.  Buna rağmen burdaki şu korkuluk bolluğu sana garip gelmedi mi? Buraya mancınıkla idam cezası alanlar atılır. Ya da intihar etmek isteyenler buraya gelir. Bu tarlada bir süre kalanlar korkuluk olurlar. Ordumuzun şanlı bir askeri olarak senin devletimize ait bu yasal intihar yerleşkesini bilmemen çok garip doğrusu.

- Nasıl yani? Ne, ne korkuluğu? Sen ne dediğinin fakında mısın? Beninle dalga mı geçiyorsun sen?

- Bak ayaklarım dönüşmeye başladı bile.

Süvari, Çinli’nin ayaklarına baktığında gözlerine inanamadı. Gerçekten de ayakları yere saplanmış iki sopaya dönüşmüştü ama dizlerinden yukarısı hala insandı.

- Bu ne böyle? Bana da mı böyle olacak?

- Evet sana da bu lanet bulaştı artık. Senin de kaderin benimki gibi olacak.

- Kimin laneti bu?

- Uzun zaman önce yaşamış bir çiftçinin laneti. Sınır komşusu olan çiftçi mahsullerine gölge yaptığını düşündüğü için sınırda duran armudu kesmiş. Bizim çiftçi de onu öldürmek için bir gece bu tarlaya gelip buğdayların arasına jilet tohumları ekmeye başlamış. Ama en sonunda yanlış yerden başladığı için her tarafa jilet tohumu ekince ortada kalmış. Ve orda tek başına çıldırmış.

- O da korkuluk mu olmuş?

- Hayır. O, işte şu ortadaki armut ağacına dönüşmüş.

            Süvari armut ağacına dönüp uzunca bir süre izledi. Güneş ovanın ucundaki sıra dağlara yaklaşmaya başlamıştı. Oldukça dar bir açıyla yeryüzüne vuran güneş ışınları başaklardan sekip gözlerinde patlıyordu. Armut ağacının çiftçi olabileceği ona mantıklı geldi ve lanetin varlığını kabul etti. Artık ilk heyecanı üzerinden atmış, sesi normale dönmüştü. 

- Ben ne zaman korkuluk olurum?

- Bu oldukça hızlı oluyor, bak benim belimden aşağısı dönüştü bile. Ben geldiğimde şu sağda gördüğün korkuluk insandı. Güneş batmadan sen de korkuluk olmuş olursun.

- Ben bu ülke için günlerce, aylarca, hatta yıllarca savaştım. Sonumun böyle olacağını hiç tahmin etmemiştim. Bir savaş meydanında mertçe ölmek istiyordum ben.

- Ben de şaman olmak istiyordum ama hırsız oldum. Ellerim küçük olduğu için bunu, şamanlıktan daha kolay yapabileceğimi fark ettim. Yıllardır bir şeyler çalarak yaşıyorum. Hatta az önce de el alışkanlığıyla senin madalyanı çaldım. Al bunu özür dilerim.

Süvari herhangi bir şey söyleme gereği hissetmedi. Cevabı saçma bulduğu yüzünden okunuyordu. Ama arkasını dönmeye çalıştığında Süvari hareket edemediğini fark etti. Ayaklarına baktığında ayaklarının yerinde kuru toprağa saplanmış iki çubuk gördü. Kılıcını ve madalyasını çıkartıp fırlattı. Çinli de koni şapkasını frizbi şeklinde başakların üzerinden uzaklara uçurdu. Süvari kaderini kabullenmenin verdiği huzurla  saçlarını taramaya başladı. Çinli’nin gövdesi de artılık korkuluğa dönüşmüş, sadece kafası insan olarak kalmıştı. Süvari, Çinli’nin çekik gözlerine bakıp sordu:

- Peki, o çiftçi neden armut ağacı olmuş?

- Yani ne bileyim? Cezalandırılmış işte? Ya nefret ettiğin şeye dönüşürsün zamanla ya da acılarına. Haksız mıyım?

- Bir Çin atasözü böyle der ha?

- Siktiret atasözlerini. Bir sigara yakıp ağzıma versene korkuluk olana kadar içerim ben onu.

Süvari iki sigara yakıp birini Çinli’nin ağzına tutuşturdu. Çinli keyifle sigarasını tüttürmeye başladı ama sigarasını bitiremeden tamamen korkuluk oldu. Kısa bir süre içerisinde ise yüzü iki kat çirkinleşti, tabi dudağında sigaravari bir buğday sapıyla.

Güneş batmadan hemen önce ise süvari sarı buğday saplarından saçları olan, genç bir kıza dönüştü. Çirkin Çinli korkuluk ile güzel genç kız korkuluk, buğday tarlasını bir çekirge sürüsü talan edene kadar, ovanın ortasında karşılıklı durdular.  

                                                                                   Onur Tuncay

                                                                                     Yenice