Üç yıl boyunca, geceleri bitkiye
dönüşmekten korkan bir kadınla aynı evde yaşadım. Eğitim esnasında acemi bir
askerin yanlışlıkla el bombasının pimini çekmesi sonucu sağ gözünü kaybetmiş
bir yüzbaşıyım. Beni emekli, askeri ise eğitim zayiatı olarak kaydettiler
deftere. Kırılmış demirbaş eşyalar gibiydik. Ömrümü adadığım askerlik
mesleğimden tek gözle emekli olduğumda karımın kucağında bir cellat gibi uzun
süre ağladım. Tek gözle ağladığım için normal bir ağlama süresinin iki katı
kadar ağladım. O kadar çok ağladım ki o gün karım bitki olmaktan korkmaya
başladı. Üç yıl sonra, bir sabah gerçekten karımı ufak bir sarmaşığa dönüşmüş
olarak buldum.
O güne kadar karımın sayesinde
hayata tutunma çabalarım vardı. Evimizin yakınında olan ordu evine gönderiyordu
beni gündüzleri. Her gün toplanıp PKK’ya küfrederek Bask Bölgesi’nin
bağımsızlığını savunan ama kendini bile savunmaktan aciz olan bir avuç sefil
adamdık. Onlara, gözümü bir eğitim esnasında değil, Güneydoğu’da kanlı bir
çatışmada kaybettiğimi söylüyordum. Bana körü körüne inanıyorlardı. Ne
söylenirse inanabilecek, hiç savaş görmemiş savaş robotları olarak
yetiştirilmiştik neticede.
Karım, ölü bir adamın yaşadığı
evin duvarlarında yokluğuyla var olması gibi bütün evi kısa bir sürede sardı. Full
Metal Jacket’ı kaç kere izledim hatırlamıyorum. Sadece sabaha karşı çıkıyordum
artık sokağa. Lobut gibi kaldırım kenarlarına dizilmiş ruhlara çarparak
yürüyordum. Hendeklere basarak, baykuşları öperek ve karton toplayıcılara
sigaralar dağıtarak. Herkes korkarak da olsa ruhlarla konuşmak ister. Ben
defalarca kez konuştum. Kubrick’le olan samimiyetimi buna bağlıyorum. Kendimi
sarmaşık dallarıyla boğmaya çalıştığımda oldu, çırılçıplak yemek yaptığımda.
Geceleri ise bağırıyordum genelde. Asker selamı verip “Sir, yes sir!” diye inliyordum.
Duvarlarımda hiç delik yoktu.
Birbirinden bağımsız anlarda boş göz çukuruma katlanılmaz bir ağrı saplanıyordu. Kafamı duvarlara vurduran
bir acı. Sonra aniden kesiliyordu ve bittiğinde, alnımda kan ve yaprak
lekeleriyle salonun ortasına yığılıyordum. Birinin bana vudu büyüsü yaptığına
emin olmuştum artık. Birisi benim vudu bebeğimi elinde tutuyor ve canı
sıkıldığı zaman bir iğne batırıyordu. Açıklaması buydu. Yoksa olmayan bir göz
başka neden acır ki?
Yılbaşında evime metrelerce LED
döşedim. Arabalara döşenen cinsten. Sarmaşığın her dalına paralel bir LED
döşeyip, her yaprağa da farklı renkte bir jelatin bağladım. Işıl ışıl ve
rengarenkti evim o akşam. İki kez kustum. Ayrıca hindi yerine tavuk yedim.
Bazen kurallara çiğnemek lazım. O gece atlasta ülkelerin bayraklarını
incelerken Nepal bayrağının şeklini orijinal buldum ve hemen Nepal
Cumhurbaşkanı’na ülkesinin bayrağının şekliyle ilgili bir tebrik mektubu
yazdım. Cevap vermediler. Ardından altı tane daha yazdım ama hiç cevap
alamadım.
Nepal’e gitmek istedim. Budist tapınaklarında
uyumak istiyordum. Orda yaşlanmak, vakur bir derviş olarak unutulmaktı niyetim.
İran’a kadar sürdüm arabamı. Sınırı kaçak geçtim. Oradan da yoluma eşekle devam
ettim. Zagros Dağları’nda haritada adı bile olmayan bir Yezidi köyünde, ter
kokan bir yatakta uyudum. Melek Tavus’un yaradılış efsanelerini dinledim. Bir
peri satın aldım o küçücük köyden bir avuç metal para karşılığında. Kanatlarının
tozu kalmamış, yaşlı ve yorgun bir periydi. Kesenin içine koyup yanıma aldım. Nepal’
ulaştığımda Cumhurbaşkanı’nı buldum ve “Your flag is original!” dedim.
Gülümseyip teşekkür etti. İlk uçakla geri döndüm. Keseyi bir
gece sobanın içine attım ve küfürlerini dinledim alevler içindeyken. Bir peri,
ölürken masumiyetini ne kadar koruyabilir?
Toprak testiden içilen kurtlu suların
tadı hangi şelaleden gelir bilmiyordum. Leş kemiren sırtlanlarının telaşını
taşıyordum artık. Beni o pınarlarda boğsunlar istiyordum. Yaşamaya hakkım
olmadığı konusunda içimde yaşayan herkesle hemfikirdim. Uzun savan otlarını
biçen paslı bir orak olmuştum. Düştüğüm çölden geçen ilk kervana katıldım. Sarı kumlara bata çıka yürürken kervancıya sordum: “Sen neden çöle
düştün?” “Yeterince şiirsel olamadığım için.” dedi. “Dert etme” dedim “ben de
değilimdir.” “ Ben babamı öldürdüm. Bu yüzden sürgünüm. Çünkü iki adamın
birbirini öldürmesi oldukça kabadır. Bir adamın bir kadını öldürmesi cinayet,
bir kadının bir adamı öldürmesi intikam, bir kadının bir kadını öldürmesi ise
şiirdir. Sen neden buradasın?” “Ben sarm… Ben seyahat ediyordum yalnızca.” O kadar
gerçekçi bir yalan söyledim ki çöle yağmur yağdı. Ya da biz öyle zannettik. Sonuçta
yağmurları melekler atmıyor mu gökten?
Aylar sonra ordu evine gittiğimde
bazı askerlerin ölmüş olduğunu öğrendiğim. Mezarlarına gidip birer kurşun
bıraktım. Birer çiçek bıraktım. Birer tohum, birer tane de kasatura. Hiçbirine
ihtiyaçları olmayacak olmasına rağmen kendimi rahatlattım. Mezarlıkta dolaşan
onlarca hayaletin arasından dualarla geçtim. Evime yürürken ordu evinin
karşısındaki kafede karımı gördüm. Koşa koşa yanına gittim ama o bana okkalı
bir tokat savurdu. “Seni terk ettim ama bir kez bile beni aramadın. Hiç mi
merak etmedin beni?” “ Karıcığım ben seni sarm…” devamını getiremedim. Ağlayarak
uzaklaştım ama onlar ne yaptığımı anlayamadılar. Tek gözden yaş akınca pek
sahici olmuyor.
Sarmaşığı duvardan koparıp siyah
çöp torbalarına doldurdum. Hala bir köstebeğin, bir gün sinirlenip dünyayı bir
uçtan bir uca deleceğinden ya da bir uzaylının, yer kabuğunu elma gibi
soyacağından korkmama rağmen, şüphesiz ki bazı endişelerimle de yüzleştim. Şimdi
en başa dönmek üzereyim. Gözümü parçalayan askerimin temsili mezarına, sol
gözüme sapladığım çiviyi bırakıyorum. Hırkasını ve postunu teslim eden bir
şeyhin onuruyla.
Onur Tuncay
Gültepe