Uykumuzun en güzel yerinde dev bir
kilise çanı gibi çalan kapının ömür boyu sakat bırakacağı rüyaları yastığa
gömüp şiş gözlerle kapıya koştuk. Kapının önünde sinirle duran beyaz atletli
babamın tepesi dökük saçlarından terler damlıyordu. Annem yatak odasından
kafasını çıkarmış korkuyla koridorun sonundaki kapıya bakarken; ben babamın
arkasında elimdeki Karavana Sam oyuncağını sımsıkı tutarak duruyordum. Babam
bir kale muhafızı edasıyla kilitleri açarken hayatımızın değişeceğini
anlamıştım. Babam önce kapı aralığından bakıp, ardından kapıyı sonuna kadar
açtı. Babamın çıplak ayaklarına, dizleri çıkmış eşofmanına, ve aslında beyaz
olması gerektiği halde terden rengi kum sarısına çalan beyaz atletine karşın,
kapıda duran adam oldukça özenli giyinmişti. Bembeyaz gömleğinin yakaları ince
yüzünün altında iguanayı andıran sarkık gıdısını sımsıkı kavramıştı. Üzerindeki
siyah takım belli ki özel diktirilmişti. Siyah kravatı iliklenmiş ceketinin
altına gireceği hesaplanarak bağlanmıştı. Ellerini önünde bağlamış olduğu için
kol düğmelerinin pahalılığını seçebiliyordum. Babam kapıyı açınca başını
kendinden emin bir ifadeyle hafifçe yukarı kaldırdı. Beyaz saçları çok gürdü ve
tel gözlüğü traşlı suratının üzerinde çok İngiliz durmuştu. Babam kalın ama
cızırtılı bir sesle sordu :
-
Buyrun,
hayırdır?
-
Beyefendi…
Üzgünüm ama…
-
Ne
var? Noldu?
-
Beyefendi,
babanıza headshot yapmışlar.
Babam
yavaşça başını öne eğdi. Adam hala çenesi yukarda bir şekilde kıpırdaman bahşiş
bekleyen bir pizzacı gibi bekliyordu. Babam elini kel kafasında gezindirdi.
Karavana Sam’e daha sıkı sarıldım. Arkamı döndüğümde dağınık saçlarıyla kapıda
duran annemin yüzündeki dehşeti gördüm. Kınalı saçları pembe geceliğinin
üzerine düşmüş, sağ eli göğsünde, bir heykel kadar hareketsizdi. Babam koridor
boyunca ilerleyerek salona girdi. Zamanında kanlı sokak kavgasında bir polisten
tokatladığını söylediği barettasıyla geri geldi. Hiç konuşmadı. Koridor boyunca
yürüdü. Annem hiç kıpırdamadı. Adam çenesini indirme nezaketi bile göstermedi.
Babam yürüdü. Ben Karavana Sam’i yere bıraktım. Babam yaklaştı. Adamın önünde
durdu. Babam hiçbir şey sormadı. Adam herhangi bir cevap beklemedi. Babam
kolunu kaldırdı. Tereddüt etmedi. Yarım metre mesafeden tetiği çekti. Kurşun
adamın tel gözlüğünü parçalayarak kaşlarının arasından girdi ve başının
arkasından kafatasını terk etti. Adamın elleri bile çözülmedi. Geriye doğru
devrilerek verandaya yığıldı. Verandanın tahta merdivenleri üzerinden toprağa
süzülen kanı gördüm. Babam kapıyı kapattı. Annem ve ben hiçbir şey söylemedik.
Çığlık dahi atmadı annem adam vurulurken. O gece hepimiz kanlı rüyalar gördük.
Ertesi gün cinayet suçundan polisler
babamı içeri aldı. Annemle biz tepki vermedik çünkü polisler haklıydı. Babam cinayet
işlemişti ve bunu bir polis silahıyla yapmıştı. Tüm bunların üstüne cesedi
gömme nezaketi bile göstermemişti. Babamı hapse attılar. Headshot yapılan
dedemin cenazesine de gidemedik. Çünkü o gün babamın mahkemesi vardı. Duruşmaya
annemle beraber gittik. Babam sanık sandalyesine oturdu. Hakim onlarca saçma
sapan hukuki zırvalığın ardından babama sordu:
-
Maktulü
neden öldürdün?
-
Topluma
yararlı bir birey olmak adına milli değerlerimizi yerine getirmek, unutulmuş
örf, adet ve geleneklerimizi yeni nesillere aktarmak adına öldürdüm o adamı hakim bey. Ölüm haberini
getiren kişiyi öldürmek bizim en eski alışkanlığımız olmalıyken bugün neredeyse
unutuldu.
-
Böyle
bir gelenek olduğunu bilmiyordum.
-
Tabi
ki bilmezsiniz. Kimse bilmiyor. Bu eylemle unutulmuş bir geleneği dünyaya tekrar
kazandırmak istedim. Şükürler olsun ki bugün bunu başarmış bulunuyorum.
Babam
pis pis gülerken salondan müthiş bir uğultu yükseldi. Hakimler susturamadı. Bir
anda arbede başladı. Sandalyeler havada uçuşurken kalabalık birbirini ezerek salondan
dışarı taştı. Salonda bulunan insanların her biri bir yana dağılarak ilk
gördüğü kişiye babamın uydurduğu bu geleneği anlatmaya başladı. Bir günde
neredeyse bütün bir şehir bunu öğrenmişti. Akşam haberlerinde bu konuşuldu.
Ertesi gün gazetelerde dev manşetler atıldı. Bir anda bütün ülke bunu öğrendi.
Çok kısa bir zamanda dünya artık bunu kabullenmişti: Ölüm haberini getiren
kişiyi öldürün. Silah sesleri hiç durmuyordu. İnsanlar sonunda ölüm acısını
hafifletmenin yolunu bulmuşlardı. Sevdikleri birini kaybetmenin acısını ya
birini öldürerek ya da yalan ölüm haberleri götürerek hafifletiyorlardı. Bir
süre sonra dünyada ne cinayet ne de intihar kavramı kalmadı.
Çevremdeki
herkes yavaş yavaş ölmeye başladı. Hepsi ölüm haberi taşıdı birilerine.
Herkesin hayattan ne kadar nefret ettiğini bu şekilde anladım. Ama ben henüz
ölmek istemiyordum. Bunun yanında kimseyi öldürmeye de niyetim yoktu.
Mezarlıklar dolup taşmaya başladı. Her saniye başka bir yerden silah sesi
geliyordu. Dünya neredeyse devasa bir mezarlığa dönüşmüştü. Bazıları hala çekimserdi. Evden hiç
çıkmıyorlardı. Kimseyle iletişime geçmiyorlardı. Biz de bu gruba giriyorduk.
Babamın yalanı yüzünden her gün birileri ölüyordu.
Birkaç
yıl içinde dünya nüfusu neredeyse yarıya indi. Babamdan tiksinir olmuştum.
Yüzüne bakmıyor, onunla konuşmuyordum. Babam da bunun farkındaydı. Bir gün beni
yanına oturttu ve yumuşak bir sesle anlatmaya başladı:
-
Bak
oğlum seni böyle boktan bir dünyada yaşatmak istemiyordum. Bu yüzden bir nebze
olsun bu dünyayı değiştirmek istedim. Daha yaşanılır bir dünya istiyordum.
Bunun içinse insanların maddeden, yani o pis bedenlerinden kurtulmaları
gerekiyordu. Yıllarca anlattım ama anlamadılar. Bende bedenlerinde esir olmuş
ruhlarını kurtarmak için bu ölüm furyasını başlattım. Bir gün, inan bana oğlum
bir gün insanlar bedenlerine ihtiyaç duymadıklarını anlayıp ona hizmet etmekten
vazgeçecekler. Buna gerçekten inanıyorum.
Hiçbir
şey söylemeden kalkıp odama gittim. İnsanlar artık cesetleri gömmeyi
yetiştiremiyordu. Dünya kocaman bir morga dönüşmüştü. Babamın anlattığı şeyi
düşündüm. Uykularım kaçtı uyuyamadım. Sabaha karşı evi terk edip dağlara,
kimsenin olmadığı yerlere çıktım. Gerçekten beden gereksiz miydi? Bedenimi
beslemek yerine ruhumu besledim dağlarda. Gezindim durdum. Geceleri mağaralarda
uyudum. Yıldızları izledim. Sevdiğim kızı düşünmem gereken çağlarda Allah’ı
düşündüm. Neden bir beden verip ondan kurtulmamız gerektiğini anlamaya
çalıştım. Gökyüzüne taş attım bazen. Belki bir meleği düşürüp bir iki soru
sorarım ihtimaliyle. Hiç melek düşüremedim. Kuşlara dünyayı sordum. Çoğu zaman
cevap vermediler. Allah’a seslendim
geceleri. Dua etmekten bayılana kadar dua ettim. Bir gün bir karıncaya aldım
avuçlarıma. Ona şefkatle yaklaştım. Dedim ki “Biz neyiz?” karınca cevap verdi
“Biz O’yuz. O’ndan geldik O’na gideriz. Biz O’nun dünyaya saçılmış
parçalarıyız.”
O
gün karıncayı yere bıraktığımda anlamıştım. Aynı ruhun parçalarıydık. Babam
haklıydı. Bedenler esaretti. Bedenler cehennemdi. Bedenler ayrılıktı. Bedenler
çirkefti. Hepimiz aynıydık ve ama bunun farkında değildik. Öldüğümüzde yine tek
olacaktık.
Şehre
doğru yürüdüm. Kurşunların ve cesetlerin arasından geçtim. Şehir artık
eskisinden daha güzeldi. Binlerce ruhun şehirde gezindiğini hissettim. Yerde
bulduğum bir altıpatları elime aldım ve ilk gördüğüm adamın kafasına sıktım.
Adamın cebinde ev adresi vardı. Evine gittim. Kapıyı çalıp ellerimi önüme
bağladım. Kapıyı genç bir adam açtı. Ve ona dedim ki:
-
Babanıza
headshot yapmışlar.