Cemali yeşil koltuğunun izmarit
yanıklarını eliyle sıvazladı. Koltuğun çay dökülen yerleri koyu yeşile
dönmüştü. Yeşili severdi Cemali. Bu yüzden bu koltuktan daha fazla şey
bekliyordu. Mesela bir gün çiçek açmasını istiyordu. Koltuksa yıllardır
verebileceğinin ötesine geçmemekte ısrarcıydı. Koltuğun önünde duran abanoz
sehpanın üzerindeki mumlara doğru üfledi. Mumların hepsi bir bir titredi.
Kendini o an yerel bir İsrafil olarak düşündü. En azından kendi evi içerisinde
butik bir İsrafil sayılırdı. Koltuğun
arkasında asılı duran tablonun turuncu tonları, mum ışığında kızıla
dönüşüyorlardı. Sehpanın üzerinde sigara izmaritleri günü geçmiş faturalarla,
bir yıl öncesinin mizah dergileri ise ekmek kırıntılarıyla sevişiyordu.
Küçükken, annesi ekmek kırıntısına basmanın günah olduğunu söylerdi.
Çocukluğunun mavili günlerini anımsadı. Evlerinin önünden nehir geçerdi. Bir
piyanistin serçe parmağı kadar ince bir nehir, oyundan dönen yorgun bir çocuk
gibi evlerini selamlayarak geçer giderdi. Annesi ona Cemalettin derdi. Asıl adı
da Cemalettindi zaten. Zaman içinde çok uzun olduğunu düşündüğü için adını
Cemali olarak değiştirdi. Bütün geçmişini değiştirmek isterdi elinde olsa. Çok
hata yapmıştı. Yaptıklarının hepsi başkaları tarafından hata olarak görülmüştü
daha doğrusu. Örneğin; Cemali’nin bir civcivi okşamak yerine onun bacaklarını
gövdesinden ayırmak geliyorsa bu onun hatası mıydı? Cemali köyün imamından
yediği dayağı hatırladı. İkindi namazına girmeyip minareye çıktığı için dayak
yemişti. İncecik merdivenleri imamın iri bedeni kapladığı için kaçamamıştı.
Yerden kırk beş metre yukarıda, klostrofobi yaratabilecek derecede dar bir
alanda, yeryüzünü güzelleştirmek için yaratılmış bir fındık dalıyla imamdan
muhteşem bir dayak yemişti. İmamı da o gece öldürmüştü. İmam gece ahıra ineklerine
bakmaya gittiği zaman, adam kapıdan girer girmez orakla imamın boğazını
kesmişti. Bu bir intikamdı. Cinayetle ilk tanıştığı geceydi. Sıcak ve nemli bir
yaz akşamında bir cinayet zincirinin ilk halkası olmayı başaran imam, ertesi
gün kendisinden başka cenaze namazı kıldırmayı bilen olmadığı için, namazsız
gömüldü. Cemali kanlı orağı samanların üzerine bıraktığı gibi eve koşmuş,
gündüzden hazırladığı çantasını ve babasının av tüfeğini alıp, ağlayarak köyün
dışına doğru yürümüştü. Mevsim ölümün yaz aylarıydı. On dört yaşında köyünü
terk ediyordu. Biliyordu ... Gezgin bir lanet olarak geçirecekti hayatını. Ve
bir gün geçmişi ondan intikam alacaktı. O günü sabırsızlıkla bekleyecekti. O günü
düşününce yüzüne şeytani bir gülümseme göç etti. Ve giderken on dört yılını
geçirdiği, baba toprağı olan köyüne dönüp bakmadı bile… Sadece babasının
mezarının önünden geçerken kanlı bir Fatiha tükürdü. Son kez …
Cemali’nin bastığı yerler o
gittikten sonra çürüdü. Çocuklara onun bastığı yerlere basmamaları söylendi. Onun geçtiği tarlalarda mahsul yetişmedi.
Binlerce yıldır işlenen günahların laneti ona yüklenmişti. O gece ay, tunç
rengi doğdu. Bu sebepten ötürü de, köyün
adı “Tuncay” olarak değiştirildi…
Geçmişine dönememek için gündelik
bir şeylerle ilgilenmek istedi. Etrafını arandı. Geçen yıldan bir gazete geçti
eline. Üçüncü sayfada faili meçhul bir cinayetten bahsediyordu. Haberin yanında
maktulün resmi vardı. Kafasını boyun kemiklerini kütürdeterek yukarı kaldırdı.
Tavana yapıştırdığı onlarca resim arasından gazetedeki resmi buldu. Köyünü terk
ederken yüzünde oluşan gülümsemenin aynısı yine belirdi. Mırıldandı.
“ Sen göremesen de gazeteye çıkmayı başardın sayemde.”
Gazeteyi
katladı ve odanın bir daha ayak basmayacağı bir köşesine fırlattı. Abanoz sehpanın
üzerinde duran tabakadan bir sigara çekip ateşledi. Dumanı mumlara doğru
üfledi. Işık yüzünde titredi. Yüzünde oluşan gölgeler yıllardan beri işlediği
günahların sessiz bir filmi gibiydi. Bekliyordu artık. Saçları yer yer
kırlaşmıştı. Yüzündeki çizgiler kendilerine ait birer gölgeleri olacak kadar
derinleşmişti. Eskiden görenlerin bir kuğuya benzettiği elleri artık babasının
elleri gibi kemikliydi. Elleri karga pençelerini andırıyordu.
“ Çok fazla yaşadım. Bu kadar uzun sürmemeliydi. Son kırk
yıldan bahsetmek bile istemiyorum. “
Kendi
kendine konuşmayı artık garipsemiyordu. Elini kır saçlarının arasında
gezindirdi. Banyo yapmadığını fark etti. Tırnaklarının arası kir dolmuştu.
Üzerindeki kahverengi hırkanın ceplerini karıştırdı. Ceplerinin dibinde tuz
vardı. Birkaç gün önce çekirdek yediğini anımsadı. Cebinde bulduğu tek
çekirdeği yemeyi ihmal etmedi. Bir leşi kemiren akbaba gibi çekirdeği yedi. Derin
bir nefes çekip akciğerlerinde kirlettiği havayı odaya salarken, bir savaş
borusu gibi, bir ambulansın ölümcül çığlığı gibi çalmaya başlayan telefon sesi,
odanın içinde incinerek titredi. Koltuğun yanındaki sehpada duran telefon
inliyordu. İniltisini ikinci kez dinlemek istedi. Telefon tekrar çaldı. Çok uzak bir ülkeden haber getirdiğini
anlatmaya çalışıyor gibiydi. Cemali kimin ve neden aradığını biliyordu. Geriye
yaslandı. Bu günün gelmesini o kadar uzun zaman beklemişti ki, artık o günü
kucaklayamayacak kadar yorgun hissediyordu kendini. Toparlandı. Hala çelik gibi
olan kasları sayesinde koltuğunda bir ceylan gibi dikleşip karşı duvara
ciddiyetle baktı. Kafasını aniden telefona çevirip ahizeyi kulağına götürdü.
“ Alo. “
“Geliyoruz. “
Ahizeyi
kulağından indirdi. Yüzünde çok masum bir gülümseme oluştu. Ahizeyi koltuğun
üzerinde bırakarak yerinden kalktı ve radyosunu açtı. Radyonun çektiği
cızırtılı gece istasyonundan gelen ses odayı böldü: “ Sevgili dinleyenler,
sıradaki parçamız Neşet Usta’dan geliyor. Yalan Dünya…”
Neşet
Ertaş dut ağacından yapılma bağlamasının tellerine dokunarak, bozlağı odanın kireç
duvarlarına astı. O efsane sözler Neşet Baba’nın dudaklarından dökülüp
yankılanmaya başladı.
Hep sen mi ağladın
hep sen mi yandın
Bende gülmedim yalan
dünyada
// // // // // // // // // // //
“ Geliyoruz. “
Telefonu
kulağından çeken İsa gözlerini kısıp ekrana baktı. Tekrar kulağına götürdü.
Ardından kulağından çekip sertçe kapatma tuşuna basarak telefonu kapattı. Arka
koltuğun deri döşemesi üzerinde kıpırdanarak rahatsız edici bir ses çıkardı. Ön
koltukta oturan Mary arkasını dönerek sordu:
“ Cevap vermedi mi? “
“ Vermedi. Önce bir sessizlik oldu arkasından Neşet Ertaş
çalmaya başladı.”
“ Boş ver. Bizim geleceğimizi anlamıştır. Bekliyordur.”
“ Ulan insan bi bekliyorum falan der.”
“ Zoruna mı gitti delikanlı. “ Bunu söyleyen Rahmi’ydi.
Şoför
koltuğunda oturan Rahmi gürültülü bir
şekilde balgam çekti. Sanki bütün akciğerini ağzına doldurmuştu. Beyaz
Broadway’in camını aralayarak dışarı tükürdü. Bir damla tükürük , kısa kollu
bej gömleğinin üzerine damladı. Camı açtığında içeri giren rüzgar Mary’nin
lepiska saçlarını havalandırıp İsa’nın omuzlarına dökülen siyah saçlarına
karıştırdı. Camı kapatan Rahmi pos bıyıklarının arkasından, iguanaya benzeyen
çene derisini kıpırdatarak konuştu:
“ Bizim gelmemizi dört gözle beklediğine eminim.”
Mary, “ Üzerimde ağır bir yük hissediyorum. “
“ Şu piçi fazla umursama. Çok zıpladı hayatı boyunca ama
artık yaşlı bir adam. Hayatını tüketmiş bir ucube. “
İsa, “ Bize yaptıklarının intikamını alacağım ondan! “
“ Sakin ol yakışıklı. Sen onun gibi katil değilsin. Ettiği
ihanetlerin hesabını soracak bir yargıçsın sadece.”
“ Onu öldürmek istiyorum. “
“ Kendini sadece o öldürebilir. Biz değil. Şunu da
söylemeden geçemeyeceğim; sende birini öldürebilecek yürek yok evlat. Kusura
bakma. “
Mary öfkelenerek konuşmaya başladı:
“ Ne demek öldüremeyiz? Eğer intikam almayacaksak bizi neden
gönderdiler o zaman? Ama senin için hava hoş. Çünkü bunca kadının gözyaşlarını
ben taşıyorum omuzlarımda, sen değil ! “ diyerek yüzünü cama döndü. İsa, Rahmi’nin
söylediklerine bozulmuş bir şekilde arka koltukta hiç konuşmadan oturuyordu.
Rahmi , karanlık yollara arabanın farlarını zıpkın gibi saplayarak arka
sokaklarda yaşayan evsizleri ezmemek için çabalıyordu. Dar sokaklardan kazasız
belasız geçtiğine içten içe sevinen Rahmi, daha geniş ve düz bir yola çıkınca
içinden sevindi. Yanındaki gençlerin kendisine kızdıklarını biliyordu. Onların
gönlünü almak için anlatmaya başladı:
“ Hadi hadi yüzünüz düşmesin abiler yapar bazen öyle. Ben
hem kızarım hem severim. Neden? Çünkü ben sizin hem abiniz hem hocanız
sayılırım. Siz mektepliler yok musunuz siz. Biz sizin gibi okul görmedik.
Ustadan öğrendik. Çok dayak yedim ustamdan. Şimdilerde yok di mi dayak falan
? yoktur tabi ama siz de bir şey
öğrenmiyorsunuz. Yani hepsi kağıt üstünde, pratik hiç yok. Biz pratikten
öğrendik hesap işlerini. Çıraklıktan yetişmeyim yani. Benim usta da babaydı,
bende o yüzden baba oldum. Bak sen kadınlar konusunda uzmanlık almışsın. Sen de
ihanet. Bizde diploma falan yok tabi. Çıraklık eğitimden ustalık diploması var
sadece. Benim ustam çok fena hesaba çekerdi. Vicdan dediğin benim usta gibi
sert olur. Ama sert dediysem sizin gibi katil değil. Adama kendini
vurdurtacaksın. Eğer vurdurtamazsan adam seni vurur. Anladınız mı? Bu sizin ilk
işiniz galiba. O yüzden dikkatli olun. İlk işinizde kendinizi öldürtürsünüz.
Kayıtlara da eğitim zayiatı diye geçiverirsiniz valla. Çünkü siz bilmezsiniz bu
insanoğlunu. Geçmişleriyle yüzleşmeyi çok iyi biliyorlar. Vicdanları zaten
çoktan öldü. O yüzden eğer insanoğlunu dize getireceksiniz onun gözlerine bakın
ve öyle konuşun……”
Mary birden bağırdı:
“ Keees!!!”
İsa’nın
yorgun gözleri birden fal taşı gibi açıldı. Mary’nin beyaz teninde nefret yeşil
damarlar vasıtasıyla gözüküyordu. Bu sefer bozulan Rahmi oldu. Sustu. Ve hiç
konuşmadan kutsal yollardan ve izbe evlerin arasından geçerek Cemali’nin
sokağına girdi. Cemali elinde babasının av tüfeği ve omzunda fişekliğiyle
onları bekliyordu. Rahmi bile onu
görünce yutkundu. Mary ve İsa ise ne diyeceklerini bilemediler. Bir anlığına
dilleri tutuldu. O anda orda olmamak için ikisi de her şeylerini vermeye
hazırdılar.
// // // // // // // // // // //
Cemali
yıllardır beklediği güne kavuşuş olmanın sevinciyle, Neşet Ertaş eşliğinde
hazırlanmaya başladı. Siyah deri ceketini giydi. Eldivenlerini ellerine
geçirdi. Botlarının bağcıklarını itina ile bağladı. Aynada son kez kendine
baktı. Siyah kasketini de başına geçirerek evinden belki de son kez çıktı.
Anahtarını da yanına aldı. Evinin olduğu sokağın başındaki elma ağacının yanına
gitti. Daldan bir elma kopardı. Dişlerini kırmızı elmanın bağrına geçirdi. Elma
bal gibiydi. Sol elindeki tüfeği ve sol omzuna astığı fişekliğiyle
misafirlerini bekliyordu. Karşıda karanlığı ağlatan arabanın farlarını gördü.
Elmayı yere attı. Tüfeğini daha sıkı kavradı. Arabanın ışığı tam üzerine
vurduğunda heybetli silueti mahalledeki köpeklerin hepsini korkutmaya yetti.
Altmış beşinde bir adam için oldukça kuvvetliydi. Broadway gelip önünde durdu.
Farlar kapandı. Arabanın içinden Mary, Rahmi ve İsa indiler. Cemali karşılarında
duruyordu. İster istemez ürperdiler. Rahmi, “Böyle zor işlere neden acemileri
gönderiyorlar? “ diye düşündü. Yere
tükürdü. İsa bir adım öne çıktı. Mary onun ilk çıkmasına sevinmişti. İsa
yutkundu. Yumruklarını sıkıyordu. Çünkü bu adamın kimlere, nasıl ve neden
ihanet ettiğini biliyordu. Onun kalbine bir hançer sokmamak için kendini zor
tuttu. Mary, sarı saçlarında korkunun kokusuyla arabanın yanında duruyordu.
Rahmi arabanın kaputuna oturdu. Ağzında gezindirdiği balgamı yere çaktı. İsa
konuşmaya cesaret etti sonunda :
“Neden burda olduğumu biliyorsun.”
"Seni bekliyordum delikanlı. Söylesene, bunca yıl
bekledikten sonra, karşıma senin gibi bir denyonun çıkması bana reva mı?”
“ Bak ihtiyar, senin yaptığını hiçbir insanoğlu yapmadı.
Neredeyse sana yaklaşan herkese, hepimize ihanet ettin. Yalan söyledin,
kandırdın, dolandırdın. Senin hayatlarına uğradığın insanların hepsi tek tek
intihar etti ve sen hala burda durmuş beni tartışıyorsun. Kendine baksana
biraz. Bizi sen bitirdin! ”
“ Bak çocuk, senin gibi çok çaylağı harcadım ben ellerimde.
Şu hayatta dürüst olmaya çalışarak nereye varabilirdim. Bak, şu an yaklaşık
altmış beş yaşındayım. Bak! İyi bak gözlerime! Altmış beş yaşında dürüst bir
adam olsaydım bu gözlerde ne görürdün biliyor musun? Ben söyleyeyim sana evlat,
bıkmışlık… Hayatı boyunca namuslu, ahlaklı, dürüst bir hayat sürmüş insanların
gözlerinde ölümü okuyorum. Onlar yaşamıyor evlat. Onlar çoktan ölmüşler. Sen de
onların timsali olarak buradasın ve senin gözlerinde de aynısını okuyorum. Ama benim gözlerime bak. Gözlerimde ölüm
görüyor musun ha! Bak bana gözlerini kaçırma!
Benim gözlerimde ölüm yok evlat benim gözlerimde yaşamanın pınarları
akıyor hala. Bana ihanetten bahsetme. Bu dünyada pek çok insan kendilerine ihanet
etmekle meşgul. Ve ne hikmettir ki sen hala benle uğraşıyorsun. Ben bütün
dünyaya ihanet etsem bile kendime asla ihanet etmedim. İstediğimi yaptım ve
hayallerimin peşinden koştum. Dün neysem
bugünde oyum. Hadi bana yapmak istediğini söyle. Şu arkada duran sarışın kızla
yatmak değil mi istediğin? Ama yapamazsın. Neden peki? Çünkü sen ihanet
edemezsin. Birilerine iş esnasında kimseyle yatmayacağına dair söz verdin. Şu
anda kendine yalan söylüyorsun evlat. Daha kendi içinde bile tutarlı değilken
bana gelmiş ihanetlerimin hesabını soracağını söylüyorsun. Ben bu dünyada bi
tek kendime yalan söylemedim. Ve sen bunu hesabını bana soramazsın. Sen
ihanetin ne olduğunu bile bilmiyorsun daha orospu çocuğu!!! “
O anda
Cemali’nin yüzünde beliren öfke birkaç galaksiye yetecek kadar çoktu. Cemali
tüfeğini kaldırıp İsa’nın başına dayadı. İsa kıpırdayamadı bile. Gözlerinde
komşudan erik çalarken yakalanan bir çocuğun utancı vardı. Kendinden
utanıyordu. Tiksindiği bu adam kadar olamamıştı. Kendi olamamıştı. Gözlerini
kapattı. Cemali onu öldürmenin bile gereksiz olduğunu bildiği halde usulen
kafasına dayadığı tüfeğin tetiğine bastı. İsa’nın gri beyin parçacıkları beyaz
broadway’e sıçradı.
İsa’nın
kanları Mary’nin ayaklarına kadar sıçradı. İlk işinde böyle bir adama çatması
büyük şanssızlıktı. İnsanları vicdanı olabilmek için pek çok insan görmen
gerekiyordu ama Mary bunu yapamayacağını ve burda Cemali tarafından
öldürüleceğini hissetti. Yine de herşeyi göze alarak ileri doğru yürüdü. Cemali’nin
tam karşısında durdu. Cemali onu umursamadan tüfeğini açtı. İçinden boş fişeği
çıkarıp yerine kırmızı bir fişek sürdü. Çünkü kadınlar kırmızıyla
öldürülmeliydi. Şarapla veya kanla veya aşkla. Ya da kırmızı bir fişekle…
Cemali kafasını kaldırıp kızın gözlerine bir antiloba bakan leopar gibi baktı.
Kızın gözlerinde korkuyu görüyordu. Kadınların gözlerinde hep korkuyu görmüştü.
Sarhoş oldukları anlarda, şehvetten vücutları yanarken ya da ulu bir dağın
zirvesine tırmanırken. Her zaman için korkuyordu kadınlar. Dünyanın en boktan
şehirlerinin en boktan arka sokaklarındaki orospuların gözlerinde bile korkuyu
görmüştü. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan kadınlar bile korkarlardı. Ve bu
onları daha güzel yapıyordu. Aklına Rosa geldi. Madrid’de bir manastırın içinde
Rosa’yla baş başa kalmışlardı. Simsiyah giyinmişti her zamanki gibi Cemali. Rosa ise kan kadar kırmızıydı. Manastırın
kimsenin bilmediği bir odasında ikisi birbirlerine uzun müddet bakmışlardı.
Sadece demir parmaklıklı pencereden giren güneş aydınlatıyordu odayı. Cemali
darbukasını eline alıp çalmaya başlamıştı. Ağır ritimler dövüyordu ve Rosa
sanki müziğin surete bürünüşü gibi dans ediyordu. Hayatta tek mutlu olduğu anın
bu olduğuna inandı Cemali. Sonra, müzik gün batıp oda zifiri karanlığa
boğulunca bitmişti. Kalkıp Rosa’nın beline sarılmıştı. Onu öpmeye başlamıştı.
Ertesi sabah güneş tekrar odayı aydınlatana kadar öpmüştü Rosa’nın el değmemiş
cevherlerini.
Yüz hatlarının keskinliği hala
beyninin kıvrımlarında geziniyordu. Mary onun kadınlar konusunda zayıf olduğunu anladı.
“ Hiç sevmedin değil mi onları? “
“ Sevmedim ama
fazlasıyla seviştim küçük kız. Ve hayatta senin görmediğin kadar çok
kadın gördüm.”
Cemali
kızın önünde sağa sola doğru volta atmaya başladı. Cebinden çıkardığı kehribar
tesbihin sesi duyuldu. Tesbihi büyük ustalıkla sallıyordu.
“ Hepsiyle oynadın. Bu seni rahatsız etmiyor mu hiç? “
“ Beni kadınlardan daha çok rahatsız eden şeyler var. Mesela kadınları uzaktan seven adamlar.”
“ Hiç değilse senin gibi yavşak değiller!”
“ Asıl yavşak onlar. Bir erkek nasıl olurda bir kadına
dokunmadan sevebilir onu? Sence de rahatsız edici değil mi?”
“ Ama biz senin yüzünden çok ağladık. Bize umut verdin.”
“ Siz kadınlar bazen fazla salak oluyorsunuz. Acaba siz
Havva’nın kızları değil misiniz? O Adem’i kandıracak kadar zekiydi. Onun
güzelliğini taşıyorsunuz ama zekasından eser yok. “
“ Bizi hiç düşünmedin değil mi? “
“ Sizinle sadece bir gece yatan bir adamla ne gibi
hayalleriniz vardı acaba? “
“ Sadece mutlu olmak istemiştik…”
“ Bende sizi mutlu ettim. Siz de şerefsiz yaratıklarsınız.
Bu kadar güzel suretlerin içinde nasıl bu kadar hayvani ruhlar yatıyor
anlamıyorum. İkinci dubleden sonra bacaklarınızın arasındaki dalgalanmaya
dayanamadınız. Ve pek çoğunuz benim kollarımda mutluydunuz. Şimdi sen benim
karşıma dikilip onların hesabını sormazsın! Hepinizi bana aşıktınız! ”
Başka
bir şey söylemeden tüfeğini kaldırıp kızı kafasından vurdu. Kız bir keman
taksimi gibi yere serildi. Beyaz yüzü paramparça oldu. Ardından binlerce ağıt
yakılabilecek kadar güzeldi Mary. Cemali böylesine bir güzelliği yılların
verdiği doymuşlukla hiç düşünmeden vurabilmişti. Sıra Rahmi’ye gelmişti. Rahmi
yere tükürdü. Cemali silahını son kez doldurdu. Babasını da öldürebilirse
içinde, artık rahatça ölebilecekti. Rahmi’nin karşısında muzaffer bir edayla
durdu:
“ Bana babamı savunabileceğin hiçbir şey yok. Ben küçükken gitmeyebilirdi.
Beni yalnız bırakmayabilirdi. Ama o beni hiç düşünmedi. O uğursuz adam yüzünden dünyada şehir şehir
dolaşıp durdum. Küf ve ter kokulu ucuz hanlarda yattım. Oysa o beni bırakıp
gitmeseydi her şey çok daha güzel olabilirdi. Bana sadece lanetini ve bu tüfeği
bıraktı. Şimdi de seni bu tüfekle temizleyeceğim! “
Tüfeği
kaldırıp Rahmi’nin kafasına dayadı. Cemali’nin yüzünde çocuksu bir kızgınlık
belirmişti ama Rahmi korkmuyordu. Sordu:
“ Bu lanet neden üzerinde sanıyorsun?”
“ Babamın mirası. Bana güzel bir hayat bırakmadı. Bana bu
laneti devretti. “
“ Şu hayatta her şeyi görmüş, öğrenmiş olabilirsin. Ama
gerçeği bilmiyorsun. Tek gerçeği hem de. Bu halde olmanın nedenini hala
anlamadın mı? “
Rahmi
gülümserken Cemali şaşkındı. Bu adamın fazladan bir şey bildiğini biliyordu.
Yutkundu, sormaya cesaret edemedi. Kadınların gözlerinde gördüğü korku şimdi
onun gözlerine sirayet etmişti. Rahmi
onun korktuğunu anlamıştı. Konuştu:
“ Babanı öldürmemeliydin. “
“ ? ”
“ Babanı öldürdüğün için lanetlendin. Bunu bilmeni isterim.”
“ Ama babamı ben öldürmedim. O gitti. Ben babamı hiç
tanıma……”
Cemali
donakalmıştı. Dizlerinin bağı çözüldü. Elleri titredi. Gözleri doldu. Şimdi
anlamıştı. Yıllardır neden lanetlendiğini bilmediği için kustuğu kin ve
nefretin sebebini öğrenmişti ama artık boştu. İhanet ettiği adamların yanına
koştu. Onları öldürdü. Sevdiği kadınların yanına koştu. Ruhu çoktan
cennetteydi. Dizlerinin üzerine bir fil gibi çöktü. On dört yaşından beri ilk
defa ağlıyordu. O gün ahırda orakla öldürdüğü imam babasıydı. Annesinin namaz
kılmayışının bir anlamı vardı. Kendisine dedesinin “piç” demesinin nedenini
şimdi anlıyordu. Babasını orakla öldüren bir adamdı o.
Rahmi
gülümseyerek arabaya bindi. Elma ağacından bir elma yere yuvarlandı. Rahmi yere
tükürdü ve ardından gaza basıp gitti. Herkes gibi o da vicdanına yenik
düşmüştü. İşte yıllar sonra dünyada yaptığı en büyük hatayı vicdanıyla yüzleşmeye
cesaret ettiği gecede bulmuştu. Biliyordu, İsa,Mary ve Rahmi gerçekte yoktular.
Sokağa hiç çıkmamıştı. Elma ağacının yanına gitmemişti. Bu gece, altmış beş yaşına bastığı anda
kendine ve herkese söylediği yalanlarla yüzleşmişti. Ve bunların hepsi bir
bozlak süresince oldu. Hayatında son olarak şu sözleri duydu:
Ah yalan dünyada
yalan dünyada
Yalandan yüzüne gelen
dünyada
Ustanın
dediği gibi dünya yalanlar üzerine kuruluydu. Annesinin babasından ona kalan
tek miras olduğunu söylediği av tüfeğini eline aldı. Namlunun ucunu ağzına
soktu. O kadar çirkin görünüyordu ki böyle ölmeyi hak etmediğini düşündü. Ama
Cemali en adi şekillerde ölmeliydi. Yaşlı gözler ve ağzında eski bir av
tüfeğinin namlusuyla gözlerini son kez kapadı. Köyünü yıllar önce terk ederken
babasının sandığı mezara tükürdüğü Fatiha’yı geri alıp, namazı kılınmayan
imamın ruhuna bir derviş sükutuyla adadı…
// O sabah saat
05.13’ü gösterirken, Cemali’nin komşuları bir silah sesiyle uyandı…
Onur Tuncay