25 Haziran 2014 Çarşamba

Kafamın Arkasında Açılan Kapı


Babamın bana bıçak atmayı öğrettiği o ağacın altından sesleniyorum sana. Neden buradayım peki? Niye burayı seçtim? Babamın yıllar önce anneme hastane odasında söylediği gibi: Boğazımda hissediyorum artık yağlı urganını meleklerin. Ve biliyorum ki yaraların kapanmadığını bıçaklanmış ağaçlar bilir. Vaktim geldi, ömrüm geçti, çürüdüm. Her insan hayat boyu bir baykuş bekler bildiği her şeyi anlatabilmek için. Ben de piposunu dolduran bu ihtiyar puhu kuşunun önünde diz çöktüm.

Eğildim dudaklarına, çıtkırıldım bir dalın uyuyan bir göle dokunuşu gibi. Siyah soldu önce, ardından buz tutan parmaklarımız buğulandı, meşaleler yakıldı ve biz böylelikle başka bir yola saptık. Sadece hissedebildiğimiz, dokunduğumuzda paramparça olacak şeffaflıktan bahsediyorum. Ayak bileklerindeki güvercinlerin ürkekliğini hiçbir şey anlatamaz. Affet beni, yabani bitkilerin kokusunu duydum sende. Dilimin üstünde gezinen bir şeftalinin çıkarttığı ama ancak bir tırtıla ait olabilecek sesler duydum.  Yükselirken düşünmüyorduk ne almışız, ne vermişiz, kime borcumuz var? Ama bazen yazılmış reçeteler yaz boz kağıdına dönüşüveriyor. Enkazın altında kalanlara ulaşılmıyor. Yaprağın toprağa düşüşündeki zarafeti taşıyorum artık. Üzüleceksin belki ama bilmeni isterim; ilk öpüştüğümüz marinayı duman perestler gırtlakladı kadir gecesi. Bir heyula, bin yıldır yanan kandile üfleyiverdi.

Kafamın arkasında açılan kapıdan savrulanları toplayamadım. Seni düşürdüm, antik muhafızların nallarında parçalandın. Elbet biz de isterdik suyun kudretine sahip olmayı. Taşı delmeyi, ateşe kafa tutmayı ve her koşulda bir yol bulmayı. Kim istemez ki bir şehri terke edip, ertesi sabah başka bir şehirde sıfırdan başlamak. Ya da cenazenin orta yerinde espri yapmak. Açtığım çentikleri kaç kez saydım hatırlayamıyorum? Sahi kış ayı mıydı seni öptüğüm gece? Bak, hafıza ne hain bir şey ki süpürüyor bellek tozlarını. Unutmak, zamanın insana işlediği nakış. Göğsüne tüm çiçekleri dolduruyorum.

İçtim seni toprak testilerden dökülen şaraplar gibi. Mazideki tecrübelerden ne çok ders almışız, her an yasak gibi yürüdük. Takılıp düşmeyi erdem sayıp, bir şeyleri düzeltme telaşıyla hata üstüne hata yaptık belki. Tuba ağacını ters çevirip yere sapladık mesela. Düpedüz saçmalıktı. Azarlanan bir çocuk gibi başımız eğik yürürken cama tosladık. Kırlangıç kuyruğu kadar mesafede sözcüklerden sıyrılıp, suskunluğumuza kilitleniyoruz. Arada kalmışız belli ama sıkışmak değil bu, birbirimize yoğunlaşmanın keyfini çıkartıyoruz.

Karartma gecelerine benzetirdim kendimi. Sanki kararsam pilotlar yanılacak, uçaklar ıskalayacaktı beni. Ama olmuyor işte, olmuyor. Bomba patladığında eğer hedefsen misketler elbet seni de buluyor. Tabii çektiğim filmi izlerken ateşlediğin sigara kadar yakmıyor içimi ama marinada dudağına astığın gülümseme kadar derine işliyor. İstemez miydim sen gülerken evreni mıhlayabilmeyi? Karanlık tarafıma bir misilleme yapıp, kuytuda pusuya düşürebilmeyi?

Artık unutmuşum, yazmışım, yanmışım kimin umurunda? Anlattıklarımla seni hırpalamak istemiyorum. Pençelerim var, evet ama bunları ruhuna geçirmek değil niyetim. Sadece olan şeylerden bahsediyorum sana. Baykuşlara anlatılabilecek şeylerden ama. Örneğin; rahatlamak için senin hiç var olmadığına inanmaya çalışmamdan bahsediyorum. Babam konusunda fazla kandıramıyorum baykuşu.  Onun yokluğu gerçek. Tüm hayallerimin ortasında anıt gibi duruyor. Aslında ailece babamın peşinden ölmeyi planladığımızda gerçek ama bu konuya değinmiyorum. Çoğu insan gibi ben de vasiyet yazamıyorum. Ölümü yeterince sindiremediğimi buradan anlarsın. Urgan sıkarken boğazımı, hala kalbim atarken yani; diyeceğim ki: “ Ah, biri gelse şimdi… Belki biri… “


Üzerinde durduğum üç bacaklı tabure yavaşça yamuluyor. O da öğreneceği her şeyi öğrenmiş olmanın verdiği gururla piposundan derin bir nefes aldı ve şimdi kanatlarını geriyor. Kuşların havalanırken sahip olduğu o hafiflik hissine erişirken ben, senin yüzünde bir cinayetin tek ipucunu görüyorum. Günahlarımın sebeplerini izliyorum. Resimli kutsal kitapların kayıp sayfaları saklı göğsünde. Beni bir hiçe dönüştürecek o anahtarı kendi ellerimle çevirdim. Ciğerine sapladığın saydam pimi yine ben çektim. Seni kesinlikle suçlamıyorum. Vasiyet yazmadım ama beni gömeceğin yeri biliyorsun, sakın hata yapma: Babamın bana bıçak atmayı öğrettiği o ağacın altına.

                                                                                                               Onur Tuncay

21 Haziran 2014 Cumartesi

Önemsiz Bir Mesele

Feridun Lemi, berrak bir Pazar sabahı düşlerinden uyandığında gülümsediğini fark etti. Şubatın ortasında bir kardelen gibi açan güneş, yazdan kalma bir günü müjdeliyordu. Keyifle gerinerek kuştüyü yastığın sıcaklığına kendini bıraktı. Yatağın içinde amaçsızca uzanmak ve uzunca bir süre zaman öldürmek istiyordu; buna karşın içi içine sığmıyor, dinç bedeni kendini yataktan atmaya çabalıyordu. Sonunda karnının da iyiden iyiye acıkmasıyla yataktan kalktı ve ıslık çalarak banyonun yolunu tuttu. Karısı, annesini ziyaret etmek üzere çocukları da yanına alarak şehir dışına çıkmıştı; bir sonraki pazara kadar dönmeyeceklerdi. Bir süreliğine de olsa evde yalnız olacağını bilmek Feridun Lemi’yi heyecanlandırıyordu. Çocukların gürültüsünden ve karısının sürekli başına kaktığı tamirat işlerinden uzak bir Pazarı bir daha zor bulacağını biliyor, bu yüzden dubleks evinin içini dolduran sessizliğin tadını çıkarmak, bütün gün tembellik etmek istiyordu. Çocukluğunda en nefret ettiği gün olan Pazar, artık onun için, iş günleri içine mıhlanıp kaldığı hastane kliniğinin kasvetinden arınabildiği yegane sığınağı olmuştu. Tüm bunlara bir de havanın açık olması eklenince, yüreğinde infilak eden bir coşkuyla suyun altında bağıra çağıra şarkı söyleyerek duşunu aldı, ardından mutfağa inerek kendine kusursuz bir kahvaltı hazırlamaya girişti. Güne oldukça iyi başlamıştı.

Sofraya oturmadan önce yapması gereken tek şey kalmıştı; site görevlisinin her Pazar kapısının önüne bıraktığı gazeteyi almak. Komşularının aksine, Pazar hariç, gazete siparişi vermezdi. Lakin Pazar sabahları kahvaltı boyunca hafta sonu ekleri dahil gazeteyi baştan sona okumak, hayatındaki nadir lükslerden biriydi. İşte o sabahki aksilikler, kapının önüne bırakılan bir gazete olmadığını fark etmesiyle başladı, yine de bunu kafasına takmadı. Daha önce hiç aksatmamış olmasına rağmen o gün, görevlinin gazete bırakmayı unutmuş olabileceğini düşündü. Kesinlikle böyle olmalıydı. En iyisi, görevli kulübesine kadar gidip yeni bir sipariş vermekti.  Sesine biraz sertlik havası verir ve acele etmesini de tembihlerse kahvaltısını bitirmeden gelirdi gazetesi. Alelacele eşofmanlarını giyip dışarı çıktı.
            
            Bir daire oluşturacak şekilde, nizami aralıklarla sıralanmış villaların arasından esen hafif bir yel, komşu evlerin aralık pencerelerinden çatal bıçak seslerini ve sohbetleri kulağına getiriyordu. Sitenin demir kapısının hemen bitişiğindeki kulübe, durgun semada asılı kalan bulutların altında metruk bir havaya bürünmüştü. Yaklaştıkça, burnuna keskin ve iç bayıltıcı bir koku gelmeye başladı. ‘Köpek leşi gibi!’ diye geçirdi aklından. Koku, doğrudan kulübeden geliyordu. Kapıya ulaştığında ise iyice artan kokuyla yüzünü ekşitti ve yere tükürdü. Kapı aralıktı; görevlinin ismini seslenip bir süre bekledi. Bir yandan da midesini yakan bu kokuya neyin sebep olabileceğini düşünüyordu. ‘Ne haltlar karıştırıyor bu adam?’ İçeriden yanıt gelmeyince kuşkuyla karışık bir merakla kapıyı aralayıp içeriye girdi. İşte o zaman Feridun Lemi, kendisi gibi akılcı bir adamın gerçek hayatta karşılaşacağını belki de aklından en son geçireceği şeyle göz göze geldi. Sırtından soğuk bir ter kıçına doğru kaydı ve o an, nabzının şakaklarında attığını hissetti. Görevli, tavandaki kancaya geçirilmiş halatın ucunda, bir kukla gibi sarkıyordu. Pencereden içeriye giren güneş, adamın partal kıyafetleri üzerinde ışık oyunları oluşturuyordu. Hemen altında, yere devrilmiş bir tabure vardı. Kanı çekilmiş, şişkin yüzündeki her zaman takındığı güleç ifadeyi ölüm bile gizleyememişti. Başı, omuzunun üzerine doğru devrilmişti; bu, ona masum bir görünüm veriyordu; ama yine de, adeta Feridun Lemi’ye diktiği buz gibi bakışları, ürkütücüydü. Titrek elleriyle güçlükle kapıya tutundu, derin derin nefes alarak kalp atışlarının yavaşlamasını bekledi. Öncelikle, sakin olmalıydı; ölen ölmüştü ve bu durumda yapılabilecek en iyi şey polise haber vermek olurdu. Birden, aklına, yönetici Haşim Bey geldi. Avukattı, ne yapılması gerektiği konusunda serinkanlı bir karar verebilirdi. Üstelik polise haber verilecekse de, yönetici olarak bu görev onundu. Kapısını çalıp, gördüklerini onunla paylaşacaktı, böylesi en makulüydü. Tam gitmeye niyetlenmişken, kafasında şimşek gibi çakan bir düşünceyle aniden durdu. Kulübenin kapısından başını uzatıp dışarıyı kolaçan etti; kimseler yoktu. Seri adımlarla gerisin geri kendi evine yöneldi. Belli ki, cesedi fark eden ilk kişi, kendisiydi. Eğer, bu öğrenilirse, polisler olayla ilgili, öncelikle onu sorguya çekecekler, çetrefil sorularla boş yere başına çorap öreceklerdi. En iyisi, bu işe hiç karışmamaktı. Dahası, o, meslektaşları arasında saygın bir hekim olarak bilinirdi, isminin bu uğursuz olayla birlikte anılması, hiç de hoş olmazdı.  Nasıl olsa, gün içinde komşulardan biri kokuyu alacak, ipin ucunda sallanan görevliyi görecekti. Sonrasında ise, polisi arayabilirdi. Kendisinin, bunu yapmamasının haklı sebepleri vardı.

Evin önüne geldiğinde yan komşusunun küçük oğlu Mertcan’la karşılaştı. Dört tekerli bisikletinin üzerinde, uykulu bakışlarla ağır ağır yanından geçiyordu. Tam geçip gidecekken, hain bir dürtüyle duraksadı ve arkasından seslendi: "Mertcan! Senden bir şey isteyebilir miyim? Bekçi amca bugün benim gazetemi getirmeyi unutmuş. Benim için kulübesine kadar gidip hatırlatabilir misin?’’

"Ama getiremez ki zaten…’’

"Neden?’’

"Çünkü ölmüş… İki gün önce babamla birlikte bulduk. Babam, bekçi amcanın kendini astığını söyledi.’’ Birden iki eliyle ağzını kapattı; sonra başını öne eğerek utançla devam etti: "Bunu kimseye anlatmayacağıma söz vermiştim. Şimdi babam bana kızacak.’’

"Merak etme, ben bir şey demem babana. Hadi sen bisikletini sür şimdi.’’

Feridun Lemi, çocuğun, beynine kurşun gibi sapladığı bu itiraftan sonra eve girip amaçsızca antrede dikildi. Demek Ediz Bey’de biliyordu. Demek o da elini taşın altına sokmak istememişti.  Yalnız olmadığını bilmek, Feridun Lemi’yi rahatlattı. Kim bilir, adam kaç gündür o kulübedeydi? ‘İki gün önce!’ Belki, bir başkası da, daha önce görmüştü ve o da susuyordu. Gergin adımlarla evin içinde volta atmaya başladı; bir yandan da tırnaklarını kemiriyordu. ‘Başka birilerinin de haberi var mı acaba?’ Kafasını dağıtmak için televizyonu açtı; fakat görevlinin kulübedeki görüntüsü durmadan zihnini kaşıyordu. Boynunu büküp selam verirken her daim dudaklarında beliren o avam tebessümü, canını boğazından söküp alan düğüm bile silememişti. Hatırlayınca, tüyleri ürperdi. ‘Tam da ölecek zamanı buldun! Bu güzel Pazar gününde…' Telefonun tiz sesiyle kendine geldi. Yönetici Haşim Bey arıyordu, tereddütle titreyen parmakları bir an havada asılı kaldıktan sonra telefonu açtı. Haşim Bey; akşam yapılacak toplantıyla ilgili aradığını söyledi. Toplantı konusu, site çevresinde yayılan ağır kokuydu.

Akşam, sitenin tüm erkekleri toplantıdaydı. Odayı sigara dumanı ve sessizlik bürümüştü. Feridun Lemi, Ediz Bey’in olduğu tarafa kaçamak bir bakış attı. Ediz Bey’de, herkes gibi ifadesiz bir yüzle Haşim Bey’in konuşmasını bekliyordu. Haşim Bey, bir süre, yapmacık öksürüklerle boğazını temizledikten sonra konuya girdi: "Evet, beyler. Bildiğiniz üzere, birkaç gündür sitemizin etrafında kötü bir koku hakim. Nereden geldiği hakkında bir bilgisi olan var mı?’’

Toplulukta önce rahatsız kıpırdanmalar oldu; ardından kısa bir an matem yüklü bir suskunluk yaşandı. Birisi iç geçirdi, bir diğeri homurdandı. Başka biri ise, sahte bir öksürük nöbetine tutuldu. Nihayetinde, aralarında sözsüz bir anlaşma gibi başlayan kıkırdamalarla beraber hepsi birden makaraları koyverdiler. Günah gibi sakındıkları sırlarının ifşa edildiği andı bu. Ve rahatlamışlardı. Temize çıkmanın rahatlığı… Vicdani huzurun rahatlığı… Histerik kahkahaları odanın içine dolup taşarken, bir yandan da birbirlerine manidar bakışlar atıp parmaklarını sallıyorlardı. Feridun Lemi de onlara katılmıştı. Bölüştükleri ortak bir sırları olması sevindiriciydi.

Haşim Bey, elini kaldırarak milleti susturdu: "Tamam, şamatayı kesin! Sanırım hepimiz üç maymunu oynuyoruz, ha? Neyse, bu konuyla ilgili olarak Cengiz Bey’in bir önerisi var. Kendisi bana açıkladı ve bence gayet mantıklı bir çözüm.’’

Cengiz Bey, kendisine çevrilen kafalara gülümseyerek karşılık verdi. Haşim Bey, devam etti: "Şöyle ki; sitenin arka tarafındaki otlaklara, koyunlarını otlatmaya gelen bir çoban var. Cengiz Bey, onu tanıyormuş. Kendisinden bazen inek sütü sipariş ediyormuş. Bu akşam çobanla konuşup anlaşacak. Aramızda para toplayıp çobana vereceğiz. Bu yüklü bir meblağ olabilir tabii. O da bizim yerimize, polisi arayıp sitenin etrafında koyunlarını otlatırken kulübeden gelen kokuyu aldığını ve zavallı adamın ölüsüyle karşılaştığını söyleyecek. Sanırım, cesedi ilk gören benim. Onu üç gün önce buldum. İntiharından birkaç saat önce gördüğümde, yola düşen kuru yaprakları süpürüyordu. Şimdi, otopsi yapılırsa kaç gün önce öldüğü ortaya çıkacaktır, değil mi Feridun Bey?’’


 Feridun Lemi, kızaran yanaklarına engel olamayıp başını sallamakla yetindi. Haşim Bey, lafını sürdürdü: "O yüzden garanti olsun diye söylüyorum. Bu geceden itibaren herkes ailesini alıp şehir dışına çıkacak. Yarın polisten haber geldiğinde geri döneceğiz. Döndüğümüzde ise bir haftadır ortalarda olmadığımızı, tatilde ya da iş gezisinde falan olduğumuzu söyleyeceğiz. Artık bir şeyler uydurursunuz. Çoban da sitede kimseyi bulamadığını söyleyerek bizi doğrulayacak. Böylelikle kimsenin başı ağrımayacak. Polisler de isterlerse, çobanı sorgulayabilirler… İtirazı veya başka bir önerisi olan?”



5 Haziran 2014 Perşembe

Kırılma Limitinin Göreceliği Üzerine


1.
[ Mezarlığın yanında beyaz bir Audi durdu. Adam arabadan inip, arka koltuktan beyaz bir şey çıkardı. Kadın, kafasını bile çevirmedi, gözünün seğirmesini başarıyla gizledi. Adam, kucağında taşıdığı şeye hiç bakmadan, ağır adımlarla mezarlığın ortalarına doğru yürüdü.  ]


Ölü doğan bebeğini kucağında tutan baba, keşke karımı o gece sikmeseydim, diye düşünürken günah mı işlemiş sayılır? Dışardan bakıldığında anın hüznüne kapılmayı reddettiği ve cinselliğinin peşinde olduğu için suçlanabilir ancak, bebeğin ölü doğması, yani oksijeni ciğerlerine çekememiş olması, yani henüz gülümseyememiş olması, yani henüz işeyememiş ve sıçamamış olması -intihar veya cinayet olasılığı da mevcut- eğer anne ve babanın suçu ise; adam, meselenin özüne indiği için kutlanmalıdır.

Peki, -aynı adam- ölü doğan bebeğini pabuç kadar bir mezara elleriyle gömerken, karısın kendisine kaç gün vermeyeceğini düşünürse günaha girer mi? Hele bir de karısının altında kıvranacağı günü hayal ederken bacaklarının arasında hafif bir dalgalanma yaşadıysa? Hatta daha da ileri gidip elini apış arasına atarak – bu arada adama ölü bebeğini gömme işlemine devam etmektedir- kabaran aletini rayına koyduysa?

Aynı zamanda, olayla hiçbir bağlantısı olmayan, adamın elini apış arasına attığını görmeyen, adamın düşüncelerini okuyamayan, elli metre uzaktan sadece adamın arabadan çıkışını ve ardından arka kapıyı açıp esefle değil de, içinde bulunduğu durumun verdiği rahatsızlıkla plaj çantası kadar değer vermediği bebek cesedini çıkarttığını; saygıdan değil de içinde cesede karşı duyduğu tiksinme duygusundan dolayı bebeği ellerinin üzerinde bir kılıç gibi tuttuğunu bilmeden, cesedi mezarlığın ortasına götürdüğünü görüp sikini kurcaladığını görmeyen, sadece bir bebek cesedi gömdüğünü gören biri bu duruma ağlıyorsa eğer;  bu gözyaşlarının vebalini kim ödeyebilir?  Üstüne bir de onlara acıdığı için teselli edecekken tüm bunların acıyla değil bir pislikten kurtulmanın verdiği hazla yapıldığını, adamın aslında hüzün namına bir şey taşımadığını ve hatta mutlu olduğunu söylesek, izleyici kişi kendini aldatılmış hissederek duygu sömürüsüne uğradığını düşünecek ve içindeki acıma duygusu kine dönüşecektir.

Bu esnada kadının arabadan inmeyi reddetmesi bir çöküntü göstergesi olarak düşünülebilir. Bu, gayet normal karşılanabilecek, hatta kadına karşı acıma duygusu uyandırabilecek bir durum olmasına karşın; kadın eğer arabanın sağ ön camından yedi ay önce iki aylık hamile olduğunu öğrendiği gün evlenmek zorunda kaldığı adamı izliyorsa ve bu durumdan pişmanlık duyuyorsa kadının içinde bulunduğu hal değişecektir. Bir gece katıldığı partide alkolü fazla kaçırarak hiç tanımadığı bir adamın arabasına bindiğini hayal meyal hatırlaması ve bundan dolayı müthiş bir pişmanlık duyması içinde bulunduğu durumu daha da çekilmez kılmaz mı?

Kadına bebeğini kaybettiği için değil; o gece, şimdi sağ ön koltuğunda oturduğu arabanın arka koltuğunda sevişirken, şu anda mezarlıkta bebeğini gömen adamın içine boşaldığını fark etmeyecek kadar sarhoş olduğu için acınabilir. Ertesi gün hapı kullanmadığı, çok fazla içtiği, adama prezervatif kullandırtmadığı  -çantasında partnerleri için sevdiği cinsten  -tırtıklı- taşımasına rağmen-  ve hatta o gece kesiştiği diğer adaman arabasına binmediği için de suçlanabilir. Tüm bunları kendine ve şu anda üzerinde bir karış toprak olan bebeğe karşı yapmasına rağmen; asıl suçu yedi ay önce kürtaj için aldığı parayı kredi kartı borçlarına yatırdığı için kocasına karşı işlediği için de suçlanabilir.

Audi’nin sağ ön koltuğunda, hayatının belki de en uzun bekleyişini gerçekleştirirken bir daha herhangi bir adamla yatmamaya yemin ediyor olması garipsenebilir; ancak bu takdir edilecek bir davranıştır. Fakat kendisi, yaşadığı bunalım yüzünden karar verdiği şeylerin çokta önemli olmadığını bilmektedir.  Yirmi dört yaşında işlediği günahın bedelini cinselliğini bitirerek çekecek olmasına karşın; bunları düşünürken kocasını üstünde hayal edip oturduğu koltukta hafifçe kıpırdanmış ve birinin kendisini göreceğinden korkarak kendini normale döndürmeye çalışırken acısının ve ödeyeceği bedelin samimiyetini zedelediğini fark edemeyecek denli  yükselmiştir.

Elli metre uzakta durup olan bitenden habersiz bu olayı izleyen kişi kadını teselli etmek için yanına geldiğinde, onu arabanın sağ ön koltuğunda elini bacaklarının arasında gezindirirken yakalasa ve kadını o halde görünce lanetler okuyarak uzaklaşsa, gerçekten ahlaklı olduğu için mi oraya terk etmiştir? Yoksa kadınla göz göze geldiği anda onun dudaklarına bir mengene kuvvetinde kenetlenmeyi istemesin rağmen kadının kocasının hemen arkada olduğu gerçeği, saniyenin binde birinde aklından geçerek onu oradan uzaklaşmaya itmişse ve eve gittiğinde doğru karısına doğru hareket etmişse ve böylelikle kendi karakterine ihanet etmişse eğer; öğrenilmiş ahlakının yıkılışını izlerken, karakterine açtığı yarayı nasıl temizleyebilir?


[ Adam uzun mezarlık otlarının arasından sıyrılarak karısının yanına geldi. Bir görevi layığıyla yerine getirmenin huzuru vardı yüzünde. Adam, kadını öpmek istedi ama cesaret edemedi. Kadın, adamı öpmek istedi ama arzularına karşı koydu. Hiç konuşmadan, dosdoğru karşıya bakarak ilerlediler. Yüzlerinde benzer günahların verdiği çarpıklıkla. ]


2.

[ Zoraki alınmış bebek eşyalarının kendilerine nefretle baktığını bildiklerinden eşyalara göz göze gelememeye özen gösterdiler. İkisi de sahip oldukları acının gereklerini yapmaya gayret ettiler. İlk gece zaruri konuşmaların dışında herhangi bir konuşma yapılmadı ve kelimeleri zenginleştirmemek, normale dönüş izlenimini vermemek için sıfat kullanımı asgariye indirildi. Yatakta sırt sırta yatarken ikisi de uyuyamıyormuş numarası yapmaktan yorulduklarında, sessiz bir anlaşmayla uyudular. Sadece suç ortaklarının yüzlerinde beliren bir sırıtmayla. ]


Ertesi gün aileleri onları teselli etmek ve onları yalnız bırakmamak için evlerine geldiğinde kadın, kadınlık görevini yapmak adına makyaj aynasının karşısında gözlerinin altlarını morartarak ağlamış imajını verdi kendine. Hafif salaş giyinmeyi de ihmal etmedi.  Adam, güçlü olması gerektiğini bildiğinden kapıyı açarken karısının arkasında dimdik durdu. Jilet gibi ütülü mavi gömleğini beyaz keten pantolonunun içine sokarak göğüs genişliğini belli etmeden de edemedi. Eve yerleşmiş ölü havasını bozmadıklarından, aileler eve girdiklerinde gereken her şeyin yapılmış olduğunu, konuşulacak kadar konuşulup susulacak kadar susulduğunu ve cenazeden sonra sevişilmediğini anlayınca rahatladılar.

Adam ve kadın ailelerinin yanında bebeklerini kaybetmelerine rağmen birbirlerini seven ideal bir çift gibi davrandılar. Hatta bir ara ölümün azizliğinden ve karşı konulamaz olduğundan bahsedilirken adam kolunu kadının beline doladı ve kadın başını adamın omzuna yasladı. Yüzlerinde ciddi bir hüzün vardı. Anneler konuşurlarken adam ve kadının bebekliğinden konuyu açınca ortama mayhoş bir keder çöktü. Kadınlar, yanlış yerde, yanlış konu açtıklarını bile bile mazoşist bir edayla sohbete devam ettiler. Konu iyiden iyiye ağırlaşınca erkekler verandayı çıkıp birer sigara yaktılar. Kadınların içeride rahatça ağlayabilmesi için.

Kadın, annelerinin kucağında hıçkıra hıçkıra ağladı. Ağlarken anneler, kadının ne için ağladığını biliyorlardı ama ses etmediler. Hiç kimse birbirinin yüzüne bakamadı bu esnada. Kadının bebeğe değil, yirmi dört yaşında aptal bir duruma düştüğünden ağladığı gün gibi ortadaydı. Küçük teselliler ve saç okşamalarının ardından boktan bir pasta yaparak rahatlamaya çalıştılar.

Adam, babalarının yanında verandada sigarasını tüttürürken fazla rol yapmak zorunda kalmadı. Erkeklerin daha az duygusal olduğunu bildiğinden bir nebze olsun normale döndü ve babalarıyla içtikleri tütünün tadından bahsettiler. Babalardan biri Hawaii kızlarını anımsattığını söyledi, diğeri ise bir geyik avı macerasını anlattı. Sonra arabanın kaç beygir olduğunu tartıştılar. Eninde sonunda babalardan biri: “ Üzülme bu kadar, yenisini yaparsınız. Hala çükün yerindeyse tabi.” diyerek bir kahkaha bastı. Adam, o noktada role girmesi gerektiğini anladı ve hiç cevap vermeden sigarasını topuğuyla ezip içeri girdi. Sonra, yemek masasının etrafında toplanıp kadınlara bu tatsız olayı belli etmemeye çalışarak, hep beraber kadınların yaptığı boktan pastayı yediler. Anneler, kadının yerinde olmadıkları için şükrederek kocalarının döke saça pasta yemelerini izledi. Babalar, karılarının ceset doğurmadıkları için ne kadar şanslı olduklarını düşündü.

Adam ve kadın o gece rollerini başarıyla yerine getirdikleri için birbirlerini sessizce kutladılar. Kadın kitap okudu, adam maç izledi. Her şey olması gerektiği gibiydi ama göğüslemeleri gereken başka insanlar olduğunu bildiklerinden huzurlarında bir kırıklık vardı. Her şey hemen olsun bitsin, iğrenç taziye ziyaretleri çabucak geçsin istiyorlardı. Fakat işkencenin gelişme bölümü daha yeni başlamıştı. Gece, adam bilinçli olarak koltukta uyuyakaldı.

Ertesi gün, ikisinin tanışmasına ve o gece Audi’nin arka koltuğunda sevişerek şu anki duruma gelmelerine sebep olan kadın, sevgilisiyle beraber taziyeye geldi. Misafir kadın, ölü bebeğin annesiyle üniversiteden sınıf arkadaşıydı, ölü bebeğin babasının ise o kadınla bir gece yatmışlığı vardı. Adam için karısıyla misafir kadın arasındaki tek fark, misafir kadınla yattıklarında, kadının içine boşaldığını fark edecek kadar ayıktı. Olabildiğince kısa ve huzursuz bir ziyaretti. Kadın ve adam verandadan misafirlerinin uzaklaşmalarını izlerken içlerinde pişmanlık vardı. İlişkilerinin kırıldığını hissediyorlardı. Altı aydır güç bela yaşadıkları birliktelik artık bir mecburiyete dönüşmüş sayılabilirdi.

Çok sevmedikleri ama görüşmek zorunda oldukları dostları art arda ziyarete gelemeye başladılar. Araba çarpmış bir kedinin etrafında toplanan insan sürüsü gibi veya can çekişen birinin üstünde dönen puşt akbabalar gibiydiler. Kendileri yaşamamış olduklarından mutluydular ve üzülmüyorlardı, sadece görevdi onların ziyaretleri. Hatta bazen çocuklarıyla gelenler bile vardı. Onların mutsuzlukları dostlarına keyif veriyordu.     


[  Adam işten dönünce karısına gülümseyerek sarıldı ve onu yemeğe çıkartmak istediğini söyledi. Restoranda bir şişe Terra Italia Barolo açtırdı. Kadın göz kamaştırıyordu. Adam isteksizce espri bile yaptı, kadın isteksizce de olsa güldü. Eve geldiklerinde adam kadına arkasından sarıldı. Kadın zarifçe reddetti. Gece, ayrı saatlerde, gizlice banyoda mastürbasyon yapıp uyudular. ]


3.

[ Bir Pazar günü pekte sevmedikleri dostlarının birinin bahçesinde barbekü yaparken adam hafifçe elini yaktı. Kadın adamın elini dudaklarına götürdü. Adam bunu iyiye yordu ve gece karısına yaklaşmaya çalıştı. Aleti çoktan sertleşmişti. Kadın yine reddetti. Adam, kalkıp mavi gömleğini ve beyaz keten pantolonunu giydi. Göğüs genişliğini belli etmek için gömleğini pantolonunun içine soktu. Hiç konuşmadan evden çıktı. Saat gece yarısını çoktan geçmişti. ]



Adam arabanın kapısını sertçe açtı ve yolunu çok iyi bildiği otele sürdü arabasını. Yolda arkadaşına telefon etti. Kiraladığı odaya karısına hiç benzemeyen bir kadın geldi. Beraberce bir şişe Bordeaux içtikten sonra kadın adama sokuldu. Kadın adamın istediği her fanteziyi layığıyla yerine getirdi. Adam, karısından intikam almak istiyordu. Uzunca bir süre esriyerek seviştiler. Sabaha karşı, adam mezardaki bebeği hatırladığında altında yatan kadının bacakları, adamın omuzlarındaydı. Adam bir süre durdu, kadın kısılmış gözlerini hafifçe aralayıp ne olduğunu anlamaya çalıştı. Adam erkekliğini hafifçe okşayıp sert bir hamleyle içeri tekrar girdi.

Kadın, kocasının o gece ne yaptığını biliyordu. Yaptığı hatanın diyeti olarak cinselliğini öldürdüğü için kocasını reddetmişti ama bu yangınını dindirmiyordu. Sabah uyanır uyanmaz kahvaltısını edip şehrin en işlek caddelerinden birine gitti. Tarihi bir binanın ikinci katında gördüğü sex shopa girerken etrafına bakınıp tanıdığı kimsenin olup olmadığını kontrol etmeyi ihmal etmedi.

Adam, karısının seks orucunda olduğunu bildiğinden ötürü ona bir daha yaklaşmadı ve eve uğramayı seyrekleştirdi. Kadın ise bu durumdan hayli memnundu; çünkü ettiği seks yeminini kendince yumuşatmıştı. Sex shoptan aldığı dildoyla dilediğince vakit geçirebiliyordu. Bundan da gayet memnundu. Çok geçmeden, daha kalın ve daha uzun bir dildo edindi.

Sık sık seyahate çıkıyordu kadın ve kocası onu arada bir arayıp soruyordu. Adam başka bir kadının evine yerleşmişti. Artık evlerini ziyarete gelen samimiyetsiz dostlarıyla görüşmüyorlardı. Aileleriyle ise yalnızca telefonla görüşüyor ve iyileşmiş rolü yapıyorlardı. Adam ve kadın ayrı ayrı yerlerde kendilerine has stillerle yaşamanın anlamsızlığını sorguluyorlardı.

Kadın, bir gece barda tek başına otururken yanına gelen kendi yaşlarındaki kadınla sohbet etmekten hiç çekinmedi. Kadına arabasına almaya da korkmadı. Hatta o gece aynı yatakta uyumalarını da garipsemedi. Kocasını aldatmıyordu, en azından bir erkekle. Böylece kadın mezarlıkta ettiği yemini iyiden iyiye genişletmiş ama hala bozmamıştı.


[ Kadın, eve girdiğinde kocasını elinde bavulla görünce herhangi bir tepki vermedi. Adam da açıklama yapma gereği hissetmedi. Adamın, bavulu bagaja koyuşunu ve direksiyona oturuşunu verandadan izledi kadın. Adamla hiç konuşmadan vedalaştılar, televizyondan öğrendikleri kadarıyla. ]


4.

[ Adam, özel bir psikiyatr kliniğinin açık mavi salonunda gergin bir şekilde bekliyordu. Telefonu çaldığında sırası gelmek üzereydi. Telefonla konuştuktan sonra hızlıca yerinden kalkıp dışarı fırladı. Hemşire kapıda adamın adını anons etti. Kimse cevap vermeyince bir sonraki hastayı çağırdı. Sıradaki hasta, antidepresanlarına yaklaşmış olmanın verdiği bilinçle suratına aptal bir gülümseme kondurup içeri girdi. ]


Hastanede karısının midesinin yıkanmasını beklerken adam, keşke karımı o gece sikmeseydim, diye düşündü. Karşısında oturan anne ve babasının yüzlerine bakamıyordu, çünkü iki avuç hap içmiş karısını yerde jartiyerle bulduklarında, bacaklarının arasında on bir santimi içerde olmak üzere toplam yirmi beş santimlik bir dildo sallanıyordu.

Kadın, ameliyathaneden sağ çıktığı için pişmandı. Yaklaşık elli hap içmişti ve – çok değil – beş dakika daha geç bulsalar ölebilecekti ama yaşarken rahat vermeyenler, huzurla ölmesine de engel olmuşlardı. Kadın, yalnızca kendi adına utanç duyuyordu, ailesine on beş yıl aradan sonra tekrar çıplak göründüğü için. Annesi, onu en son çıplak gördüğünde henüz göğüsleri tomurcuklanmamıştı, şimdi ise ailesinin – özellikle de babasının – gözünde bir fahişeden farkı yoktu. Evlenmeden hamile kalmış, ölü bir doğum yapmış, intihara kalkışmış ve yirmi beşine basmadan her şeyini kaybetmişti.

Adam bu noktada sadece kendi için utanıyordu, karısını yeterince beceremediği için. Ameliyathaneden az sonra çıkacak doktorun bir ölüm haberi müjdelemesini istiyor, bunun yanlış olduğunu bilmesine rağmen kendini engelleyemiyordu. Daha fazla ne yaşayabileceği ne kalmıştı ki?

Kadının toplu tecavüze uğrarken, içine düşen salak bir sperm sonucu hamile kalması, kendisine tecavüz eden dört adamdan hatırladığı tek yüzü bulup onu çocuğu sahiplenmesi için zorlaması ve çocuğu doğduğu gün oracıkta öldürmüş olması kadının suçlu olduğunu göstermez. Gong çalar çalmaz suratına inen sağlam bir kroşeyle içine düştüğü karanlıktan çıkmak için siyahı kullandı sadece. Pusu, daha da karartarak hiç olmayı denedi ve başardı da. Kaderden, tercihten veya şanstan bahsetmiyorum burada. Kadın tüm bu olanlardan zevk alıyor da demiyorum. Söylemek istediğim, bir daha toplu tecavüze uğrasa, bunun altından nasıl kalkabileceğini tecrübe etmiş olduğu.

Adamın üç arkadaşıyla beraber gangbang yaptığı ve adını bile önemsemediği bir kadınla ortak olup bir bebeği öldürmeyi kendi tercih etti diyemeyiz. Gangbang yaptığı arkadaşlarının, onları ziyarete gelmesini istediğini sanmıyorum. Suçsuz olduğunu söylemiyorum bu orospu çocuğunun, anlatmak istediğim asla tercih etmeyeceği gerçeklerin ortasındayken bile hayatta kalabilmiş olması. Kendi karanlık yanını kabullenip ona uymasından ve artık seni darmaduman edebilecek şeylerin onu sarsmayacak olmasından söz ediyorum sana.

Şimdi, adam mezarlıkta sikini kurcalamış veya kurcalamamış ne önemi var? Kadının, arabanın içinde kendini cinsel bir perhize sokarak erdem kazanma çabasını hanginiz alkışlayabilir? Ya da onlar hakkında hiçbir fikri olmamasına rağmen kendince onlara roller biçerek gözyaşı döken gereksiz izleyicinin gözyaşları ne kadar değerli? Bunların doğruluğu veya yanlışlığını tartışmıyorum. Söylemeye çalıştığım şey, bir noktada insan kırıldıktan sonra diğer şeylerin nasıl da önemini yitirip hiçe dönüştüğü. Karanlık yanın bir anda ortaya çıkıp sana siper oluyor ve sen korkuyu kabullenmiş oluyorsun. Çünkü o noktada acının ve korkunu hayatın safrası değil, ta kendisi olduğunu anlıyorsun. Kadını bir delikten ibaret olarak gören adamla, adamı sadece bir uzantı olarak hisseden kadının, tek ortak noktalarının acıları olduğunu ve bu olaylardan sonra birbirlerine nasıl sıkı tutunduklarını, hiçbir şeyi ve hiç kimseyi umursamadıklarını söylesem sana, ikna edici olur mu senin için?

Selden iki çocuğunu birden kurtaramayacağı için hangisini feda edeceğine karar veren annenin dilemmasını yaşamadım ben. Gazze’de fosforlu mermileri izleyerek uykuya dalmaya çabalamadım. İçine su borusu mu, yoksa gardiyanın damarlı siki mi girmiş çıkmış umursamayan bir mahkumun, bacaklarındaki kanı yıkarken artık ağlamamasından, artık duyarsızlaşmış olmasından daha hazin değil bu hikaye, biliyorum. Tüm bunları da ben yaşamadım zaten, kabul ediyorum ama ya yaşamış olsaydım? Ya tüm bunları yaşayan sen olsaydın ne yapardın?


[ Adam, gölün kenarında durup kadını alnından öptü. Kadın, güzel bir pasta yaptı. Adam, komik bir geyik avı macerasını anlattı. İkisi de katıla katıla güldü. Adam, parmaklarını kadının ak saçlarına doladı. ]



                       Onur Tuncay

                      Gültepe