9 Şubat 2014 Pazar

Bitki

Üç yıl boyunca, geceleri bitkiye dönüşmekten korkan bir kadınla aynı evde yaşadım. Eğitim esnasında acemi bir askerin yanlışlıkla el bombasının pimini çekmesi sonucu sağ gözünü kaybetmiş bir yüzbaşıyım. Beni emekli, askeri ise eğitim zayiatı olarak kaydettiler deftere. Kırılmış demirbaş eşyalar gibiydik. Ömrümü adadığım askerlik mesleğimden tek gözle emekli olduğumda karımın kucağında bir cellat gibi uzun süre ağladım. Tek gözle ağladığım için normal bir ağlama süresinin iki katı kadar ağladım. O kadar çok ağladım ki o gün karım bitki olmaktan korkmaya başladı. Üç yıl sonra, bir sabah gerçekten karımı ufak bir sarmaşığa dönüşmüş olarak buldum.

O güne kadar karımın sayesinde hayata tutunma çabalarım vardı. Evimizin yakınında olan ordu evine gönderiyordu beni gündüzleri. Her gün toplanıp PKK’ya küfrederek Bask Bölgesi’nin bağımsızlığını savunan ama kendini bile savunmaktan aciz olan bir avuç sefil adamdık. Onlara, gözümü bir eğitim esnasında değil, Güneydoğu’da kanlı bir çatışmada kaybettiğimi söylüyordum. Bana körü körüne inanıyorlardı. Ne söylenirse inanabilecek, hiç savaş görmemiş savaş robotları olarak yetiştirilmiştik neticede.

Karım, ölü bir adamın yaşadığı evin duvarlarında yokluğuyla var olması gibi bütün evi kısa bir sürede sardı. Full Metal Jacket’ı kaç kere izledim hatırlamıyorum. Sadece sabaha karşı çıkıyordum artık sokağa. Lobut gibi kaldırım kenarlarına dizilmiş ruhlara çarparak yürüyordum. Hendeklere basarak, baykuşları öperek ve karton toplayıcılara sigaralar dağıtarak. Herkes korkarak da olsa ruhlarla konuşmak ister. Ben defalarca kez konuştum. Kubrick’le olan samimiyetimi buna bağlıyorum. Kendimi sarmaşık dallarıyla boğmaya çalıştığımda oldu, çırılçıplak yemek yaptığımda. Geceleri ise bağırıyordum genelde. Asker selamı verip “Sir, yes sir!” diye inliyordum. Duvarlarımda hiç delik yoktu.

Birbirinden bağımsız anlarda boş göz çukuruma katlanılmaz bir ağrı saplanıyordu. Kafamı duvarlara vurduran bir acı. Sonra aniden kesiliyordu ve bittiğinde, alnımda kan ve yaprak lekeleriyle salonun ortasına yığılıyordum. Birinin bana vudu büyüsü yaptığına emin olmuştum artık. Birisi benim vudu bebeğimi elinde tutuyor ve canı sıkıldığı zaman bir iğne batırıyordu. Açıklaması buydu. Yoksa olmayan bir göz başka neden acır ki?

Yılbaşında evime metrelerce LED döşedim. Arabalara döşenen cinsten. Sarmaşığın her dalına paralel bir LED döşeyip, her yaprağa da farklı renkte bir jelatin bağladım. Işıl ışıl ve rengarenkti evim o akşam. İki kez kustum. Ayrıca hindi yerine tavuk yedim. Bazen kurallara çiğnemek lazım. O gece atlasta ülkelerin bayraklarını incelerken Nepal bayrağının şeklini orijinal buldum ve hemen Nepal Cumhurbaşkanı’na ülkesinin bayrağının şekliyle ilgili bir tebrik mektubu yazdım. Cevap vermediler. Ardından altı tane daha yazdım ama hiç cevap alamadım.

Nepal’e gitmek istedim. Budist tapınaklarında uyumak istiyordum. Orda yaşlanmak, vakur bir derviş olarak unutulmaktı niyetim. İran’a kadar sürdüm arabamı. Sınırı kaçak geçtim. Oradan da yoluma eşekle devam ettim. Zagros Dağları’nda haritada adı bile olmayan bir Yezidi köyünde, ter kokan bir yatakta uyudum. Melek Tavus’un yaradılış efsanelerini dinledim. Bir peri satın aldım o küçücük köyden bir avuç metal para karşılığında. Kanatlarının tozu kalmamış, yaşlı ve yorgun bir periydi. Kesenin içine koyup yanıma aldım. Nepal’ ulaştığımda Cumhurbaşkanı’nı buldum ve “Your flag is original!” dedim. Gülümseyip teşekkür etti. İlk uçakla geri döndüm. Keseyi bir gece sobanın içine attım ve küfürlerini dinledim alevler içindeyken. Bir peri, ölürken masumiyetini ne kadar koruyabilir?

Toprak testiden içilen kurtlu suların tadı hangi şelaleden gelir bilmiyordum. Leş kemiren sırtlanlarının telaşını taşıyordum artık. Beni o pınarlarda boğsunlar istiyordum. Yaşamaya hakkım olmadığı konusunda içimde yaşayan herkesle hemfikirdim. Uzun savan otlarını biçen paslı bir orak olmuştum. Düştüğüm çölden geçen ilk kervana katıldım. Sarı kumlara bata çıka yürürken kervancıya sordum: “Sen neden çöle düştün?” “Yeterince şiirsel olamadığım için.” dedi. “Dert etme” dedim “ben de değilimdir.” “ Ben babamı öldürdüm. Bu yüzden sürgünüm. Çünkü iki adamın birbirini öldürmesi oldukça kabadır. Bir adamın bir kadını öldürmesi cinayet, bir kadının bir adamı öldürmesi intikam, bir kadının bir kadını öldürmesi ise şiirdir. Sen neden buradasın?” “Ben sarm… Ben seyahat ediyordum yalnızca.” O kadar gerçekçi bir yalan söyledim ki çöle yağmur yağdı. Ya da biz öyle zannettik. Sonuçta yağmurları melekler atmıyor mu gökten?

Aylar sonra ordu evine gittiğimde bazı askerlerin ölmüş olduğunu öğrendiğim. Mezarlarına gidip birer kurşun bıraktım. Birer çiçek bıraktım. Birer tohum, birer tane de kasatura. Hiçbirine ihtiyaçları olmayacak olmasına rağmen kendimi rahatlattım. Mezarlıkta dolaşan onlarca hayaletin arasından dualarla geçtim. Evime yürürken ordu evinin karşısındaki kafede karımı gördüm. Koşa koşa yanına gittim ama o bana okkalı bir tokat savurdu. “Seni terk ettim ama bir kez bile beni aramadın. Hiç mi merak etmedin beni?” “ Karıcığım ben seni sarm…” devamını getiremedim. Ağlayarak uzaklaştım ama onlar ne yaptığımı anlayamadılar. Tek gözden yaş akınca pek sahici olmuyor.


Sarmaşığı duvardan koparıp siyah çöp torbalarına doldurdum. Hala bir köstebeğin, bir gün sinirlenip dünyayı bir uçtan bir uca deleceğinden ya da bir uzaylının, yer kabuğunu elma gibi soyacağından korkmama rağmen, şüphesiz ki bazı endişelerimle de yüzleştim. Şimdi en başa dönmek üzereyim. Gözümü parçalayan askerimin temsili mezarına, sol gözüme sapladığım çiviyi bırakıyorum. Hırkasını ve postunu teslim eden bir şeyhin onuruyla. 

                                                                                  Onur Tuncay
                                                                                      Gültepe