18 Temmuz 2013 Perşembe

Gece Bekçisi ve Orman


Gece bekçisi, seneler önce bir kadının kalbini kırmıştı. Ondan sonra hiçbir şey yolunda gitmedi. Henüz on sekizindeydi; mevsim ilkbahardı. Kadının gözleri deniz yeşiliydi ve sürekli ağlamaklı bir ifadeyle bakınırdı. Babası onu terk etmişti. Gece bekçisi ona sebebini sorduğunda, ‘’Öyle istedi.’’ demişti. Sonra gece bekçisi de terk etti onu.

Orman konuşuyor. Gürgen yaprakları arasında hınzır bir esinti… İri bir kozalağın suya düşüşü… Sinsi bir kıkırdama... Keskin ve sinirli bir homurdanma…

Gece bekçisi, zamanın eskittiği düşlerinden başını kaldırdı ve ormanın derinliklerinden gelen seslere kulak kabarttı. Masanın üzerinde sayfaları açık bir Hemingway kitabı duruyordu. Tüfeğini omuzladı ve kulübeden dışarı adım attı. Orman ketum ve kasvetli bir karanlığa gömülmüştü; fısıltıyla konuşuyordu. Gece bekçisi bir süre boşluğa nişan alarak bekledi. Son bir haftadır gece yarıları, ağustos böcekleri ve baykuşlar bile ötmeyi kestikten sonra, nihai sessizlik ormandan gelen fısıltılarla bölünüyordu. Her gece mermiyi namluya sürüyor ve kulübenin yanına gizlenip bekliyordu. Ama ne gelen vardı ne giden. Bu durum fena halde canını sıkmaya başlamıştı. Kesin kararlıydı; yarın istifasını verecekti. Bir şeyler ters gidiyordu. Bunu hissetmişti ve yüzleşmek istemiyordu. Buradaki işinden önce çalıştığı fabrikadan da bu yüzden çıkmıştı. İşçilerden biri kolunu pres makinasına kaptırdığında ertesi gün müdürün odasına gidip ayrılmak istediğini söylemişti. Ziyadesiyle acı çekmişti; artık tahammülü yoktu. Nice mesleklerden feragat etmişti bedbahtlıklar, huzursuzluklar yüzünden. Sessizliğin tınısını sezebilecek kadar suskun bir yer istiyordu. Yalnızlığını yalnızca kendisiyle paylaşacağı bir yer. Bu yüzden kum ocağında gece bekçiliği yapmaya başlamış ve bu iş ona aradığı huzuru fazlasıyla vermişti. Ancak bir haftadır kulübesinin tam karşısındaki ormandan gelen sesler huzurunu kaçırıyordu. ''Siktir et'' dedi kendi kendine. ''Yarın gidiyorum buradan.'' Tam arkasını dönüp kulübeye gireceği sırada otların hışırdadığını hissetti ve geri döndü. Ormanın ağzından bir silüet fırlamış ona doğru geliyordu. Gece bekçisi tüfeği omuzlarına yerleştirdi; kabzasını sıkıca kavradı. Silüet uzun çalıların arasında yer yer kayboluyor, sonra yine ortaya çıkıyordu. '' Tilki...'' diye mırıldandı kendi kendine. Tilki, seri ve emin adımlarla ormanla bekçi arasındaki mesafeyi katetti ve püsküllü kuyruğunu savurarak tam önünde durdu. Gözlerini bekçiye sabitledi. Dudaklarını kıpırdatmadı bile fakat jilet kadar keskin kulaklarıyla konuştu.

'' Şafak sökmeden yaban domuzları kelleni almak için gelecekler .''


''Öyle mi?''

''Benden sana haber vermemi istediler. Domuzlar müşfiktir. Kendini, ölüme hazırlaman için sana zaman tanırlar.''


''Onlara bu tutumlarından dolayı şükranlarımı ilet o zaman.''

'' Tanrı, siz  gevşek insanlara güzelliğinizin yanında zevklerinizi de bahşetmiş ve siz kıymetsiz zevklerinizle bütün güzelliğinizi mahvediyorsunuz.''


'' Siz, insanlığın kölesi olmaya mahkum hayvanlar... farklı mısınız ?''


'' Bizler, doğanın diliyiz. Doğa, zamanı geldiğinde insanlığın defterini nasıl düreceğini iyi bilir.''


'' Tatlı sohbetimize içeride devam etmek ister misin? Sana çay ikram ederim.''


''Hiç şaşırmadın mı?''

 ''Neden?''

''Ben... Konuşabiliyorum.''

'' Ah sevimli tavuk hırsızı, hayatımda o kadar çok şaşırdım ki bir tilkinin konuşabiliyor olması beni hiç şaşırtmıyor.''

''Anlıyorum. Geldiklerinde kapıyı çalacaklar. Asla saygısızlık etmezler.''

''Bekleyeceğim. Yağlı postlarını delmek için kulübede bekliyor olacağım. Gitmeden önce bir bardak çay içmek ister misin?''

'' Gitmem gerek. Orman, çöl kadar sıcak. Toprak ana, leşleri rahmine emiyor. Eğer vaşaklar ortalıkta gözükmezse belki bu gece nehirde bir balık tutarım. ''

Tilki arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Bu defa ağır adımlarla, adeta emekleyerek. Gece bekçisi bir süre bekledi. Sonra tüfeği ateşleyip tilkinin kızıl postunu deldi. Tilki patates çuvalı gibi yere yığıldı. Gece bekçisi kulübeye döndü, kendine bir bardak çay koydu ve sonra aylardır yapmadığı bir şeyi yaptı. Otuz yedi ekran televizyonunu açtı. Normalde olsa kitap okurdu. Rutini buydu. Mütevazi kütüphanesi, masanın üzerinde yükselen birkaç yığın kitaptan ibaretti. Aralarında La Fontaine’in karanlık masalları ve Dede Korkut öyküleri de vardı. Onlarla büyümüştü. Onu Hemingway'in ''Yaşlı Adam ve Deniz''iyle tanıştıran onlar olmuştu. Ama bu gece okumak istemiyordu. Kendi sesine karşılık yabancı bir ses duymak istiyordu besbelli. Sessizliğini paylaşacağı birini istiyordu. Bu yüzden, Hemingway'in ruhundan af dileyerek televizyonu açtı. Kanalları gezerken bir İngiliz filmine denk geldi. ''Öldüğümde Uyuyacağım.''  Erkek kardeşinin intikamı için kasabaya geri dönen bir adamın hikayesiydi. Günahlarından kaçabilmek için terk etmişti kasabayı, şimdi ise omuzlarında kardeşinin günahlarıyla dönüyordu. Bir zamanlar ortada bıraktığı kardeşinin kederli günahlarıyla. Filmi sonuna kadar izledi ve bittiğinde ağzından yorgun bir nefes kurtuldu. '' Sanırım, ancak öldüğümde uyuyabileceğim.''

Annesinin cenazesi geldi gözlerinin önüne. O zamanlar çocuktu. Cenazede hiç ağlamamıştı. Babası bu durumdan rahatsız olmuş ve eğer ağlamazsa insanların hakkında yanlış düşüneceğini, annesini sevmediğini sanacaklarını söylemişti. O da kendini ağlamaya zorlamış, dişlerini sıkmış, dudaklarını ısırmış fakat olmamıştı. Yapamamıştı. Üzülemiyordu bile nasıl ağlasındı! Daha sonra imam sormuştu. ''Nasıl bilirdiniz?'' - '' İyi bilirdik!'' - '' Hakkınızı helal ediyor musunuz?'' - ''Helal olsun!'' İmam yüce mertebesinin verdiği şevkle sorularını tekrarlayıp durmuştu, ta ki cevapların kesinliğinden emin olana dek. Cemaat de bir meczup gibi usanmadan onu cevaplamıştı. Sonunda imam, dizlerinin üzerinde çömelip avuçlarına göğe kaldırmış ve haykırmıştı. '' Ey çobanların tanrısı, Yüce Pan! Bu aciz çobanın hanımının günahlarını bağışla ve ona cennetin kapılarına kadar eşlik et. Ey Yüce Pan!'' Kimse imamın bu yaptığına bir anlam verememişti. Gece bekçisinin babası çobandı tabii ama 'Pan' da nereden çıkmıştı şimdi. Herkes pür dikkat kesilmiş imamı izliyordu. Çıt çıkmıyordu. Gece bekçisi işte o anda kendine hakim olamamış ve gülmeye başlamıştı. Babası susması için kolunu çimdiklemiş ancak o, bu sefer kahkahalarla gülmeye devam etmişti. Cenazede kuzenleri de vardı. Onlar da güldüler. Teyzeleri de oradaydılar. Onlar da güldüler. Amcaları da öyle. Halası da. Dayısı da. Sonun da babası da koyverdi kahkahayı. Tüm ahali senkronize olarak avazları çıktığı kadar göğü inletmişlerdi . Bir anda annesinin yattığı mezarın toprakları içeri doğru çekilmiş, mezarın içinden bir vavelya yükselmişti. Toz bulutlarının arasından annesi, bir mancınık gibi mezarında dikilmiş gür kahkahalarla oradakilere eşlik etmişti. Bir ölü için hala diri ve güzeldi. Bu arada bütün bu keşmekeş arasında imam hala yerde sürünerek Pan'a dualar etmeye devam ediyordu. O gün imam hariç oradaki herkes -gece bekçisinin annesi dahil- gözlerindeki yaş pınarları kuruyana kadar gülmeye devam ettiler. Nihayet yanak kasları isyan edince sustular ve gece bekçisinin annesi mezarına geri döndü. Cemaat son kez taziyelerini bildirip alanı terk ettiler. Sonra gece bekçisi ve babası. İmam orada kalmıştı ama. Daha nice Yunan tanrılarının adına dualar okuyor, methiyeler düzüyordu. Gece bekçisi, dönüş yolunda babasına, annesinin mezarında nasıl da mutlu göründüğünü söylemişti. Onu epey zamandır böyle görmemişti. Babası da insanların ancak ölümlerinde mutluluğa ulaşabildiklerini anlatmıştı ona ve eklemişti. ‘’ Bir daha annenin adını ağzına alma.’’

Gece bekçisi, tahatakurularıyla dolu karyolasında bunları tasavvur ederken annesinin neden öldüğünü bilmek istedi. Pastel renkli çocukluğunda kalan gerçekleri, omuzlarına yüklenen günahları… Babası, annesinin adını bir daha anmamasını istemişti. Belki de annesi iktidarsız bir çobanın karısıydı ve kocası her gün koyunları otlatmaya gittiğinde köyün delisiyle birlikte oluyordu. Çoban, yatağında karısıyla yatan yabancı kokuyu alıyordu belki ama sesini çıkarmıyordu. Ailesini kaybetmek istemiyordu; karısını seviyordu. Zamanla içine kapandı. Karısı ise git gide mahmurlaşıyordu. Bulaşıkları yıkarken sık sık bardak kırıp elini kesiyordu. Daha sonra bu hoşuna gitti ve kasıtlı olarak kesmeye başladı. Çoban sebatla susuyordu. Sofrada… Yatakta… Kadın, köyün delisiyle birlikte oluyor ve kocasına boş gözlerle bakıyordu. Bir gün çoban her zamanki gibi tepelerden eve döndüğünde mutfakta karısının cansız bedenini buldu. Kendini asmıştı. Musluk açık kalmıştı; bulaşıklar hala köpüklüydü. Çoban, usulca musluğu kapattı.    

Gece bekçisi, kapının sesiyle irkildi ve gerçeklere döndü. Bakışlarını kapıya kenetleyip bir süre bekledi. Kapı tekrar vuruldu. Dışarıdan nazik ve çekingen bir homurdanma duyuldu.  porkk... porkk...  '' Ne kadar da kibarlar.'' diye geçirdi içinden gece bekçisi. Yerinden kalktı; televizyonun fişini çekti. Ocağın altını kapattı. Tüfeğini duvardaki rafa yerleştirdi. Kasketini çıkarıp masanın üzerine bıraktı. ‘’Yaşlı Adam ve Deniz’’in sayfalarını kapatmadan önce parmaklarını üzerinde gezdirdi. Gaz lambasını söndürdü ve kapının eşiğinde durdu.  '' Yalnızca öldüğümde uyuyabileceğim.''  Kapı davetkar bir tavırla çalındı tekrardan. Dışarıda, homurdanmaların sayısı artmıştı. Gece bekçisi, bir hayalet gibi süzüldü dışarı.

Ah, ne kadar aşıkane bir ölüm!
                                                                                                                                               ekin gökgöz
                                                                                                                            

                                                                                                                                  







 

13 Temmuz 2013 Cumartesi

Bir Orak, Bir Tüfek

Cemali yeşil koltuğunun izmarit yanıklarını eliyle sıvazladı. Koltuğun çay dökülen yerleri koyu yeşile dönmüştü. Yeşili severdi Cemali. Bu yüzden bu koltuktan daha fazla şey bekliyordu. Mesela bir gün çiçek açmasını istiyordu. Koltuksa yıllardır verebileceğinin ötesine geçmemekte ısrarcıydı. Koltuğun önünde duran abanoz sehpanın üzerindeki mumlara doğru üfledi. Mumların hepsi bir bir titredi. Kendini o an yerel bir İsrafil olarak düşündü. En azından kendi evi içerisinde butik bir  İsrafil sayılırdı. Koltuğun arkasında asılı duran tablonun turuncu tonları, mum ışığında kızıla dönüşüyorlardı. Sehpanın üzerinde sigara izmaritleri günü geçmiş faturalarla, bir yıl öncesinin mizah dergileri ise ekmek kırıntılarıyla sevişiyordu. Küçükken, annesi ekmek kırıntısına basmanın günah olduğunu söylerdi. Çocukluğunun mavili günlerini anımsadı.  Evlerinin önünden nehir geçerdi. Bir piyanistin serçe parmağı kadar ince bir nehir, oyundan dönen yorgun bir çocuk gibi evlerini selamlayarak geçer giderdi. Annesi ona Cemalettin derdi. Asıl adı da Cemalettindi zaten. Zaman içinde çok uzun olduğunu düşündüğü için adını Cemali olarak değiştirdi. Bütün geçmişini değiştirmek isterdi elinde olsa. Çok hata yapmıştı. Yaptıklarının hepsi başkaları tarafından hata olarak görülmüştü daha doğrusu. Örneğin; Cemali’nin bir civcivi okşamak yerine onun bacaklarını gövdesinden ayırmak geliyorsa bu onun hatası mıydı? Cemali köyün imamından yediği dayağı hatırladı. İkindi namazına girmeyip minareye çıktığı için dayak yemişti. İncecik merdivenleri imamın iri bedeni kapladığı için kaçamamıştı. Yerden kırk beş metre yukarıda, klostrofobi yaratabilecek derecede dar bir alanda, yeryüzünü güzelleştirmek için yaratılmış bir fındık dalıyla imamdan muhteşem bir dayak yemişti. İmamı da o gece öldürmüştü. İmam gece ahıra ineklerine bakmaya gittiği zaman, adam kapıdan girer girmez orakla imamın boğazını kesmişti. Bu bir intikamdı. Cinayetle ilk tanıştığı geceydi. Sıcak ve nemli bir yaz akşamında bir cinayet zincirinin ilk halkası olmayı başaran imam, ertesi gün kendisinden başka cenaze namazı kıldırmayı bilen olmadığı için, namazsız gömüldü. Cemali kanlı orağı samanların üzerine bıraktığı gibi eve koşmuş, gündüzden hazırladığı çantasını ve babasının av tüfeğini alıp, ağlayarak köyün dışına doğru yürümüştü. Mevsim ölümün yaz aylarıydı. On dört yaşında köyünü terk ediyordu. Biliyordu ... Gezgin bir lanet olarak geçirecekti hayatını. Ve bir gün geçmişi ondan intikam alacaktı. O günü sabırsızlıkla bekleyecekti. O günü düşününce yüzüne şeytani bir gülümseme göç etti. Ve giderken on dört yılını geçirdiği, baba toprağı olan köyüne dönüp bakmadı bile… Sadece babasının mezarının önünden geçerken kanlı bir Fatiha tükürdü. Son kez …

Cemali’nin bastığı yerler o gittikten sonra çürüdü. Çocuklara onun bastığı yerlere basmamaları söylendi.  Onun geçtiği tarlalarda mahsul yetişmedi. Binlerce yıldır işlenen günahların laneti ona yüklenmişti. O gece ay, tunç rengi doğdu. Bu sebepten ötürü de,  köyün adı “Tuncay” olarak değiştirildi…

Geçmişine dönememek için gündelik bir şeylerle ilgilenmek istedi. Etrafını arandı. Geçen yıldan bir gazete geçti eline. Üçüncü sayfada faili meçhul bir cinayetten bahsediyordu. Haberin yanında maktulün resmi vardı. Kafasını boyun kemiklerini kütürdeterek yukarı kaldırdı. Tavana yapıştırdığı onlarca resim arasından gazetedeki resmi buldu. Köyünü terk ederken yüzünde oluşan gülümsemenin aynısı yine belirdi. Mırıldandı.

“ Sen göremesen de gazeteye çıkmayı başardın sayemde.”
              
          Gazeteyi katladı ve odanın bir daha ayak basmayacağı bir köşesine fırlattı. Abanoz sehpanın üzerinde duran tabakadan bir sigara çekip ateşledi. Dumanı mumlara doğru üfledi. Işık yüzünde titredi. Yüzünde oluşan gölgeler yıllardan beri işlediği günahların sessiz bir filmi gibiydi. Bekliyordu artık. Saçları yer yer kırlaşmıştı. Yüzündeki çizgiler kendilerine ait birer gölgeleri olacak kadar derinleşmişti. Eskiden görenlerin bir kuğuya benzettiği elleri artık babasının elleri gibi kemikliydi. Elleri karga pençelerini andırıyordu.  

“ Çok fazla yaşadım. Bu kadar uzun sürmemeliydi. Son kırk yıldan bahsetmek bile istemiyorum. “
                
            Kendi kendine konuşmayı artık garipsemiyordu. Elini kır saçlarının arasında gezindirdi. Banyo yapmadığını fark etti. Tırnaklarının arası kir dolmuştu. Üzerindeki kahverengi hırkanın ceplerini karıştırdı. Ceplerinin dibinde tuz vardı. Birkaç gün önce çekirdek yediğini anımsadı. Cebinde bulduğu tek çekirdeği yemeyi ihmal etmedi. Bir leşi kemiren akbaba gibi çekirdeği yedi. Derin bir nefes çekip akciğerlerinde kirlettiği havayı odaya salarken, bir savaş borusu gibi, bir ambulansın ölümcül çığlığı gibi çalmaya başlayan telefon sesi, odanın içinde incinerek titredi. Koltuğun yanındaki sehpada duran telefon inliyordu. İniltisini ikinci kez dinlemek istedi. Telefon tekrar  çaldı. Çok uzak bir ülkeden haber getirdiğini anlatmaya çalışıyor gibiydi. Cemali kimin ve neden aradığını biliyordu. Geriye yaslandı. Bu günün gelmesini o kadar uzun zaman beklemişti ki, artık o günü kucaklayamayacak kadar yorgun hissediyordu kendini. Toparlandı. Hala çelik gibi olan kasları sayesinde koltuğunda bir ceylan gibi dikleşip karşı duvara ciddiyetle baktı. Kafasını aniden telefona çevirip ahizeyi kulağına götürdü.

“ Alo. “

“Geliyoruz. “
               
             Ahizeyi kulağından indirdi. Yüzünde çok masum bir gülümseme oluştu. Ahizeyi koltuğun üzerinde bırakarak yerinden kalktı ve radyosunu açtı. Radyonun çektiği cızırtılı gece istasyonundan gelen ses odayı böldü: “ Sevgili dinleyenler, sıradaki parçamız Neşet Usta’dan geliyor. Yalan Dünya…”
               
               Neşet Ertaş dut ağacından yapılma bağlamasının tellerine dokunarak, bozlağı odanın kireç duvarlarına astı. O efsane sözler Neşet Baba’nın dudaklarından dökülüp yankılanmaya başladı.

Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın
Bende gülmedim yalan dünyada

//            //            //            //            //            //            //            //            //            //            //            

“ Geliyoruz. “
                
              Telefonu kulağından çeken İsa gözlerini kısıp ekrana baktı. Tekrar kulağına götürdü. Ardından kulağından çekip sertçe kapatma tuşuna basarak telefonu kapattı. Arka koltuğun deri döşemesi üzerinde kıpırdanarak rahatsız edici bir ses çıkardı. Ön koltukta oturan Mary arkasını dönerek sordu:

“ Cevap vermedi mi? “

“ Vermedi. Önce bir sessizlik oldu arkasından Neşet Ertaş çalmaya başladı.”

“ Boş ver. Bizim geleceğimizi anlamıştır. Bekliyordur.”

“ Ulan insan bi bekliyorum falan der.”

“ Zoruna mı gitti delikanlı. “ Bunu söyleyen Rahmi’ydi.
                
                 Şoför koltuğunda  oturan Rahmi gürültülü bir şekilde balgam çekti. Sanki bütün akciğerini ağzına doldurmuştu. Beyaz Broadway’in camını aralayarak dışarı tükürdü. Bir damla tükürük , kısa kollu bej gömleğinin üzerine damladı. Camı açtığında içeri giren rüzgar Mary’nin lepiska saçlarını havalandırıp İsa’nın omuzlarına dökülen siyah saçlarına karıştırdı. Camı kapatan Rahmi pos bıyıklarının arkasından, iguanaya benzeyen çene derisini kıpırdatarak konuştu:

“ Bizim gelmemizi dört gözle beklediğine eminim.”

Mary, “ Üzerimde ağır bir yük hissediyorum. “

“ Şu piçi fazla umursama. Çok zıpladı hayatı boyunca ama artık yaşlı bir adam. Hayatını tüketmiş bir ucube. “

İsa, “ Bize yaptıklarının intikamını alacağım ondan! “

“ Sakin ol yakışıklı. Sen onun gibi katil değilsin. Ettiği ihanetlerin hesabını soracak bir yargıçsın sadece.”

“ Onu öldürmek istiyorum. “

“ Kendini sadece o öldürebilir. Biz değil. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim; sende birini öldürebilecek yürek yok evlat. Kusura bakma.  “

Mary öfkelenerek konuşmaya başladı:

“ Ne demek öldüremeyiz? Eğer intikam almayacaksak bizi neden gönderdiler o zaman? Ama senin için hava hoş. Çünkü bunca kadının gözyaşlarını ben taşıyorum omuzlarımda, sen değil ! “ diyerek yüzünü cama döndü. İsa, Rahmi’nin söylediklerine bozulmuş bir şekilde arka koltukta hiç konuşmadan oturuyordu. Rahmi , karanlık yollara arabanın farlarını zıpkın gibi saplayarak arka sokaklarda yaşayan evsizleri ezmemek için çabalıyordu. Dar sokaklardan kazasız belasız geçtiğine içten içe sevinen Rahmi, daha geniş ve düz bir yola çıkınca içinden sevindi. Yanındaki gençlerin kendisine kızdıklarını biliyordu. Onların gönlünü almak için anlatmaya başladı:

“ Hadi hadi yüzünüz düşmesin abiler yapar bazen öyle. Ben hem kızarım hem severim. Neden? Çünkü ben sizin hem abiniz hem hocanız sayılırım. Siz mektepliler yok musunuz siz. Biz sizin gibi okul görmedik. Ustadan öğrendik. Çok dayak yedim ustamdan. Şimdilerde yok di mi dayak falan ?  yoktur tabi ama siz de bir şey öğrenmiyorsunuz. Yani hepsi kağıt üstünde, pratik hiç yok. Biz pratikten öğrendik hesap işlerini. Çıraklıktan yetişmeyim yani. Benim usta da babaydı, bende o yüzden baba oldum. Bak sen kadınlar konusunda uzmanlık almışsın. Sen de ihanet. Bizde diploma falan yok tabi. Çıraklık eğitimden ustalık diploması var sadece. Benim ustam çok fena hesaba çekerdi. Vicdan dediğin benim usta gibi sert olur. Ama sert dediysem sizin gibi katil değil. Adama kendini vurdurtacaksın. Eğer vurdurtamazsan adam seni vurur. Anladınız mı? Bu sizin ilk işiniz galiba. O yüzden dikkatli olun. İlk işinizde kendinizi öldürtürsünüz. Kayıtlara da eğitim zayiatı diye geçiverirsiniz valla. Çünkü siz bilmezsiniz bu insanoğlunu. Geçmişleriyle yüzleşmeyi çok iyi biliyorlar. Vicdanları zaten çoktan öldü. O yüzden eğer insanoğlunu dize getireceksiniz onun gözlerine bakın ve öyle konuşun……”

Mary birden bağırdı:

“ Keees!!!”
                
                    İsa’nın yorgun gözleri birden fal taşı gibi açıldı. Mary’nin beyaz teninde nefret yeşil damarlar vasıtasıyla gözüküyordu. Bu sefer bozulan Rahmi oldu. Sustu. Ve hiç konuşmadan kutsal yollardan ve izbe evlerin arasından geçerek Cemali’nin sokağına girdi. Cemali elinde babasının av tüfeği ve omzunda fişekliğiyle onları bekliyordu.  Rahmi bile onu görünce yutkundu. Mary ve İsa ise ne diyeceklerini bilemediler. Bir anlığına dilleri tutuldu. O anda orda olmamak için ikisi de her şeylerini vermeye hazırdılar.

//            //            //            //            //            //            //            //            //            //            //            

                Cemali yıllardır beklediği güne kavuşuş olmanın sevinciyle, Neşet Ertaş eşliğinde hazırlanmaya başladı. Siyah deri ceketini giydi. Eldivenlerini ellerine geçirdi. Botlarının bağcıklarını itina ile bağladı. Aynada son kez kendine baktı. Siyah kasketini de başına geçirerek evinden belki de son kez çıktı. Anahtarını da yanına aldı. Evinin olduğu sokağın başındaki elma ağacının yanına gitti. Daldan bir elma kopardı. Dişlerini kırmızı elmanın bağrına geçirdi. Elma bal gibiydi. Sol elindeki tüfeği ve sol omzuna astığı fişekliğiyle misafirlerini bekliyordu. Karşıda karanlığı ağlatan arabanın farlarını gördü. Elmayı yere attı. Tüfeğini daha sıkı kavradı. Arabanın ışığı tam üzerine vurduğunda heybetli silueti mahalledeki köpeklerin hepsini korkutmaya yetti. Altmış beşinde bir adam için oldukça kuvvetliydi. Broadway gelip önünde durdu. Farlar kapandı. Arabanın içinden Mary, Rahmi ve İsa indiler. Cemali karşılarında duruyordu. İster istemez ürperdiler. Rahmi, “Böyle zor işlere neden acemileri gönderiyorlar? “ diye düşündü.  Yere tükürdü. İsa bir adım öne çıktı. Mary onun ilk çıkmasına sevinmişti. İsa yutkundu. Yumruklarını sıkıyordu. Çünkü bu adamın kimlere, nasıl ve neden ihanet ettiğini biliyordu. Onun kalbine bir hançer sokmamak için kendini zor tuttu. Mary, sarı saçlarında korkunun kokusuyla arabanın yanında duruyordu. Rahmi arabanın kaputuna oturdu. Ağzında gezindirdiği balgamı yere çaktı. İsa konuşmaya cesaret etti sonunda :

“Neden burda olduğumu biliyorsun.”

"Seni bekliyordum delikanlı. Söylesene, bunca yıl bekledikten sonra, karşıma senin gibi bir denyonun çıkması bana reva mı?”

“ Bak ihtiyar, senin yaptığını hiçbir insanoğlu yapmadı. Neredeyse sana yaklaşan herkese, hepimize ihanet ettin. Yalan söyledin, kandırdın, dolandırdın. Senin hayatlarına uğradığın insanların hepsi tek tek intihar etti ve sen hala burda durmuş beni tartışıyorsun. Kendine baksana biraz. Bizi sen bitirdin! ”

“ Bak çocuk, senin gibi çok çaylağı harcadım ben ellerimde. Şu hayatta dürüst olmaya çalışarak nereye varabilirdim. Bak, şu an yaklaşık altmış beş yaşındayım. Bak! İyi bak gözlerime! Altmış beş yaşında dürüst bir adam olsaydım bu gözlerde ne görürdün biliyor musun? Ben söyleyeyim sana evlat, bıkmışlık… Hayatı boyunca namuslu, ahlaklı, dürüst bir hayat sürmüş insanların gözlerinde ölümü okuyorum. Onlar yaşamıyor evlat. Onlar çoktan ölmüşler. Sen de onların timsali olarak buradasın ve senin gözlerinde de aynısını okuyorum.  Ama benim gözlerime bak. Gözlerimde ölüm görüyor musun ha! Bak bana gözlerini kaçırma!  Benim gözlerimde ölüm yok evlat benim gözlerimde yaşamanın pınarları akıyor hala. Bana ihanetten bahsetme. Bu dünyada pek çok insan kendilerine ihanet etmekle meşgul. Ve ne hikmettir ki sen hala benle uğraşıyorsun. Ben bütün dünyaya ihanet etsem bile kendime asla ihanet etmedim. İstediğimi yaptım ve hayallerimin peşinden koştum.  Dün neysem bugünde oyum. Hadi bana yapmak istediğini söyle. Şu arkada duran sarışın kızla yatmak değil mi istediğin? Ama yapamazsın. Neden peki? Çünkü sen ihanet edemezsin. Birilerine iş esnasında kimseyle yatmayacağına dair söz verdin. Şu anda kendine yalan söylüyorsun evlat. Daha kendi içinde bile tutarlı değilken bana gelmiş ihanetlerimin hesabını soracağını söylüyorsun. Ben bu dünyada bi tek kendime yalan söylemedim. Ve sen bunu hesabını bana soramazsın. Sen ihanetin ne olduğunu bile bilmiyorsun daha orospu çocuğu!!! “
               
                  O anda Cemali’nin yüzünde beliren öfke birkaç galaksiye yetecek kadar çoktu. Cemali tüfeğini kaldırıp İsa’nın başına dayadı. İsa kıpırdayamadı bile. Gözlerinde komşudan erik çalarken yakalanan bir çocuğun utancı vardı. Kendinden utanıyordu. Tiksindiği bu adam kadar olamamıştı. Kendi olamamıştı. Gözlerini kapattı. Cemali onu öldürmenin bile gereksiz olduğunu bildiği halde usulen kafasına dayadığı tüfeğin tetiğine bastı. İsa’nın gri beyin parçacıkları beyaz broadway’e sıçradı.
               
                  İsa’nın kanları Mary’nin ayaklarına kadar sıçradı. İlk işinde böyle bir adama çatması büyük şanssızlıktı. İnsanları vicdanı olabilmek için pek çok insan görmen gerekiyordu ama Mary bunu yapamayacağını ve burda Cemali tarafından öldürüleceğini hissetti. Yine de herşeyi göze alarak ileri doğru yürüdü. Cemali’nin tam karşısında durdu. Cemali onu umursamadan tüfeğini açtı. İçinden boş fişeği çıkarıp yerine kırmızı bir fişek sürdü. Çünkü kadınlar kırmızıyla öldürülmeliydi. Şarapla veya kanla veya aşkla. Ya da kırmızı bir fişekle… Cemali kafasını kaldırıp kızın gözlerine bir antiloba bakan leopar gibi baktı. Kızın gözlerinde korkuyu görüyordu. Kadınların gözlerinde hep korkuyu görmüştü. Sarhoş oldukları anlarda, şehvetten vücutları yanarken ya da ulu bir dağın zirvesine tırmanırken. Her zaman için korkuyordu kadınlar. Dünyanın en boktan şehirlerinin en boktan arka sokaklarındaki orospuların gözlerinde bile korkuyu görmüştü. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan kadınlar bile korkarlardı. Ve bu onları daha güzel yapıyordu. Aklına Rosa geldi. Madrid’de bir manastırın içinde Rosa’yla baş başa kalmışlardı. Simsiyah giyinmişti her zamanki gibi  Cemali. Rosa ise kan kadar kırmızıydı. Manastırın kimsenin bilmediği bir odasında ikisi birbirlerine uzun müddet bakmışlardı. Sadece demir parmaklıklı pencereden giren güneş aydınlatıyordu odayı. Cemali darbukasını eline alıp çalmaya başlamıştı. Ağır ritimler dövüyordu ve Rosa sanki müziğin surete bürünüşü gibi dans ediyordu. Hayatta tek mutlu olduğu anın bu olduğuna inandı Cemali. Sonra, müzik gün batıp oda zifiri karanlığa boğulunca bitmişti. Kalkıp Rosa’nın beline sarılmıştı. Onu öpmeye başlamıştı. Ertesi sabah güneş tekrar odayı aydınlatana kadar öpmüştü Rosa’nın el değmemiş cevherlerini.

Yüz hatlarının keskinliği hala beyninin kıvrımlarında geziniyordu. Mary onun kadınlar konusunda  zayıf olduğunu anladı.

“ Hiç sevmedin değil mi onları? “

“ Sevmedim ama  fazlasıyla seviştim küçük kız. Ve hayatta senin görmediğin kadar çok kadın gördüm.”
                
             Cemali kızın önünde sağa sola doğru volta atmaya başladı. Cebinden çıkardığı kehribar tesbihin sesi duyuldu. Tesbihi büyük ustalıkla sallıyordu.

“ Hepsiyle oynadın. Bu seni rahatsız etmiyor mu hiç? “

“ Beni kadınlardan daha çok rahatsız eden şeyler var.  Mesela kadınları uzaktan seven adamlar.”

“ Hiç değilse senin gibi yavşak değiller!”

“ Asıl yavşak onlar. Bir erkek nasıl olurda bir kadına dokunmadan sevebilir onu? Sence de rahatsız edici değil mi?”

“ Ama biz senin yüzünden çok ağladık. Bize umut verdin.”

“ Siz kadınlar bazen fazla salak oluyorsunuz. Acaba siz Havva’nın kızları değil misiniz? O Adem’i kandıracak kadar zekiydi. Onun güzelliğini taşıyorsunuz ama zekasından eser yok. “

“ Bizi hiç düşünmedin değil mi? “

“ Sizinle sadece bir gece yatan bir adamla ne gibi hayalleriniz vardı acaba? “

“ Sadece mutlu olmak istemiştik…”

“ Bende sizi mutlu ettim. Siz de şerefsiz yaratıklarsınız. Bu kadar güzel suretlerin içinde nasıl bu kadar hayvani ruhlar yatıyor anlamıyorum. İkinci dubleden sonra bacaklarınızın arasındaki dalgalanmaya dayanamadınız. Ve pek çoğunuz benim kollarımda mutluydunuz. Şimdi sen benim karşıma dikilip onların hesabını sormazsın! Hepinizi bana aşıktınız! ”
               
              Başka bir şey söylemeden tüfeğini kaldırıp kızı kafasından vurdu. Kız bir keman taksimi gibi yere serildi. Beyaz yüzü paramparça oldu. Ardından binlerce ağıt yakılabilecek kadar güzeldi Mary. Cemali böylesine bir güzelliği yılların verdiği doymuşlukla hiç düşünmeden vurabilmişti. Sıra Rahmi’ye gelmişti. Rahmi yere tükürdü. Cemali silahını son kez doldurdu. Babasını da öldürebilirse içinde, artık rahatça ölebilecekti. Rahmi’nin karşısında muzaffer bir edayla durdu:

“ Bana babamı savunabileceğin hiçbir şey yok. Ben küçükken gitmeyebilirdi. Beni yalnız bırakmayabilirdi. Ama o beni hiç düşünmedi.  O uğursuz adam yüzünden dünyada şehir şehir dolaşıp durdum. Küf ve ter kokulu ucuz hanlarda yattım. Oysa o beni bırakıp gitmeseydi her şey çok daha güzel olabilirdi. Bana sadece lanetini ve bu tüfeği bıraktı. Şimdi de seni bu tüfekle temizleyeceğim! “
               
              Tüfeği kaldırıp Rahmi’nin kafasına dayadı. Cemali’nin yüzünde çocuksu bir kızgınlık belirmişti ama Rahmi korkmuyordu. Sordu:

“ Bu lanet neden üzerinde sanıyorsun?”

“ Babamın mirası. Bana güzel bir hayat bırakmadı. Bana bu laneti devretti. “

“ Şu hayatta her şeyi görmüş, öğrenmiş olabilirsin. Ama gerçeği bilmiyorsun. Tek gerçeği hem de. Bu halde olmanın nedenini hala anlamadın mı? “
              
                  Rahmi gülümserken Cemali şaşkındı. Bu adamın fazladan bir şey bildiğini biliyordu. Yutkundu, sormaya cesaret edemedi. Kadınların gözlerinde gördüğü korku şimdi onun gözlerine sirayet etmişti.  Rahmi onun korktuğunu anlamıştı. Konuştu:

“ Babanı öldürmemeliydin. “

“ ? ”

“ Babanı öldürdüğün için lanetlendin. Bunu bilmeni isterim.”

“ Ama babamı ben öldürmedim. O gitti. Ben babamı hiç tanıma……”
             
                   Cemali donakalmıştı. Dizlerinin bağı çözüldü. Elleri titredi. Gözleri doldu. Şimdi anlamıştı. Yıllardır neden lanetlendiğini bilmediği için kustuğu kin ve nefretin sebebini öğrenmişti ama artık boştu. İhanet ettiği adamların yanına koştu. Onları öldürdü. Sevdiği kadınların yanına koştu. Ruhu çoktan cennetteydi. Dizlerinin üzerine bir fil gibi çöktü. On dört yaşından beri ilk defa ağlıyordu. O gün ahırda orakla öldürdüğü imam babasıydı. Annesinin namaz kılmayışının bir anlamı vardı. Kendisine dedesinin “piç” demesinin nedenini şimdi anlıyordu. Babasını orakla öldüren bir adamdı o.
              
                  Rahmi gülümseyerek arabaya bindi. Elma ağacından bir elma yere yuvarlandı. Rahmi yere tükürdü ve ardından gaza basıp gitti. Herkes gibi o da vicdanına yenik düşmüştü. İşte yıllar sonra dünyada yaptığı en büyük hatayı vicdanıyla yüzleşmeye cesaret ettiği gecede bulmuştu. Biliyordu, İsa,Mary ve Rahmi gerçekte yoktular. Sokağa hiç çıkmamıştı. Elma ağacının yanına gitmemişti.  Bu gece, altmış beş yaşına bastığı anda kendine ve herkese söylediği yalanlarla yüzleşmişti. Ve bunların hepsi bir bozlak süresince oldu. Hayatında son olarak şu sözleri duydu:

Ah yalan dünyada yalan dünyada
Yalandan yüzüne gelen dünyada

                Ustanın dediği gibi dünya yalanlar üzerine kuruluydu. Annesinin babasından ona kalan tek miras olduğunu söylediği av tüfeğini eline aldı. Namlunun ucunu ağzına soktu. O kadar çirkin görünüyordu ki böyle ölmeyi hak etmediğini düşündü. Ama Cemali en adi şekillerde ölmeliydi. Yaşlı gözler ve ağzında eski bir av tüfeğinin namlusuyla gözlerini son kez kapadı. Köyünü yıllar önce terk ederken babasının sandığı mezara tükürdüğü Fatiha’yı geri alıp, namazı kılınmayan imamın ruhuna bir derviş sükutuyla adadı…



// O sabah  saat 05.13’ü gösterirken, Cemali’nin komşuları bir silah sesiyle uyandı…


                                                                                                       Onur Tuncay