1 Ekim 2014 Çarşamba

Bozlaklar Çalarken Ölemem

               

               Bozkırın ortasında kurulmuş şehirler vardır, uğraksız ve duraksızdırlar. Gecenin çöküşüyle yarı baygın bir sis bulut gibi dururlar uzaktan. Üstünde biten otlarda insan kanı taşır bozkır. Kırılmış onlarca kemiği barındırır içinde. İntikam kahpe bir dilber gibi uçsuz düzlükte salına salına gezer. Bazen çakal ulumalarını bazense ozanların bozlaklarını getirir nefes. Çakalları avcılar, bozlakları ise kaderine yenilmiş acuzeler avlar. Bozkırın gecelerinde kimsenin görmediği hayatlar yaşanır; geceleri ortaya çıkan ve gün ağardığı anda kaybolan adamlar barınır. Hikayelerini yalnızca suratsız ihtiyarlar o verimli elma bahçelerinde torunlarına anlatır.

                Kimsenin görmediği yerlerden gelirler. Hiç biri bilmez bir diğerinin hikayesini. Birbirlerini tanısalar bu karanlığın biteceğinden korkarlar. Soru sormazlar. O kadar karamışlardır ki aydınlıktan korkarlar artık. Gidebilecekleri başka bir yol kalmadığı için bata çıka dikenlerin arasından çamurlu yollarda yürümeye mahkumdurlar.

                Kimse nereye sürükleneceğini bilemez ve önleyemez kaderini. İki yıl önce dillere destan yemeklerini yaptığı sevimli mutfağında yüzünde belli belirsiz bir tebessümle tereyağı keserken ensesine dayanan silahı hissettiğinde iliklerine kadar ürpermişti Namata. Şimdi ise silahına dokunmadan uyuyamayacak denli duyarsızdı ölüme ve o mutlu günler çok uzak zamanlarda anlatılmış bir masaldan farksızdı onun için.

                Gerilen horozun sesini duyduğunda soğuk soğuk terliyordu ve ardına bakmaya cesareti yoktu. Arkasındaki adamın sabırsızlıkla konuşmasını bekliyordu ancak gayet sakin bir nefes sesinden başka hiçbir şey duymuyordu. Adam bir adım geri çekildi ve kendisine dönmesini söyledi. Namata ağır hareketlerle iki hamlede arkasını döndüğünde beklediği iri ve korkunç yüzün aksine hafif kumral, mavi gözlü bir adamla karşı karşıya kaldı. “Anneni özlüyor musun?” diye sordu adam. Namata gerildi, annesinin yokluğunu bilmesi kendine dair pek çok şey bildiğini gösteriyordu. Anlamı olmayan garip söz öbekleri döküldü ağzından. Belli belirsiz şeyler. Zamanda ve uzamda sonsuza kadar dönecek olmasına rağmen asla anlam kazanmayacak şeyler.

                Namata’nın cevap veremeyeceğini anlayınca adam tekrar sordu: “Anneni bulmak istiyor musun?” Tezgaha tutunmak zorunda kaldı çünkü başında bir sancıma hissediyordu ve gözleri hafiften alacalanmıştı. “Annem öldü” diyebildi sadece. Adam silahını indirdi. Yüzü yere dönüktü. Gözlerinin altında belirgin morumsu torbalar vardı. Sakalı hayli gürdü ancak bıyığı daha da belirgindi. Namata’nın mavi gözlerinden kıyafetinin özensizliği kaçmamıştı. Adam yorgun bir suratla kısa bir süre yeri izledikten sonra kafasını kaldırdı. “ Adım Gabriel. Sen böyle bil. Annenin yaşadığına da teminat veriyorum. Bu teminat benim körpe yaşta cezaya mahkum olmuş karşında gördüğün ta kendimden başka hiç kimse değil. Bana inanmaktan başka çaren yok. Eğer anneni tekrar görmek istiyorsan benim söylediklerimi yapmak zorundasın.” Namata, kaderinin ani bir hamleyle kırıldığını anladı. Çarpık talihini düzelttiğini düşündüğü anda her şey alt üst oluverdi. Ne zamandır bekliyordu böyle bir şeyi. Çarpık bir şeyin gölgesi düzelir mi?

                Kore mahallesinin efsunlu torbacısı Gabriel’in geçmişini kimse bilmezdi. Evi yoktu, bazen ortadan kaybolur bazense otellerde adı geçerdi. Kimse gerçek adını bilmezdi, belki de adı gerçekten Gabrieldi. Namata’nın izini bulduğunda gözlerine inanamamışı. Gerçekten böyle bir şeyin olabileceğine inancını tam da yitirdiği günlerde, eski dostlarından biri bir haber uçurmuştu kendisine. Restorana gelip onu gördüğünde inanabilmişti ancak. O günden sonra bir yıl boyunca adım adım izlemişti onu. Çiftliğe gönderebilmek için gerekli her şeyi hazırlamış ve Namata’yı silah zoruyla ikna etmişti. Artık çark dönecek, Kaybettiği her şeyin bedelini ödeyip Namata’ya nafakasını verecekti.

                Namata, çiftliğe geldiğinde öküz bakıcısı olarak işe başlamıştı. Bu onlarca dönümlük araziye kurulu çiftlikte Leheb adında bir adam öküz yetiştirirdi. Bir sürü insan yaşardı çiftlikte. Kahyalar, seyisler, muhafızlar, fedailer, hizmetçiler, fahişeler… Yüzlerce öküzü vardı Leheb’in ama bunlarla ne yaptığını pek bilen yoktu. Namata buraya geldiğinde o güzelim yemek kokuları yerine burnuna çalınan kesif tezek kokusuna fazla katlanamayacağını düşünmüştü. İlk günlerde çekip gitmeyi de defalarca kez planlamış fakat sadece bir kez dahi olsa annesini görebilecek olmanın verdiği o mayhoş mutluluk bu pisliğe katlanmaya itmişti onu.

                Gabriel’in Namata’dan istediği şeyi sadece üç kişi biliyordu. Garbriel, Namata ve Tonguz. Gabriel’e yıllanmış bir can borcu vardı ve ödeme günün gelip çattığını biliyordu. Yıllar önce beraber Leheb’in korumalığını yaparken Kuzey Irak’ta sefil bir paranın peşinde sıska sırtlanlar gibi koşarken izli mermilerin ışığında hayatını kurtardığını unutmamıştı. Tonguz hala çiftlikte yaşıyordu ancak Gabriel uzun zaman önce çekip gitmişti. Şimdi Namata’yı ona benzetiyordu ve bu yüzden ona gözü gibi bakıyordu.
                Bir gece Tonguz ve bir grup adam ahıra geldiler. Namata’yı da uyandırmışlardı. Namata, sarsak ve uykulu hareketlerde burcu burcu bok kokan ahırın içinde bata çıka yürüyor ve ne yapacağını bilemiyordu. Adamlar ellerindeki çantaları yere bıraktılar. Bağlı öküzlerden birini çözüp garip bir aletin önüne getirdiler. Öküzün başını demir çerçeveden içeri sokup sabitlediler. Ardından gövdesini ve ayaklarını da alete mıhladılar. Öküzün kafası hafifçe yukarıda duruyordu, dişlerinin arasına bir çeşit mengene sokup öküzün dişlerini araladıktan sonra paketlenmiş eroinleri öküzün ağzına atmaya başladılar. Paketleri attıkça başka bir adam plastik bir şişeden su döküyordu. Öküz acıyla böğürürken Namata’nın uykusu aymış, cin gibi olan biteni izlemeye başlamıştı. Bunu elli öküze daha yaptıktan sonra midesi eroinle yüklü öküzleri ayırıp bir kenara bağladılar. Adamlar çekip gitti. Çiftliğin çiğ bürümüş sisli gecesinin içinde sigaralarının uçlarını parlatarak yitip gittiler.

                Tonguz adamlar dağılınca Namata’nın afallamış zihnini toparlamak için onu odasına götürdü. Harbi bir Şarköy şarabının mantarını tirbuşonla çektikten sonra pet bardaklara doldurdu. “ Evladım, burada ne iş yaptığımızı anlamışsındır. Ama neden burda olduğunu anlaman için ben yardımcı olacağım.” Kallavi birer sigara yaktılar. Tonguz tereddüt ediyordu seçtiği kelimelere. En güzel cümleleriyle konuşmaya çalışacaktı. “ Senin baban kral adamdı. Ama bu amcan olacak deyyus yürek nedir bilmez.  Ha sen bize bakma gençtik, cahildik, uyduk ona. Babana da haksızlık ettik. Bu çiftliği baban kurdu sayılır. Öküz yetiştirip namusuyla para kazanacaktı baban ama bu göt yaptırmadı. Kandırdı babanı…” Leheb’in amcası olduğunu bilmediğini yeni anlıyordu Tonguz. Ona babasını ve amcasını anlattı. Namata bunları sindirince devam etti Tonguz: “ Amcangiller öküz işinden parayı kırınca siz de keçi boku gibi ortada kaldınız amına koyiym.”

                Leheb Anadolu’dan geçen her uyuşturucu zerresinden haberdar olurdu. Onun haberi olmaksızın kimse bir nefes dahi tüttüremezdi. Yıllar önce kardeşi ve Namata’nın babası Abdi’yle beraber kurdukları bu çiftliğin tüm hissesini kendi üzerine geçirdikten sonra Abdi’nin yüzüne bile bakmamıştı.  Abdi de karısı ve oğluyla beraber Trakya’nın sarı düzlüklerine yerleşti kardeşinden kurtulmak için, ancak makus kader yakasını orada da bırakmayacaktı. Bir gün evini Leheb ve adamları bastı Abdi’nin. Onların geldiğini görünce oğullarını çatıya sakladılar. Namata o zamanlar henüz sekiz yaşında fırlama bir oğlandı, henüz anne ve babasının ölümünü görmek için çok küçüktü, henüz herhangi bir şey için çok masumdu.

                Namata sağ bacağında belirgin bir yara izi taşırdı. Kapanmış yaranın insan formuna bürünürken yarım kalmış yumru yumru deri öbeklerine dokundukça bir karnabahara dokunduğunu sanırdı. Bazen bu yara onu yere yıkar ve kıvrandırmaya başlardı. “Bacağım çekti!” diye yerde iniler, yuvarlanırdı ve bunun ne zaman geleceği belli olmazdı. Annesi ve babasının öldüğü gün çatıya doğru birinin hareketlendiğini görünce çatıdan atlayıp var gücüyle koşmaya başlamıştı. Adamı görmemişti ancak kolunu kaplayan bağlama şeklindeki dövmesini hayatı boyunca rüyalarında görecekti.  Çatıdan cesurca atlayıp koşmaya başladığında rüzgarı yüzünde hissediyordu. Bir metre sonra çukurdan aşağı inecek ve ortadan kaybolacaktı ancak o adam yüz metreden silahını ateşlemiş ve kurşun Namata’nın sekiz yaşında bir çocuğa göre hayli iri sayılabilecek bacağını sıyırmamıştı. Tümsekten aşağı yola yuvarlandığında bir adam onu görüp arabasına almış böylece kurtulmuş ve kendini kurtaran o adamdan da aşçılık mesleğini öğrenmişti.

                Şimdi tüm bunların, kararan hayatının intikamı için kıvranıyordu. İçinde tartıya gelmez bir şeyler değişiyordu. Kuru bir nehrin geride bıraktığı çatlaklar kadar acınasıydı, biliyordu. Papirüslere kehanetler yazmak içi müneccimlerin yonttuğu tüyler kadar yalın hissediyordu. Leheb’i öldürse ne değişecekti? Yahut annesini bir daha görse? Kırmızı bir tülün ardında devran eden bir çıkrık görüyordu. Anlamdan yoksun havada asılı bir izlek. Kahinler keski tutmaktan nasırlanmış elleriyle göğüs kafesindeki toza şunları yazıyordu: Kararmış paslı bir bıçak oyarken ruhunu, günahını öp ve koynuna al; çünkü yalnızca günahına tapanlardır kazanan.

***
                İki yılın sonunda Tonguz’un desteğiyle iyice bilenmiş ve Leheb’in gözüne girmeyi başarmıştı Namata. Artık çiftlikte yapılan kafes dövüşlerini onun locasından izliyordu. Onunla yemek yiyor ve bozlak sefalarında onun masasında Tonguz’la beraber yer alıyordu. Rakı masaları kurulurdu çiftlikte ve en meşhur sazendeler akın akın gelirdi. Rakkaselerin bellerinde tomarla paralar asılı olurdu. Kalantor misafirler baş masalarda ağırlanır, cevher görülen gençler sıra sıra dizilirdi. İçkinin ve eğlencenin sınırı olmazdı Leheb’in eğlencelerinde. Kırım ve Acem diyarlarından esir edilmiş en güzel kızlar gerçek olamayacak güzellikleriyle masaların arasında dönerken kadehler ardı ardına kalkar, naralar havalarda uçuşur ve Leheb’in gurmeliğinde seçilmiş birinci sınıf mallar özenle ciğere çekilirdi.

                Sazendeler önce hareketli ritimlerle başlar uşşak makamını bitirdikten sonra nihavende döner ve gecenin en kör vaktinde yerlerini usulca bağlamanın üstadı İsmail’e bırakırlardı. Sazendelerin ardından yavaş yavaş kırılgan yalın ayaklarını yere basmadan gökte uçarcasına sekeleyerek dansçı kızlar çekilirdi. İsmail önce hafifçe ardından daha yüksek bir kuvvetle bağlamaya değmeye başladığında ağır adamlar derin bir ah çekerek kadehlere yüklenirlerdi. Leheb solunda oturan Namata’nın omuz başına sokulur ve “ Bozlak çalarken ölmek yasak” derdi.

                Çiftliğin ortasında sessizce bekleyen kamyonun kapağı açılır açılmaz perişan halde dışarıya fırlayıp koşmaya başlayan çırılçıplak insan bölüğünün üzerine ateş açıldığında, henüz toprağa ilk adımını atan genç kız haricinde hepsi sessizce yere serildi. Genç kız ise sadece gömülü bir inilti çıkarttı. Anlamsız, ifadeden yoksun figan belki de gayri ihtiyari biçimde ciğerinden fırlayarak ses tellerini titreştiren bir hava öbeği sadece. Kimse o anda ne demeye çalıştığını ve ne düşündüğünü bilemeyecekti. Yirmiye yakın insan şimdi çiftliğin çorak toprakları üzerinde kanlar içinde yatıyordu. Cesetlerin üzerinden atlayarak kamyonun yanına gelen iki adam, gözlerinin feri sönmüş çıplak, perişan ve çaresiz kalabalığın üzerine naif bir tebessümle ateş açtı. Otuz kadar insan kamyonun kasasında oluşmuş suni kan gölünün içinde istifsiz balıklar gibi uzanıyordu.

                Eğlenceyi yarıda bırakmış Namata hiddetten kıpkırmızı kesilmiş suratıyla adamlarına emirler yağdırırken yoğun derecede tavuk boku kokan bodrumda güçlükle nefes alıyordu. Adamlar hızla delik deşik olmuş cesetlerin karınlarını ellerindeki palalarla yarmaya ve bağırsaklarını boşaltmaya başladılar. Cesetlerin içine kokain doldurulacak ve yarın sabah cenaze arabalarına konulup beyaz kefenler içinde gayri resmi adli tıp raporları eşliğinde sahte sahiplerine gönderilecekti. Sonra da bu insanlardan asla haber alınamayacaktı. Namata bodrumdan dışarı çıkıp kalın ve küt parmakları arasına sıkıştırdığı sigaraya yaktığında Tonguz’u öldürmeye yemin etti.

                İsmail bozlaklarını okurken rakının ve esrarın verdiği hoşlukla ceketini çıkarttı Tonguz. İsmail ‘Kurusa Fidanım’ dedikten sonra avuçları patlarcasına alkışlarken keyfine değecek yoktu. Ancak Namata olduğu yerde çakılı kaldı. Tonguz’un koluna nakşedilmiş bağlama dövmesini gördüğünde sinirleri acıyla gerildi. Ailesinin katledildiği gün gördüğü bu dövmeyi gecelerce rüyasında görmüştü. Uzayda şeklini yitirmiş biçimden yoksun durmadan dönen, eğrilen ve yer yer kopan şekiller arasında bir kitabe gibi karşısına çıkan o bağlama şimdi karşısında duruyordu. Kendine mucizevi bir şekilde hakim oldu. İntikam göğsünde ilkbahar gibi yeşeriyordu.

                Şoförler yük taşırdı. Ne taşıdıklarını bilirlerdi. Taşıdıkları cesetlerin herhangi bir kimliği olmadığını bilir ama irkilmezlerdi. Çuvaldan farksız olduklarına inanırlardı. Uyuşturucu yüklü kamyonlarını Pazar gezintisine çıkmışçasına keyifle sürerlerdi. O gece onlarca adam tırın içinde taranırken hangarın içine yatırdıkları kamyonların arasında iskambil kartlarını dövüyorlardı. Yüzlerindeki çizgilerde bir mutluluk yahut iyiliğe dair herhangi bir belirti yoktu. Hayatlarını çuval taşıyarak geçirdiklerine inanırlar ve dikiz aynaların çıplak kadın resimleri yapıştırırlardı. Birbirlerinden uzaklaştıklarında çıplak erkek fotoğraflarını koltuklarının altından çıkartırlardı. Silah seslerini duyunca olağandışı tepki vermediler. Ellerindeki kartları bırakmadan hangarın kapısına kadar çıkıp tıra doğru baktılar. Ardından uyuz köpekler gibi birbirlerine küfür edip sataşarak hangarın içine dönüp kart oynamaya devam ettiler. Rutin derilerine kadar işlemiş bu adamlara güzelliği anlatmanın imkanı yoktu. Görmedikleri şeylere inanmayı çocukken bırakmışlardı.

                Kafes dövüşlerinin olduğu gece herkes dövüşlerin olduğu ambarda toplanır sadece birkaç nöbetçi tembel tembel nöbet tutardı. Kafeste ölümcül dövüşler olurdu, kaybedecek şeyleri olmayan adamlar kaybedecek bir şeyleri olması için savaşırlardı. İnsanlar bu dövüşleri iple çekerdi. Serseriler, patronlar, iş adamları, fahişeler, sırra kadem basmış kimsesizler, hırsızlar, yakışıklı tetikçiler, her yaştan fahişeler, kulamparalar, dervişler, pezevenkler, torba tutanlar ve daha niceleri ringin etrafına dizilir ve tiyatro seyredercesine bir adamın ölümünü ağır ağır izlerlerdi. Bu işten de çok para kazanıyordu Leheb, herkes o akşamın savaşçısına bahis oynar ve hırsla kazanmayı beklerdi. Diğerinin ölümü için sakat dualar fısıldarlardı.

                Dövüşten önce ringin üstündeki balkonlara pezevenkler kadınlarını çıkartırlardı. Alttaki berduşlar fiyatları arttırırken birbirlerinin üstünde tepinir hatta bazen kavgaya tutuştukları bile olurdu. Para babası koca göbekli herifler localardan purolarının dumanlarını köpürterek dövüşü bekliyorlardı. Delikanlılar ellilik bir dilber için kıyasıya rekabet ederken kulamparalar parlakları kesmek için kenarlara çekilmişlerdi. İçkilerin dozu gitgide artarken köşelerdeki fıçıların ardında batıp çıkan insan bedenleri gözden kaçmıyordu. Bara dizilmiş ihtiyarlar kendi aralarında bir mahkeme kararını yahut bir savaşı tartışıyorlardı. Kapının eşiğinde açlıktan baygın düşmüş bir evsiz, atıl bir meyveden farksız duruyordu. Küflenmiş, kurtlanmış, çürümüş. Gerçekten yüzünün bir kısmını kurtçuklar kemiriyor ve adam bunu önemsemiyordu. Muhtemelen artık hislerini kaybetmişti.

                Tonguz ve Namata ambarda uzak bir köşeye çekilmiş planlarını konuşuyorlardı. Dövüşler hayli gürültülü olurdu. Bu yüzden Leheb locasındayken onu öldüreceklerdi. Kimse duymayacaktı. Ardından dövüş devam ederken çiftliği terk edecek ve Gabriel’i bulmaya çalışacaklardı. Telaşlarını gizleyerek locaya çıktılar. Leheb açılış konuşmasını yapmak için ringdeydi. Balkonlar, localar ve zemin hınca hınç doludu. Bu gece de nafaka yüklü olacağından Leheb’in gözlerinin içi parıldıyordu. Konuşmasına bir fıkrayla başladı:

“ Maymun ormanda bütün hayvanlara tek tek gidip diyormuş ki ben aslanı düzdüm. Bu da bir gün aslanın kulağına gitmiş ve aslan gidip maymunu yakalamış. Tam pençesini kaldırıp vuracağı sırada maymun demiş ki: Sen bana ne bakıyorsun, muz yedim amcık amcık konuşuyorum işte.”

                Namata ve Tonguz haricinde herkes bu fıkraya katıla katıla güldü. Namata ve Tonguz çelik gibi sinirlerini kontrol ederek yüzlerinde tek bir kasın dahi seğirmesine izin vermiyorlardı. Kahkaha ve alkışların arasında Leheb ringden ayrılıp locasına geldi. Koltuğuna kasıldı ve dövüşün başlaması için işaretini verdi. İri bedenlerini sürüyen kinli dövüşçüler tezahüratlar arasında ringe yöneldiler. Dövüşçüler sahneye çıktığında alkışlayanlar, küfür edenler, ringe tükürenler ve amaçsızca nara atan insanların yarattığı gürültüden kimsenin birbirini duyabilmesi mümkün değildi. Namata solda Tonguz ise sağda oturuyordu, bir an göz göze geldiler, zamanın geldiğini hissetmiş olacak ki Tonguz belindeki satıra davrandı.

Leheb’in hiçbir şeyden haberi yoktu, gözleri eskisi gibi değildi ve artık refleksleri eskimişti. Öldürmek için her şey izin veriyordu ama Tonguz satırını neredeyse Leheb’in kafasına saplayacakken Namata belindeki revolveri asılıp bir el ateşledi. Tonguz’un ihanetin acısını tatmış o siyah gözbebekleri aniden genişledi. Gözleri hafifçe yaşardı. Kalabalık umursamazca eğlencesine devam ediyordu. Leheb daha ne olduğuna anlam veremeden Tonguz son nefesini vermiş, böylece intikamın ilk halkası tamamlanmıştı.
***
               
                Silah sesiyle irkilen kalabalığın eski haline dönemsi çok uzun zaman almadı. Kıyasıya dövüş devam ederken kafasında bir mermiyle yerde yatan Tonguz’un kanlı cesedi Namata ve Leheb’in ayaklarının altındaydı. Leheb yıllarca kendisine hizmet veren bu sadık hizmetkarının suikastını anlamlandırabilmiş değildi henüz. Bakışlarını cesedin üzerinden kaldırıp Namata’ya çevirdiğinde Namata o keskin gözlerde korkuyu gördü. Yalnız kaldığının ve yaşlandığının farkına varıyordu Leheb. İşte tüm bunlardan faydalanacak olan kişi ise Namata’ydı.

                İncelikli bir plan kurmuştu cesetlerin içlerine tozlar doldurulurken. Öldürme merasiminde bıçak kullanacak ve ses çıkarmayacaklardı ancak Tonguz satır tercih etmişti. Kendini sakat bırakmış bu adamı affetmeyecekti Namata, aynı zamanda da Leheb’in güvenini kazanacaktı. Hızı ve nişancılığıyla Tonguz’un işini bitirdiğinde maharetini sergilemişti. Artık Leheb kendisine daha çok ihtiyaç duyacaktı. Her şey planladığı gibi gitmişti Namata’nın. Leheb ise beklemediği bir teklifte bulundu Namata’ya; Tonguz’un mezarını beraber kazmak istiyordu.

                Leheb kurtlara doğru nişan alıp babasının tek kırma tüfeğinde bir fişek yaktığında bıyıkları terlememiş, hülyalı düşlerden yoksun bir çocuktu. O günü asla unutmazdı. Uzun yolculukları esnasında defalarca kez canlandırmıştı kafasında. Uyuşturucu kullanmaz ama satardı. Çift tabanca gezerdi her daim. Takım elbisesini çıkartmazdı. Öküzlerin midesinde uyuşturucu transferi yapmaya başladığında kardeşi itiraz etmişti. Bir gece kardeşi evinde iri baldırlı oğlan çocuğuyla huzurlu saatler geçirirken evrakların sahtelerini yapıp asıllarını da yok etmiş, böylelikle kardeşini kendine küstürmüştü. En son gördüğünde ise kardeşi Trakya’da bir kulübede kanlar içinde kıvranıyordu.

                Havada kekremsi bir korku vardı. Mezar eşen adamların hissettiği, ölüme yakın olmanın ya da yere yakınlaşmanın getirdiği, yerkürenin içinde oynayan taşlara bir adım daha yakın olmanın verdiği huzursuzluk ikisinin üzerinde de ağır bir baskı yaratmıştı. Çatlak saplı küreklerini ve kazmalarını soğuk toprağa batırdıkça bir insanın etini eşen kurtçuklardan farksız olduklarını düşünüyorlardı.

                Yarım kilometre ötede bir adam kusmaktan bitkin düşmüş beyaz suratıyla asfaltın kenarında boylu boyunca uzanıyordu. Ellerinin üzerinde doğrulduğunda ani bir kusma nöbetine daha tutuluyor, karın kasları acıyla kasılıyor ve gırtlağını yakarak geçen safra suyu ağzında acı bir tat bırakarak çakılların arasında kayboluyordu. Çiftliğe çok uzak bir mesafede değildi ancak oradan görülemezdi ve yardım da istediği yoktu. Çiftlikte az önce vurduğu mal epeyce ağır gelmiş ve içtiği litrelik şarapları yüzer gramlık parçalar halinde kusmaya başlamıştı. Kusacağını anladığında arabasından inip yolun kenarında ağız dolusu söverek içindekileri yolun kenarına bırakmaya devam ediyordu.

                Kürekleri mezarın dışına attılar, sonra da birbirlerini destekleyip çekerek birer birer mezardan çıktılar. Üstleri başları çamur ve pislik içindeydi. Dövüş neticelenmiş ve ölü adam tekmelenerek salondan çıkartılırken bahsi kaybeden serseriler ölü adama küfür ederek salonu terk etmeye başlamışlardı. Ancak dövüşü izlemeye gelen İsmail ringe bağlamasıyla çıkıp birkaç bozlak okumaktan çekinmeyince dağılan kalabalık yeniden içeriye doluşmuştu. Tüm bu curcuna yaşanırken Gabriel, Tonguz’un öldürüldüğünü görür görmez çevik hareketlerle Leheb’in odasına doğru yollanmıştı. Kimsenin haberi olmasa da sürekli farklı kılıklarda çiftliği ziyaret ederdi. Eski alışkanlıklarının da verdiği kuvvetle herkes içkilerin ve İsmail’in tesirine girmişken o, karanlığın örtücülüğünden faydalanıp Leheb’in köşküne doğru yollandı.

                Leheb ve Namata mezarı bitirdikten sonra düzlüğün ortasında çivi gibi sivrilen ahlat ağacına sırtlarını dayayıp birer sigara ateşlediler. Leheb derin nefesler alıp veriyordu, hayli yormuştu bu iş onu. Tonguz’un iri bedeni hemen yanlarında ılık kanını torağa zerk ederek yatıyordu. İsmail’in tutturduğu bozlakların seslerini rüzgar kulaklarına kadar taşıyordu. “ Yaman delikanlısın. Hızlısın, akıllısın, bileğin de kuvvetli. Ben de senin gibiydim. İlk defa tüfek attığım günü hiç unutmam. Ama sonra işler hiç umduğum gibi olmadı. Bir kereliğine girdim bu işlere sonra da bu hale geldim işte.”

                Sessizlik oldu. Konuşmaya niyetleri pek yok gibiydi. Namata başını çevirip mecburiyetle sordu.

“ Üzülüyor musun?”
“ Neye?”
“ Her şeye. Böyle bir hayat yaşadığına falan.”
“ Eh, bazen evet bazen hayır. Karışık işte. “
“ Bu adama üzülüyor musun?”
“Tonguz’a mı? Tonguz’u severdim ben. “
“ Üzüldün yani? “
“ Çok olmasa da evet.”
“ Kime üzüldün en çok ? “
               
               Burada kısa bir tıkanma yaşadı Leheb. Ancak bu tıkanmayı öksürükle sansürlemeye çalışıyordu. Kendini dumana ve öksürüğe boğduktan sonra gözyaşlarını silip devam etti:

“ Kardeşimi öldürdüm ben delikanlı. Sen sormadan söyleyeyim, sadece bir avuç para için. “
“ Gerçekten nasıl yapabildin bunu. “
“ Peşinen vermiştim cevabı ama yine de sordun. Şimdi olsa yapmazdım belki ama o zaman öyle gerekti. “
“ Nasıl bir şey kardeşini öldürttü sana? ”
“ Muhabbeti kapatalım, işimize bakalım. “
“ Pişmansın değil mi? “
“ Buralarda bir deyiş vardır evlat. Baban eşeği siktikten sonra, anan hayrını görsün derler. Anladın mı? Kalkalım şimdi. “

                Muhafızların en uyuşuk vakitleri olduğunu biliyordu Gabriel. Locaya çıkıp baktığında cesedi alan Leheb ve Namata’nın satırı orada unuttuğunu görüp hemen kavramıştı. Belinde bir de baretta taşıyordu.  Leheb’in köşkünün önünde bir muhafız vardı. Gabriel arkadan yaklaşıp beceriksiz muhafızın gırtlağını bir çırpıda kesiverdi. Ardından kapıyı kolaylıkla açıp üst katta olacağını tahmin ettiği Leheb’in yatak odasını aramaya koyuldu. Çok zor olmadı çünkü üst katta sadece üç yatak odası vardı ve en dipteki odanın Leheb’e ait olacağını düşünmek pekte zor değildi. Uzun kapının kilidini ustaca hamlelerle açtı ve içeri duman gibi süzüldü. İçeri girdiğinde gördüğü manzara karşısında ise bir süre hareket edemedi. Yutkunamadı ve dizlerinin bağı çözülecek gibi hissetti. Odanın her yerine saçılmış, belki otuz kadar, şişme bebek vardı. Yatakta, komodinin üstünde, halıda, koltukta ve her yerde şişme bebekler vardı. Her bebeğin yüzüne ise Namata’nın yıllar önce ölen annesinin fotoğrafı yapıştırılmıştı.

                Şaşkınlığını kısa sürede sıyırdı Gabriel. Alelacele paraları aramaya koyuldu. Odayı alt üst ettikten sonra şöminenin küllerinin karıştırmayı akıl ettiğinde eline geçen pimi usulca kendine doğru çekti. Tıslayarak açılan şömine kapağının ardında Leheb’in servetinin bir kısmı yatıyordu. Sadece en yakın adamları bilirdi Leheb’in bu gizli hazine odasını. Gabriel, Tonguz’dan daha önce bu bilgiyi almış ve bunun doğrultusunda hareket etmişti ancak acele etmesi gerekiyordu. Çuvallanmış vaziyette önünde yatan paraları alan Gabriel, kapının zorlandığını duyunca çuvalları yere bırakıp hemen mevzilendi. Sesten tek kişi olduğunu anladı dışarıdakinin. O da Leheb’in yıllanmış kahyası Hüseyin’den başkası değildi. Kapının kilidini açtı Gabriel ve Hüseyin içeri girdiği anda kellesini uçuruverdi. Şimdi Hüseyin şişme bebeklerin arasında ihtiyar bedenini keyiflendirircesine uzanıyordu.

Kapıyı sıkıca kilitleyip ardını eşyalarla berkittikten sonra sekiz çuval parayı aşağı attı, ardından da onların üzerine kendi atladı. Herkesin sarhoş ya da mayhoş olduğu bu vakitlerde kimsenin kendini görmeyeceğini umuyordu. Arabasını hangarın yanına park etmişti. Hızla çuvalları arabasına taşıdı. Arka koltuğa istifledi. Bagaj ağzına kadar eroinle doluydu. Bu büyük bir servet demekti ve bunları çaldığını fark ettiğinde patronu hayli kızacaktı kendisine.

                Cesedi mezarın içine devirdiler. Havada savrularak iki metrelik çukurun içine işkembe gibi düştü. Kolları ve bacakları biçimsizce uzanıyordu. Haki ceketi hala üzerindeydi. Leheb ve Namata, iki ayrı adam, aynı noktadan, aynı cesede, aynı kanı taşıyarak bakarken ikisi de aynı şeyi görüyordu. Her koşulda Tonguz bir haindi. Namata’nın ailesini öldürmüş, Leheb’i ise öldürmeye teşebbüs etmişti. Hınçla yakaladılar küreklerin cilalanmış saplarını. Tonguz’a karşı içlerindeki son şefkat kırıntılarını da yok edebilmek için küreklerini toprağa geçirdiler.

                91 model Renault 12’nin içinde çakıllı yoldan kıvrılarak gelen Gabriel uzun bir kusma nöbetini atlatmıştı. İçeride zoraki içtiği içkinin midesini bulandırdığını biliyordu ve özellikle yaşadığı son para çalma olayı bedenini biraz sarsmıştı. Artık eskisi kadar genç olmadığını anladı. Ahlat ağacının altına sürüyordu arabasını, çünkü onları uzaklaşırken arkalarından izlemiş ve bulundukları yeri farazi olarak saptamıştı.

                Arabanın farlarını üzerlerine çevirdiğini fark ettiklerinde henüz üçer kürek atmışlardı mezara  ve tedirgindiler. Hemen bellerindeki silahlara attılar ellerini ama saklanmadılar. Araba gelip önlerinde durdu, ışıklarını kapattı ve gözlerinde karıncalanma yaşanırken arabanın kapısının açıldığını duydular. Kore mahallesinin pek konuşkan olmayan abisi Gabriel’in mavi gözleri en karanlıklarda bile kendini seçtirecek denli ışıltılı görünüyordu. Bir elinde viski şişesi diğerinde ise kanlı satırı tutuyordu. Namata şaşırmıştı ama Leheb gözlerine inanamıyordu. Gabriel Namata’ya seslendi: “Sözünü tutmanın vakti gelmedi mi?” dedi.

                Leheb bir kumpasın içinde olduğunu sezdiğinde çok geç kaldığının farkına vardı. Namata atikliğini yine konuşturmuş ve silahını Leheb’in şakağına çoktan dayamıştı bile. Leheb isteksizce de olsa silahlarını yere attı. Gabriel ve Leheb konuşmadan sadece bakıyorlardı. Namata Gabriel’in kendisine fırlattığı kelepçelerle Leheb’in ellerini arkadan kelepçeledi. Namata hayli rahattı, vücut dilinde yeni bir cinayet işleyeceğine dair herhangi bir delalet yoktu. Gabriel gırtlağına viskiden bir yudum boca ettikte sonra arabaya yaslandı. Namata mezarın başına diz çöktürdü Leheb’i, Tonguz’un kulağı görünüyordu toprağın arasında sağ kolu ise tamamen açıktaydı. Namata:
“ Babamı öldürürken hiç için sızlamadı mı lan?”

                Leheb kaskatı kesildi, karanlıkta büyüyen gözbebekleri daha da büyüdü. Mezarın başında diz çökmüşken saçların kavrayan elin yeğenine ait olduğunu anladı. “ Bak, bu serveti beraber paylaşabiliriz, sevgili oğlum.” dedi ama nafileydi. Namata’nın bir eli havadaydı ve boğazına sarıldığı o kudretli adam maymuna dönmüştü şimdi “ Amca, yemişsin muzu amcık amcık konuşuyorsun.”

                Karanlıkta parlak ve keskin bir metal havada savruldu. Zamanı, rüzgarı ve bozlağı böldü ikiye. Silah kendini tutan el kadar güçlü ve ölümcüldür. Bazen de bir silah döner dolaşır ve seni öldürür. Tonguz’un elinden nasip olmayan ölümün soğukluğu aynı aletle Namata’nın ellerinden sunuldu kendisine. Kafatasını parçalayıp beynine saplanan çeliğinn soğuğunu hissederken hala bozlakları işitiyordu kulağında ve o kadının rapunzel gibi saçlarını. Namata satırı geri çektiğinde Leheb’in  cansız bedeni mezarın içine düşüp küçük bir toz bulutu yarattı. Gabriel olan biteni kayıtsızca seyrediyordu. Mezarın başında dikilen Namata’ya sakin bir ses tonuyla laf attı.

“ Baban, ben ve Leheb arasında tek ortak olan şey neydi biliyor musun? “

                Bu sözler üzerine Namata başını Gabriel’e doğru çevirdi.

“ Annendi oğlum, annendi. Üçümüzde anneni çok sevdik. Ancak birbirimizden haberimiz yoktu. Yani baban Trakya’ya yerleştiğinde anneni bizden kaçırmadı. “
               
               Namata tek bir kelime söyleyemedi. Tek istediği şey Gabriel’in susmasıydı ancak neler anlatacağını da bilmek istiyordu.

“ Aileni öldüren ekipte ben de vardım. Leheb, babanı öldürüp servete tek başına konmak ve çok sevdiği anneni de almak istedi. Bu yüzden Tonguz, Leheb ve ben Trakya’ya yollandık. İçeri girdiğimizde sadece babanı vurmamız gerekiyordu ancak annenle bir an göz göze geldik, bir an göz göze geldik ve onun ne demek istediğini anladım sevgili oğlum. Seni ve babanı öldürecektik ama Leheb babanı vurduğu anda bende silahımı çıkartıp anneni kalbinden vurdum. Tonguz seni yakalamaya çalışırken sen asıl olduysa kaçabildin. Anneni öldürmemem gerekiyordu ama katlanamazdım onun acıyla yaşamasına ve de Leheb’in karısı olmasına. “

                Namata o iri ayaklarına kadar acı hissediyordu. Neye karar vereceğine ve neye inanacağını bilemiyordu.

“ Hani annemi bulacağımı söylemiştin.” Dedi Namata. Halen daha ürkek bir çocuk gibi verilen sözlerin tutulmasını istiyordu. Hislerini yitirmeye başlamışken bile.

“ Seni gördüğüm anda tanıdım. O kadar çok annene ve bana benziyorsun ki. İşte tam da şuracıkta peydahlamıştık seni. Sen benim oğlumsun Namata. Baban bunu hiç bilmedi. Kendi evladı gibi baktı sana. Ama annenle birbirimizi çok sevdik oğlum. İşte anneni buldun, işte o hala kalbimde yaşıyor. Eğer böyle bir anneye ve babaya sahip olmak istemiyorsan beni kalbimden vur. Ama şunu da unutma ki sen bir orospu çocuğusun. “

                Namata barettasını çıkartıp babası Gabriel’i vururken hiç tereddüt etmedi. Veda dahi edemeden Renault 12’nin önüne yığılıverdi koskoca Gabriel. Namata da onu da mezara atıp toprağı atmaya başladığı sırada çiftlikten bir patlama geldi. Namata şaşkınlıkla olan biteni seyrederken samanlık ve ambar da alev alev yanmaya başladı. Gabriel oğluna son bir babalık etmeyi ihmal etmemiş ve çiftliğe sızdırdığı adamlarına benzinliğini kundaklatmıştı. Tutuşan samanların ardından ahırda alev almış ve yangın yavaşça çiftliği kaplamaya başlamıştı. Ahırdaki öküzler tutuşan tüylerinin verdiği acıyla böğürüyorlardı.

Türdeşi olmadığından tanımı da olmayan bir şeyler hissediyordu artık. İntikamın tatlı şarabını içmişti. Tonguz’u biçtiğinde içini kaplayan ferahlığı şimdi kat kat fazla yaşıyordu.  Kalın ve küt parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigaradan derin bir nefes alırken ileride alevler içinde yanan çiftliğin bir daha var olmayacağına emin olduğu için rahattı. Korkmuyordu, yalnızca pişmanlıkları vardı. Bir kez yapılan ve değiştirilemeyen türden. Oysa birkaç kilometre ileride, işte oracıkta tartıya gelmez bir şeyleri değiştirmişti. Kara siluetler koşuşturuyordu karanlıkların içinde. Patlamaları görüyordu, salvo silah sesleri kulağındaydı.  Tutuşmuş öküzler belki de son kez çiğneyerek bu bahtsız bozkırı, düşüp kül olacakları yere gitmek için çabalıyorlardı. Sadece geceleri çıkan ve gün ağardığı anda ortadan kaybolan doyumsuz piçlerin feveranları kulağında kainatın en güzel nağmeleri gibi ılık ılık çalınıyordu.

Namata yerde yuvarlanırken bir yandan “Bacağım çekti!” diyerek iniliyordu. Kasılma etkisini yitirdiğinde zar zor doğruldu ve hafiften topallayarak arabaya gitti. Ön koltukta üzeri kanlı bir satır ve yatık bir viski şişesi vardı.  Viskiye uzandı ve üç harbi yudum çektikten sonra elinin tersiyle ağzını sildi. Çiftliğin alevler içinde tükenişini keyifle izliyordu artık. Leheb’in köşkü çatırtıyla çöktüğünde dolgun bir kahkaha savurdu. Burada çokta fazla durmaması gerektiğini bildiğinden topallayarak arabaya bindi ve dikiz aynasından arka koltuğa baktı. Arka koltuk tavana kadar parayla yüklüydü. Gözlerine doluşan yaşları silerken barettayı kontrol etmeyi de ihmal etmedi. Ardından kasılmış bacağıyla ihtiyatlı bir şekilde gaz pedalına yüklenirken, bir daha dönmeyeceği topraklardan arabanın her devrinde biraz daha uzaklaşıyor olduğunu bilmek başını döndürüyordu; en az bagajdaki kilolarca uyuşturucunun, ciğerine asıldığında döndüreceği kadar.


 Onur Tuncay