RESİM: Ege AVCI
acıyla okuyorum,
bitimsiz bir acıyla
ağabeyim benim,
kalbim, Attila Jozsef'im
bir çocuğun annesini
sevişi gibi
seviyorum seni,
kederle ve hüzünle
Behçet Aysan - Attila Jozsef'i Okurken
Gafur, Kadıköy-Beşiktaş vapurunda annesiyle karşılaştığında
denizi izliyordu. Paslı örtüsünün dinginliğine dalıp giderken ne düşündüğü
bilinmez. Neredeyse suya karışıp gidecek gibi sarkıyordu küpeşteden.
Bakışlarını hiçliğin ortasında bir yere sabitlemiş, uysal akıntının üzerinde
görünmez bir yazıyı okumaya çalışır gibiydi. Belki de mavi örtüyü delip geçmek,
altındakini görmek istiyordu bakışları. Dedim ya, bilinmez. Annesinin kırçıllı
sesini duyduğunda irkildi ve korkuyla başını çevirdi:
''Neyin var kuzum öyle? Aşık mı oldun yoksa?''
''Anne! Ne işin var senin burada?''
''İçeride oturuyordum. Az hava alayım dedim, seni gördüm.''
''İyi de... Daha dün gömdüm ya seni!''
''Son bir kez vapura binmek istedim oğlum. Kötü mü ettim?''
İki gün önce akşam yemeğinde, deniz havası almak istediğini
söylemişti annesi. Huzursuz hissediyordu kendini. Hatırladı Gafur;
umursamamıştı o zaman. Müzmin baş ağrıları çeken annesinin bu durumuna
alışmıştı; aynı zamanda bu minyon tipli ihtiyarı gezdirmek ona külfetti. ''Daha
sonra.'' diye geçiştirmişti. Daha sonra... ertesi gün... Kefenini koyduğu
çukuru dolduruyordu toprakla. Koyu mavi gözleri bez parçasının altında, inatla
parıldıyordu. Tüm ağırlığıyla omuzlarına çöktüğünü hissetmişti bakışlarının.
Sorgular gibiydiler. Nasıl da soluksuz sallamıştı küreği; bir an önce kaçıp
gitmek istemişti oradan. Teninden süzülen karanfil kokusu yitene dek
bocalamıştı yer altını, anasının üzerine. Küreğin sapı, parmaklarında eriyene
dek... Şimdi, o koku, senelerdir alışık olduğu samimiyetiyle dikiliyordu başında.
''Nasıl çıktın ana sen mezarından?''
''Son dileğimi diledim oğlum. Biliyorsun, ne zamandır
istiyordum denizi koklamak. Sağ olsun, pek bir saygılı, pek bir hürmetli
analara karşı.''
''Kim o anne?''
''Azrail Beyefendi, yavrum. Meraklanma sen...''
Bunları söylerken çenesinin altında sallanan bir kurtçuğu
çekip denize fırlattı. Kül rengi suretinden kıvrılan minik bir yılan
bacaklarından kayıp Gafur'a doğru ilerlerken başını ezip annesine sarıldı. Taze
toprak kokusu bedenini sarmaladı, sonbahara çalan seyrek saçları gözlerinin
nemine değdi ve soğuk kollarına avuçlarıyla bastırdı.
''Üşüyor musun?''
''Sorun değil, oğlum.''
Ceketini çıkarıp annesinin omuzlarına geçirdi. Beşiktaş,
reflü gibi sızım sızım karada alevlenirken uzunca bir süre karşılıklı sustular.
Rüzgar, annesinin yanaklarını ufalıyor, deri parçalarını Gafur'un ayak uçlarına
savuruyordu. Yere eğilip teker teker toparladı ve cebine attı hepsini. Solup
giden yüzüne baktığında annesinin olmayan dudaklarıyla ona gülümsediğini fark
etti. Yalnız kirpikleri eskisi gibiydi. Gök kubbeye fırlatılmış oklar gibi...
simsiyah... neredeyse nefes alıyorlardı. En azından bir zamanlar ne kadar güzel
olduğunu düşündü:
''Hala çok güzelsin anne. Sen niye öldün ki?''
''Başım ağrıyordu oğlum, biliyorsun.''
''Senin başın hep ağrırdı be anam. Alışmıştım artık.''
''Dedim de dinletemedim sana.''
''Sürekli kaşlarını çatar da gezerdin. Nereden bilecektim?''
''Dedim de... Unut gitsin oğlum, mühim değil.''
''Üzgünüm... Çay içer misin benimle? Son kez.''
''Fazla vaktim kalmadı ki çocuğum... Geldik sayılır artık.
Beşiktaş'ta bekliyor beni.''
''Kim bekliyor anne?''
''Azrail Beyefendi yavrum, dedim ya.''
''Anladım...''
Vapur yanaşırken son kez sarıldılar. Başını okşadığında bir
tutam tütün rengi saç, avuçlarına döküldü. Cebine koydu onları da; yanak
parçalarının yanına. Annesi alnında kuru bir öpücük bırakarak arkasını döndü ve
usulca süzüldü güverteden. Ayaklarının çamuru, tahta döşemede silik izler
bırakmıştı. Gafur, bıkkın adımlarla izleri takip ederek indi vapurdan. Kıyıda,
günah kadar karanlık cübbesinin altında yükselen Azrail, kemikli parmaklarını
uzatmış bekliyordu. Annesi yanına gelince, el ele tutuşup insan kalabalığına
doğru uzaklaşırlarken arkalarından seslendi:
''Anne!''
Annesi duraksayıp Azrail'in kulağına bir şeyler fısıldadı.
Sonra başını çevirip içli tebessümünü yerleştirdi yeniden, artık tamamen yok
olan dudaklarına:
''Hadi oğlum, evine dön sen.''
''Sırat'ı geçerken temkinli at adımlarını olur mu?''
''Merak etme.''
''Saçlarını tut ellerinle de dökülmesinler anam.''
''Düşünme sen bunları.''
''Boğazın ışıklarını seyrettiğin oldu mu hiç? Senin odanın
camından gözüküyor. Sen gittikten sonra sabaha kadar çay içip izledim. Gün
ağarırken deniz kızına benzeyen bir bulut geçti üzerinden. Kuyruğu, köprünün
tırabzanlarını yalıyordu kıvrılırken. Saçları yanakları boyunca uzayıp belini
sarmalamıştı. Sana benzediğine inandırdım kendimi. Sonra yükseldi. Biraz yağmur
bıraktı; bir de kuyruğundan bir parça düştü denize. Ardından güneşle birlikte
dağıldı gitti. Aynı senin gibi...''
''Benim bir yere gittiğim yok kuzum. Buralarda olacağım.''
''Çok yalnızım anne.''
''Ben senden vazgeçer miyim oğlum? Tekrar geleceğim, üzme
kendini.''
Son olarak, annesine el sallayıp ardı sıra gidişini izlerken
bitirmek isterdim elbette; ama öyle olmadı. Hikayenin yazarı olarak böyle
bitmeyeceğini biliyorum ne yazık ki. Aslında anlatabilmek isterdi Gafur;
çaresizliğini, yalnızlığını... annesine benzeyen bulutu bir de. Geride kalan
saç telleri gibi kuyruğunu nasıl denize düşürdüğünden bahsetmek isterdi
bilhassa. Yine de annesi vapurdan indikten sonra bu konuşmaların hiçbiri olmadı
aralarında. Dedim ya, bıkkın adımlarla gitmişti arkasından. Sonra aynı
bıkkınlıkla ufukta bir nokta halini alana dek gözledi, Azrail'le birlikte
gidişini. Aynı bıkkınlığı yanında taşıyarak turladı sahilde biraz. En sonunda,
her zaman yaptığı gibi birkaç bardak demli çay içip terk etti Beşiktaş'ı;
gerisin geri Kadıköy'e doğru.
Deniz bu defa kabarmıştı. Vapur, göğsüne vuran dalgalarla
bir beşik gibi yalpalarken küpeşteden sarkıttığı kolları ıslanıyordu.
Mırıldanıyordu Gafur. Midesinde yeşeren taze pişmanlıkla... Annesinin bir
zamanlar sevdiği bir türküyü. Onun gibi titrek... kesik kesik... Divanın
köşesine sinmiş kazak ördüğü zamanlarda... Bulaşıkları yıkarken sıcak suyun
buharı yüzünü ıslattığında... Yorganı üzerine çekip uyuması için başucunda
beklediğinde... Mırıldanıyordu annesi gibi; karanfil kokulu bir türkü:
''Köprüden geçti gelin... Saç bağın düştü gelin...''
ekin
gökgöz
Gültepe, 07:58
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder