30 Nisan 2013 Salı

Kara Ülkede Beyazlı Hanım



            Kara, soğuk bir gün, kara soğuk ülkede böyle başlar:
       Diğer yeni günler gibi soğuk bir güneşle yükselir. Beyazlar içindeki hanım karanlıklar içinde dilini bilmediği buruşuk bedenlerin olduğu mahzene gelir. Dudakları kırmızı rujla parlaktır. Rujun altında kan kırmızı kırışık etli dudaklar hep beyaz iki dişi gösterecek kadar gülümser. Omuru şemsiye sapı gibi eğrilmiş, siyahlar içindeki cüce hademesini hep rahatsız eder bu gülüş.
          Buruşuk derili ufak bedenleri iri elleriyle evirip çevirir. Bedenlerin kafaları elinde o kadar ufak ki, sabah yemekten hoşlandığı çekirdekli kara ekmeği ikiye böler gibi onları titrek boyunlarından ayırabilir ama çok düşünmez. İki dişli gülüşünü suratına tekrar giyer.   Soğukla, acı alkol kokan yarı karanlık koridorlarda, kulaklara sıcak yağ gibi dolan yumuşak bir müzik yankılanmaktadır.
        Beyazlı Hanım dişsiz hademesine odayı biraz ısıtmasını söyler. Adam uzun çelik kolları yukarı çevirir, aşağılarda bir kazan gürülder. Sıcağın önce sesi mahzene ulaşmıştır. Ufak bedenler mucizevi görünen kıpırtılarla Beyazlı Hanım’ın varlığına cevap verir. Kiminin gözleri açık ve sessiz, kimi ağlıyor. Büyük ellerin dokunuşunu beklerler.
            Beyazlı Hanım gülüşünü yüzünden indirmeden, hademenin hırıltılı nefesi ve koridordan gelen müziğin mırıltısıyla sıradan cam tabutları izlemektedir. Bir diğer buruşuk, yumuşak bedeni ellerinde çevirmek için yavaşça ilerler.
            Kara ülkede sıradan bir hastane.
            Doğum bölümü.
            Beyazlı Hanım gülümser.
            Beyazlı Hanım burada bu gülüşü her gün yeniden kazanır.


Tolga Aydın
Ekim

16 Nisan 2013 Salı

Ah Benim Naif Cehennem'im!


            Her gün yaptığım gibi bugün eve saat 18.43’te gelmedim. Çünkü bugün işten atıldım. Uzun süredir birlikte çalıştığım patronum bugün bana iflas ettiğini söyledi. İçten içe iflas etmesine sevindim. İşsiz kaldığımaysa üzüldüm. Sonra sevindim. Artık sırf bana her ay para verdiği için onun istediği saatlerde uyanıp, onun istediği şekilde giyinmeyecektim. Ve haftanın beş günü, sekiz saat boyunca onun para kazanması için çalışmayacaktım. Artık özgürdüm. Bunları düşünürken tekrar üzülmeye başladım. Tekrar çalışmam gerektiği aklıma geldi. Yeni bir efendi bulup, yeni bir ofiste, yeni bir köle olmam gerekiyordu. Umursamadım çok fazla. Son on yedi yıldır bunu yapıyordum ne de olsa. Bana zor gelmeyecekti. Karımın devlet memuru olduğu aklıma geldi. Hiç değilse kirayı falan ödeyebilirdik. Ben yeni bir efendi buluncaya kadar açta kalmazdık. Zaten bu yeterliydi. Fazla lüks aramıyorduk. Karımla uzun süre önce ilişkimiz kopmuştu. Sanki karı-koca değil üniversiteli iki ev arkadaşıydık. Bu ilişkinin bu hale gelmesinin sebebi ise bendim. Ben karımı sevmiyordum. O da beni sevmeseydi keşke! Beni keşfedilmemiş bir kıtanın endemik baharatları kadar sevmeseydi. Sadece on kişinin konuştuğu yerel bir Afrika dilinin sesli harfleri kadar sevmeseydi. İlk gördüğü yerde “Senden nefret ediyorum!” deseydi. Ama o bunları asla hissetmedi. Beni it gibi senelerce sevdi.

Hani herkes çok severde sevilmezya, ben işte öyle değildim. Hep sevildim ama sevmeyi bir türlü öğrenemedim. Bu yüzden hiç mutlu olamadım. Her gün eve 18.43’te gittiğimde gördüğüm manzara, tiksindiğim halde, sırf bana olan aşkına saygı duyduğum için iyi davranmaya çalıştığım bir kadındı. Bundan nefret ediyordum. Sevmediğim halde seviyormuş gibi davranmaktan tiksiniyordum. O da beni sevmese sanki her şey düzelecekti. Sanki Yunan Tanrıları bizim evde toplanıp futbol tartışacaklardı ve her şey normalmiş gibi gözükecekti. Ama o beni koşulsuz şartsız her gün deli gibi sevdi. Tanrım! Ne büyük bir mutsuzluktu her gece uyumak zorunda kaldığım yatakta cehennemi yaşamak! Bir gece uyurken karımın beni otuz dokuz yerimden bıçaklayıp, sonra da pişirip yemesini istiyordum.  Ama o bana her sabah kahvaltı hazırlamaya devam etti.

İşimi kaybettiğim için mutsuz ve sinirli adımlarla yürüdüm otobüse. İki toplu taşıma aracı kullanarak evimin olduğu semte geldim. Cumartesi olduğu için karımın evde olmasından nefret ettim bir an. Sırf karımla daha az görüşmek için cumartesi çalışmayı seviyordum.  Üç ekmek aldım. Saat sabah on bir sularıydı. Apartmanın kapısına geldim. Hava Londra kadar kapalıydı. Boyası dökük metal apartman kapısı benim içimi karartabilecek kadar siyahtı. Asansörü olmayan yedi katlı bir binada oturuyordum. Her gün 102 basamak merdiven inip çıkıyordum. İnanın ki bunu hiç ama hiç umursamıyordum. Yedi katlı apartmanımızı cehenneme benzetirdim. Hatırlıyorum, çocukken annem anlatmıştı. “Cehennem yedi kattır. Ve yedinci kat en korkuncudur cehennemlerin.” demişti. Bu yüzden lisede futbol takımında yedi numara benimdi. Cehenneme karşı hep bir sempati duymuşumdur. Yıllardır oturduğum apartmanın yedi kat olması da ilginç bir tesadüftü doğrusu. Ve gerçekten yedinci kat en korkuncuydu cehennemlerin. Çünkü ben yedinci katta oturuyordum. Ölmeden önce cehennemi ne kadar görebilir insan bilmiyorum ama ben muazzam bir cehenneme sahiptim. Kendi butik cehennemimde her gün biraz daha ölüyordum.
Bir gergedan kadar bıkkın adımlarla birinci kata çıktım. Bu katta Avusturyalı bir kadınla yıllar önce evlenmiş Sami Bey oturuyordu. Mutlu gibiydiler. Kadın çok az Türkçe biliyordu. Sami Bey yıllar önce Avusturya’da kimya mühendisliği okurken sevmişti bu kadını. Bir keresinde öyle anlatmıştı ordan biliyorum. Şimdi ise bir deterjan dükkanı vardı Sami Bey’in. Dört yıl Avusturya’da kimya mühendisliği okuyup deterjan dükkanı açtığı için sık sık övünürdü. Kadın yarım yamalak Türkçesiyle bizle konuşamadığı için sürekli olarak kitap okurdu. Cehennemin ilk basamağı gerçekten de fena değildi. Normal bir hayat vardı. Tabii kadının Avusturyalı olması pek normal değildi ama yadırgamıyorduk. Yani biz de yadırgamayınca tatlı bir aşk hikayesi birinci basamak için yeterliydi.

İkinci katta genç bir çift oturuyordu. Adam serserinin biriydi. Geceleri kavga ettiklerini duyuyorduk. Yaklaşık beş yaşlarında Koray adında bir çocukları vardı. Kadın sık sık Koray’a da bağırıyordu. O bağırdığında apartman iniliyordu resmen. Kadın inceden kafayı sıyırmaya meyletmişti. Görücü usulü evlendiklerini düşünüyordum onların. Bu yüzden anlaşamıyorlardı. İlk heyecanla bir de çocuk yaptıklarından boşanmayı da göze alamıyorlardı. Kadın okumamıştı. Çalışmıyordu. Sadece haftada iki gün apartmanın merdivenlerini yıkıyordu. Aylık daire başına yirmi lira aidat veriyorduk. Kendilerinin para vermediğini düşünürsek ayda yüz yirmi lira. Kadın için iyi paraydı herhalde. Kendilerine acıdım. Basamaklara döndüm tekrar.
Üçüncü kata çıktım. Üçüncü katta kız öğrenciler kalıyordu. Biri Mersin, biri de Kütahyalıydı. Kütahyalı olan bir kere bizim hanımdan bir şey itemeye gelmişti. Güzel kızdı doğrusu. Çarşamba günleri erken çıkıyorlardı. Bende onların çıkma saatini tutturup onları görmeye çalışıyordum. “Günaydın Rüştü Amca.” diyorlardı  bana. Bana amca diyen bir kadına dahi bakabilecek derece puşt biriydim. Keşke bana “ Günaydın puşt” deselerdi. Daha mutlu olurdum. İkisi de okumaya gelmişlerdi ama geceleri barlara takıldıklarını, onla bunla düşüp kalktıklarını biliyordum. Ailelerinin zar zor gönderdiği paraları içkiye yatırıyorlardı. Sefil bir hayatları ve bitiremeyecekleri bir okulları vardı. Okul sadece bir sansürdü aileleri için. Ama seviyordum onları. Benden daha güzel bir hayata sahip oldukları  için kıskanıyordum da aynı zamanda. Onları gördüğüm anda Gabriel García Márquez’in bir kitabını hatırlıyordum. Benim Hüzünlü Orospularım…

Nedense bizim cehennemin sıralaması biraz karışıktı. Kademeler ritmik bir düzen içerisinde değillerdi. Dördüncü katta erkek öğrenciler oturuyordu. Ev sahibine üç kişi oturduklarını söyleseler de beş kişi kaldıklarına adım gibi amindim. Eğer ev sahibine beş kişi kaldıklarını söyleselerdi ev sahibi kiraya zam yapacaktı. Bunu bildikleri için doğruyu söylemiyorlardı. Kaçak göçek iki kişi daha barınıyordu evde. Paraları yoktu fazla. Berbat bir yaşam stilleri vardı. Az yemek yiyip çok tütün içmeyi tercih ediyorlardı. Okulları bitmeyecekti. Hepsi çalışmak zorunda olduğu için okula fazla uğramıyorlardı. Neden evlerine dönmüyorlardı peki? Bunu ben bilemezdim. Ben sadece duvarların ardını görebiliyordum. İnsanların geçmişlerini değil. Bu yüzden yoluma devam ettim.

Beşinci katta iğrenç bir aile oluşumu vardı. En ilkel toplumlarda olduğu gibi ataerkilliğin dibine vurmuş bir sosyolojik laboratuvar gibiydiler. Otoriter bir baba, hayatı boyunca erkeğinin gölgesinde yaşamış bir anne, serseri bir abi, kaderi annesine benzetilmeye çalışılan bir genç kız. Kemalettin Tuğcu daha dramatiğini yazamazdı. Kız hiçbir yere çıkamıyordu. Alt katta oturan erkek öğrencileri kızın abisi sık sık uyarıyordu. “Kardeşime yamuk yapan olursa çizerim!”. Ulan adamlar üniversite öğrencisi senin kız kardeşine mi bakacaklar sanki. Ama evin babası ne derse o oluyordu. Kadın akşama kadar adama hizmet etmek zorundaydı. Adam itfaiyeden emekliydi. Bütün gün evde oturuyordu. Sadece beş vakit namaza gidip, namazdan sonra da bir çay içimlik süre kahvede otururdu. Evin oğlundaysa her şey vardı. Çoğu geceler babası uyuduktan sonra geliyordu eve. Çünkü içiyordu. İçmekte de haklıydı. Benim babam böyle olsaydı ben meyhane açardım. Karısına, oğluna ve kızına dünyayı zindan ederken beş vakit namaz kılarak cennete gideceğini düşünüyordu. Eğer öyle bir cennet varsa ben almayayım efendim.

Bu kat gerçekten rezildi. İnsanlığın dibe çöktüğünü hissettiriyordu bana altıncı katın ölümsüz sakinleri. Çocuklarının arayıp sormadığı bir nine ve bir dedenin yaşadığı bu kat gerçekten hüzünlü bir akvaryum gibiydi. Baktığımda kendimi görüyordum. Yıllar sonra onlar öldüğünde bu daireye taşınıp onların ruhlarına kitap okumak istiyordum. Aşkın ne olduğunu bilmeden yıllarca yaşamış iki insan, terkedildikten sonra birbirine delice bağlanmışlardı. Oysa karım ve beni terk edebilecek bir çocuğumuz bile yoktu. Çünkü ben kısırdım. Ama altıncı katta yaşının kaç olduğunu hiçbir zaman doğru hatırlayamayan dede, bana bir gün yaşantısını anlatınca fazla yaşlanmadan intihar etmeye karar vermiştim. Çünkü, eğer yaşlı ve yalnızsanız kimse sizin dönüp yüzünüze bakmaz. Benim alt katta oturan bu iki yaşlıya dönüp bakmadığım gibi…

Ve işte annemin dediği gibi ; “Ve yedinci kat en korkuncudur cehennemlerin”. Doğru söylüyordu annem. Bir kez daha hak verdim. Benim evim bu apartmanın en muhteşem ızdırap yeriydi. Karımın yanına gidecektim az sonra. Bana aşkla bakan gözlerine Budist bir rahip kadar donuk bakacaktım. Kendimden utanacaktım yine. Ceketimi alacaktı. “Bir istediğin var mı bey?” diye soracaktı. “Yok.” diyecektim bende ve ardında rutin işkence işlemlerimize başlayacaktık. Sonra işimi kaybettiğimi söyleyecektim. O da benim üzülmemem için teselliler verecekti. Keşke bana işsiz kaldığım için küfretseydi! Ama o bunu yapmayacak beni sevmeye devam edecekti. “Tanrım! Bir gün. Sadece bir gün bu evde mutlu olabilirsem intihar edeceğim ve senin yanına geleceğim. Yemin ediyorum bunu yapacağım.” Her gün kapıdan girerken aynı yemini tekrarlıyordum. Bu sırada gözü merdivenlerin pisliğine takıldı. İki numaradaki kadına okkalı bir küfür savurdum. Şahsi sorunları beni ilgilendirmiyordu. Ayda yirmi lira veriyorsam eğer bu merdivenleri temiz görmek istiyordum. Ama sonra kendi ruhumun pisliği aklıma geldi ve iki numarada  otura kadına ettiğim küfrü geri aldım. Cepleri yıpranmış kumaş pantolonumun cebinden anahtarlarımı çıkardım. Anahtarı çıkartırken yere 25 kuruş düştü. Hemen eğilip aldım. Para önemliydi.

Kapıyı sessizce açtım. Ayakkabılarımı çıkardım. Eğilip aldım ve tam ayakkabılığa koyacakken benim ayakkabılarımın yerinde durmasına rağmen bana ait olmaya bir çift iskarpini gördüm. Şaşırdım. Yıllardır benim ayakkabılarımın yerinde başka ayakkabı görmemiştim. Ayakkabılarımı ayakkabılığın başka bir rafına koydum. Karım yanıma gelmemişti. Herhalde uyuyor dedim içimden. Ceketimi çıkartıp portmantoya astım. Portmantoda gri bir ceket gördüm. Bu da bana ait değildi. Koridoru yürümeye başladım. Oturma odasının kapısı açıktı. İçeriye baktım kimse yoktu. Mutfakta boştu. Bir adım daha atınca bir inilti duydum. Yatak odasından geliyordu. Duvar kağıtlarının eskidiğini fark ettim. Yatak odasına doğru yürüdükçe iniltiler şiddetlendi. Kapının kolunu tuttum. Yattak odasındaki televizyonun açık olacağını düşündüm. Ve kapıyı açtım. Hayatımdaki en önemli kapının nefret ettiğim yatak odamızın kapısı olacağını hiç düşünmemiştim. Cennetin kapısını hep daha farklı hayal etmiştim. Meğerse cennetin kapısı verniği kabarmış ahşap bir kapıymış. Kapıyı açınca bir an sessizlik oldu. Çünkü televizyon açık değildi. Karımı bir adamla yatakta yakalamıştım. Toparlanmaya çalıştılar. Yakışıklı bir adamdı karımın yanındaki adam. Karım dedi ki:

-          Rüştü!
-          Şşş. Rahat olun. Siz işinizi bitirin, ben de bir çay koyayım. Salonda bekliyorum sizi.

Bu cevap karşısında şaşırdılar. Kapıyı kapattım. Mutfağa gidip çaydanlığa su doldurdum. Ocağa çaydanlığı koyup salona geçtim. Gülümsüyordum. Az sonra karım ve sevgilisi salona geldiler. Utançları yüzlerinden okunuyordu. Gülümsememe mani olmaya çalıştım.

-          Oturun. dedim. Oturdular. Karım titriyordu. Adama elimi uzattım ve sordum :
-          Adın ne?
-          Kaan. dedi. Elini uzattı. O anda elimi geri çektim.
-          Elini tıkadın mı? dedim. Hayır anlamında kaşlarını kaldırdı. Git ellerini yıka. Çayı da demle. dedim.

Karım yüzüme bakamıyordu. Az sonra Kaan geldi. Elleri ıslaktı belli ki yıkamıştı. Elimi uzattım. Tokalaştık. Karım konuşamıyordu. Bir sigara çıkarttım. Kaan’a da uzattım. İkimizde sigaraları yaktık. Ben karıma dönüp sordum:

-          Ne kadar zamandır beni aldatıyorsun.
-          Son on altı yıldır.
-          Zaten on yedi yıldır evliyiz.
-          Hatırlamana şaşırdım.
-          Tabi ki hatırlıyorum. Hayatımı kararttığım günü nasıl unutabilirim?
-          Bu kadar mutsuzken neden beni terk etmedin?
-          Senin beni sevdiğini zannettim.
-          Seni sevmek mi? Seni sevmeyi ben evlendiğimiz gün duvağımı açtığında gördüğüm gözler yüzünden bıraktım. Evdeki eşyalara bile daha güzel bakıyordun. Beni aldattığını bilmiyor muyum sanıyorsun? Eğer beni aldatmasaydın sana asla ihanet etmezdim.
-          Keşke beni sevmediğini bana söyleseydin. Bir ayyaşın kayalara çarptığı bir bira şişesi gibi yüzüme söyleseydin.
-          Beni aldatmasaydın sana her şeyi açık açık söylerdim.
-          Eğer yapsaydın bunu ikimizde mutlu olabilirdik.

Başımı öne eğip ağlamaya başladım. Karımın beni aldatmasına değil, yıllarca mutsuz olmamıza ağladım. Onun acı çektiğini bilmiyordum. Onu mutlu zannederken kendi acımı umursamıyordum. Ama şimdi on altı yıllık sevgilisiyle karşılıklı sigara içerken, içine ettiğim üç kişinin hayatı beni boğazlıyordu. Kaan iyi bir adamdı. Kanım kaynamıştı. Ama şu anda ruhumun pisliğini dökmem gerekiyordu. Tekrar konuşmaya başladım:

-          On yedi yıldır seni gördüğüm her günden nefret ettim. Bu evde asla mutlu olmadım. Tüm bunlara ise senin beni sevdiğini düşündüğüm için sabrettim. Kendi hayatını mahvedebilir bir insan. Ama ben… Ama ben üçümüzün hayatını da berbat ettim.

Karım ve Kaan’da ağlamaya başladılar. Devam ettim:

-          Şimdi ne hissettiğimi bilmiyorum. Şu anda çocukluğumun geçtiği köyde olmak isterdim. Arkadaşlarımla derede yüzmek isterdim ama bu boktan durumun ortasındayım. On yedi yılını benim gibi bir puştla aynı evde geçirdin. Ve sen, on yedi yıl boyunca sevdiğin kadın benim gibi bir yavşakla yaşadı. Tüm bunların suçlusu benim. Fakat öyle mutluyum ki şu anda. Karımı yılarca kandırdığımı sandım. Onun aşkına saygı duymadığımı sandım. Aynı yatakta uyuduğu insandan tiksindiğimi sandım. Fakat yıllarca o benden nefret etmiş. Onun nefreti benden de büyük. Bu cehennemin zebanisinin ben olduğumu sanıyordum meğer senmişsin karıcım. Bu beni o kadar çok rahatlatıyor ki anlatamam!

Yerimden kalktım. Sigaram yarılanmıştı. Kravatımda yağ lekesi olduğunu fark ettim. Gülümsüyordum. Rahatlamıştım. Karısı kendisini aldattığı için mutlu olan tek  insan olabilirdim. İnsan özünde ne kadar da şerefsizdi. Kendimizi serbest bıraktığımızda neler de düşünebiliyorduk. O an berbat ettiğim iki hayat umurumda değildi. Sadece ve sadece kendimi düşünüyordum. Karım beni sevmediği için mutluydum. Annemin bir sözünü hatırladım; “ … Unutma ki, cehennem gibi cennette yedi katlıdır.” Doğru söylüyordu annem. Burası benim cennetim olmuştu. Ve mutluluk hissettiğiniz şeyleri söylemekti. Artık yeminimi tutmam gerekiyordu. Balkon kapısına yöneldim. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Yedinci kat uygundu. Hava kapalı, karım mutsuz bense delicesine heyecan doluydum. Kapının eşiğinde durdum. Döndüm ve dedim ki :

-          Seni asla aldatmadım. Ve seni şu anda herkesten çok seviyorum. Çay bana kısmet olmadı. Siz için. Size ömür boyu mutluluklar dilerim. Bana yaptığınız bu yardımdan dolayı da teşekkür ederim. Hoşçakalın.

 Kendimi balkondan aşağı bıraktım. Cennetimden aşağı doğru düşüyordum. Yedi katlı apartmanımı cehennem zannederken cennet olduğunu fark edememiştim. Altıncı kata geldiğimde ihtiyarlar huzur içinde ölmüşlerdi. Beşinci kattaki babayı evin kızı bıçaklamıştı. Dördüncü katta çocuklar bugün güzel bir yemek yemekteydiler. Üçüncü katın hüzünlü orospuları eve aldıkları iki adamla sevişiyorlardı. İkinci katta kadın merdivenleri temizlemiş, intihar mektubunu yazmaya çalışıyordu. Birinci katta Avusturyalı kadın ise memleketinden gelmiş bir kartpostalı, ikinci kattaki kadının çocuğu Koray’a gösteriyordu. Herkes mutlu gibiydi. Hepsi istediği şeyi yapıyordu. Ben de sözümü tutuyordum. Huzur içinde düşüyordum.
            
             Son duyduğum ses ise, karımın “ Seni seviyorum!” diye arkamdan bağırması oldu.

                                     
                                                                                                                Onur Tuncay

11 Nisan 2013 Perşembe

Ahali Kötüleri Perşembe Gömer



            Yaşlı, kötü kalpli Kurt 23 Mart Çarşamba sabahı öldü. Özel bir gün değildi. Ne yaz hasadı kutlanıyordu, ne ülker fırtınasının son günüydü, ne de kutsal bir gün. Yağmur bile yağmadı. Kara Orman’da ulu bir ağacın gölgesine çekildi ve kasları gerilirken ulumadan, sessizce nefesi bedeninden süzüldü. Ertesi gün cenazesini defnetmek için toplanan kısır kalabalığın içinde kırmızı başlıklı kız da vardı.
           Vlad Tepes genzini temizleyip beyaz kefene sarılmış kemikli bedeni defnetmeden önce bir şeyler söylemek istedi: “Ah onurlu ölünün yüce dostu İsa efendimiz, onu Aziz Peter’in kapısına taşırken bütün acılarından azad eyle ve… Ah, üzgünüm uzun zamandır bu tip şeylerle uğraşmadım. En son gittiğim cenaze asırlar önce Edirne’deydi ve ağlamaktan konuşmamı tamamlayamamıştım. Eh, başka konuşmak isteyen var mı?”
        Küçük Kara Balık uzun trençkotunun cebinden çıkardığı sigarayı yakmak dışında bir şey yapmadı. Kulaklarını üzerinden sarı yüzgeçlerini geriden bağlamış ve büyük siyah bir gözlük takmıştı.
            “Kimseyi dinen gücendirmek istemem… Yine de şu yüce babamız İsa saçmalıklarını bitirdiysen zavallı yaratığı gömelim de bitsin. Hava çok soğuk ve yaşayanlar için hala hasta olmama umudu var. Fazlaca kış görmüş, zalim aptalın tekiydi, üzerine biraz toprak örtün ve bir daha çıkmayacağını umalım.”
            Minik esinti kilise faresi kadar yoksul görünen eski mezarlığın mermerleri arasında uğuldadı. Topluluğun içinde gerginliği gösteren o zayıf fısıltı dolandı. Biri en sonunda konuştuğunda herkesin konuşmasını beklediği son kişiydi: “Ben onun Müslümanlığı seçtiğini duymuştum belki yeni inancına uygun bir tören yapmalıyız. Aranızda gerçekten neye inandığını bilen var mı?” Alışılanın aksine giydiği bordo pelerinin başlığını geri attı. Çilleri solmaya başlamış genç, kızıl saçlı bir kızdı. Öyle acı bir güzelliği yoktu ama güzeldi işte. Kurnaz Tilki beyaz uçlu kulaklarını oynatarak ekşi ekşi güldü.
            “Saçmalama kızıl kafa, o pagandı diğer orman ahalisi gibi, hem ne önemi var? Size onunla ilgili bir öykü anlatayım: Yunanistan’ın doğusunda bir ada sahilinde yıkanan güzel sesli Erato’yu şiirler okurken iki gün boyunca izledi. Sonra kızı çenesiyle boğup mideye indirdi. Yemeden önce de neler yaptığını tanrılar bilir. Gömün yaşlı pisliği ve bırakın öteki tarafta tanrısı kimse onu o alsın cehennemine koysun. Ben böyle zamanlarda artık bildiğim duaları da hatırlayamıyorum. Kürküme tutunmuş pireler bile dondu. Burası esiyor.”
           “Bu ne kötü bir uğurlama! Sakın ben öldükten sonra bir Hıristiyan olduğumu unutmayın beni bir Hıristiyan gibi gömün. Tabii kalbimde bir kazıkla gerçekten öldüğümden emin olarak,” dedi Vlad Tepes, uçları kanlı ve kıvrık yaralı parmaklarını efkarla izlerken.
     “Aforoz edilmiş bir Hıristiyan,” diye alay etti, Tinkerbell. İnce kanatları hafifçe süzülürken görünmüyorlardı.
            Kırmızı başlıklı kızın omzuna kondu. Minik parmağıyla kızın ince telli saçlarından bir bukle yaptı. “Onun için iyi şeyler hissetmezsen anlarım hayatım, biri beni bütün olarak yutsaydı bende aynını hissederdim. İstersen bu konuşma işini bitirebiliriz,” dedi.
            Yaşlı Tilki gülümsedi. “Seni bir hamlede yiyip kusabilirim güzel şey ve beraber uyuyacağımız şafağa dek buna devam ederim. Gecenin hepsi bizim olur, okuyacağım türkülerdeki ses ise senin.”
            Tinkerbell kızgın doğasının aksine mutluymuş gibi göründü. “Seni yaşlı şeker kamışı eminim, kötü bir tadın yoktur. Üstüne alınma ama ben hayvanlardan nefret ederim.”
            Yaşlı Tilki kuyruğunu sallamakla yetindi.
       “… Aslında yıllardır kimseyle sevişmedim. Bunun cidden ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz. Yani sevgiyle diyorum, bir ağaç dalına sürtünmek gibi değil, kalbini elinde tutan kişiyle. Şehvet o zaman asla yalnızca çiftleşmek olmaz. Nasıl ifade edebilirim? Birinin sadece ellerini düşünüp mutlu olmayı özledim. En çok sevdiklerimiz için seçme şansımız olmaması ne kaba bir talihsizlik…”
     Kırmızı başlıklı kız konuşmasına devam edemeyen periyi avucunun ayasına oturttu ve nazikçe kanatlarını okşadı.
        Küçük Kara Balık ufak kılıcının kabzasıyla oynarmış gibi yaparken konuştu: “Gerçekten kimsenin kalbini kırmak istemem beni bilirsiniz ancak bir cenazede olduğumuzu hatırlatmak isterim. Yani aşk ve aşk yapmak güzel konular lakin konumuz ölüm ve ölüler olmalı. Bence tabii, kimseyi kırmak istemem ama hepimiz şu an azgın bir perinin gece güncesini dinliyoruz.”
            Vlad derinden bir iç çekti.
       “Ölüm’ün konuşulmaya ihtiyacı olmaz küçük kara kardeşim. O her yerde. O şu an Rize’de bebeklere Dada denilen köyün sağlık ocağında kıyımda. O Paris’te üretilecek parfümler için insan yağı toplayan bir çetenin kabile katliamında, Kırım sahilinde anevrizma geçiren milyarderin yatında, milyonlarca ışık yılı uzakta zamanın bizim için akmadığı bir galakside biricik güneşleri sönen gezegenin ağıtlarını dinliyor. Şu tabutun içindeki mahluk için ölüm yok artık.”
          Bütün ahali bakışlarını en sonunda kırmızı başlıklı kıza çevirdi. Kız küreğe uzanıp biraz toprak aldı.
          “Sen ninemi yedin yaşlı kurt. Sonra onun giysilerine bürünüp beni yemek için bekledin ve ben soyunup senin yanına girdim. Sıcaklığın hoştu, nefesin ıtır ve yaşlı kadın koksa da nazik bir aşıktın…”
            Tilki sessizce hırladı: “Aha kusacağım.”
      “…Yok, yani öyle değil. Onun büyükannemi yediğini bilmiyordum yalnızca büyükannem olmadığını anlamıştım ve ona dokunmak hoştu… Bazen ne düşündüğümü bilmiyorum. Bulimik olmamdan ya da pek düşünmememden kaynaklanabilir. Sonra olanları biliyorsunuz beni yuttu, ormancının gelişi, tüm o liposuction işleri falan filan. Hepimiz sevdiğimiz insanların hayatından o kadar çabuk geçip gidiyoruz ki, her zaman yalnızca acı ve katılaşmış deriler bırakmanın âlemi yok. Bazen kötü bir olayda bile ufak, iyi bir yan görmek istiyorum. En nihayetinde küçük kızları kandıran aptal yaşlı bir kurttun ama seni affediyorum. Seni affetme hakkına sahibim sanırım evet, seni affediyorum.”
            Toprağı çukura boca etti.
            Tinkerbell, Vlad ve Kurnaz Tilki’de ona yardım ettiler. Küçük Kara Balık yalnızca dua okudu.

            Ufak tepecik kısa sürede oluştu.
         “Bu yeterli sanırım, güzel konuşmaydı hanımefendi. Affetmek benim kültürümde önemlidir; iyi bir şeyi kabul etmek daha da önemli tabii,” dedi Küçük Kara Balık.
           Kurnaz tilki heyecanla lafa atladı.
         “Evet önemlidir. Size bununla ilgili bir öykü anlatabilirim: Bir gün o kadar çok çam balı yemiştim ki kalın bağırsağım içeride midemin sonuna yapışmıştı her osurduğumda insanlar bana ‘afiyet olsun’ diyor ve yemeği beğendiğimi göstermek için geğirdiğimde de kokudan bayılıyorlardı…”
        “Bu bir öykü değil yaşlı sefil seni.” Tinkerbell şimdi süzülmek yerine yürüyordu.
      “Yalnızca cenazelerde bir araya gelmemiz ne kötü,” dedi Vlad. “Bence bir piknik tertipleyebiliriz ya da yazın toplanıp Saroz’a denize gidelim, orada bir arkadaşım var. Bir evi var otel parasından yırtabiliriz adı Tukan mıydı? Tolsun? Ah yok, Tomruk, evet ismi buydu…”
         Kırmızı başlıklı kız hepsine gülümsedi. “Cidden bir araya gelmeliyiz ama önce uyumak istiyorum. Dört gecedir kahveme amfetamin atıyorum ve her uyumak istediğimde çıplak bir Hindu prensesini  tulum çalarken görüyorum.”
         Tinkerbell sigarasını yakarken, "biz nasıl bu hale geldik?” dedi.
        Sonra beraber Gölbaşına gidip çekirdekli simitle çay içtiler. Hava ne hissedeceğini bilmeyen yedi yaşında bir kız misali sabah pusluyken öğlen çayında güneş açmıştı.
         Sonra yağmurlu bir perşembe günü olarak son buldu.

Tolga Aydın
Çorlu 2012
Aralık

2 Nisan 2013 Salı

Peyote Yaprağı Çiğneyen Kızılderili


Her şeyden önce huzurlarınızda hepinizden şaşaalı  bir özür dilemek isterim. Bir tiyatro sanatçısının selam verirken takındığı tavırla hem de. Bunun sebebi, hikayede kopukluklar olması. Kafanız karışır demiyorum ama araya anlamsızca, yüzsüzce giren bazı paragraflar sinirlerinizi bozabilir. Maalesef böyle yazmak zorundayım çünkü gerçekte zaman böyledir, atlamalar yapar. Kopuk kopuktur. Sabah kahvaltısı için demlenen çayın sureti bir anda kumsal saçlı bir kadına bırakır yerini... sonra akşam güneşi altında tarladan dönen bir çiftçinin hasır şapkasına... sonra... Toparlayamadım, kusura bakmayın. Boş yere bilimsel doğrulara sırt dayamaya çabalıyorum. Aslında bu kopuklukların zamanla falan bir ilgisi yok. Yalnızca 'peyote'nin etkisi.

'Peyote' den önce ise bahsetmem gereken biri var. Güney Amerika 'nın bağrından kopup gelen bir kızılderili.'Sioux' kabilesinden. Onun gelişini ayak seslerinden değil köpeklerin havlamalarından tanıyorum. Sürüsünü kaybetmiş çoban köpekleri,yüzlerce... Dante'nin cehennem tasvirlerinden fırlamış gibi hepsi. Ateş püsküren gözleri ve geceye savurdukları sinsi kuyruklarıyla... Yanık benizliye itaat ediyorlar. Sabırla, şikayet etmeden. Kızılderilinin boynuna hasırdan bir çanta asılı. İçine kabak büyüklüğünde bir peyote bocalamış. İçine kapanık yeşil kıvrımlarıyla zararsız bir kaktüs sadece. Konuşmayı bilmez, anlamaz, karşılık vermez. Pembe yakalı bir çiçek açar arada, ilham verir. Dediğim gibi, zararsız.

Kurt Vonnegut'un bir eseri geliyor aklıma. Yeşil renkli, bamya büyüklüğündeki uzaylılardan bahseden kitabı. Hangi gezegenden geldiklerini hatırlamıyorum. İnsanlardan bir farkları vardı onların. Zamanı bizim gibi değil, üç boyutlu görüyorlardı. 'Şimdi'nin veya 'Sonra'nın bir önemi yoktu onlar için. Zaman bütündü. Yaşam da öyle. Bir varlık 'Şimdi'de ölüyse, 'Geçmiş'te veya 'Sonra' da yaşıyordu. Yani ölümün korkulacak bir yanı yoktu.

Kafanız karıştı değil mi? Özür dilerim, peyotenin etkisi.

Şimdiki zamana dönüyorum. Gerçeklere. Kızılderili aslında bir gece bekçisi. İki tepenin arasına gömülü, doğayla bütünleşmiş bir sitede gece bekçisi. Site sakinlerini tilkilere, çakallara ve domuzlara karşı korumakla yükümlü. Hırsızlara değil. Gece bekçisinin fiziksel özelliklerinden bahsetmemin hikayeye bir katkısı olduğunu düşünmüyorum. İsminin de öyle. Ama cümlelerinin elbette ki var.

*****  Heh, benim babam geldin mi? Geç otur, çay demledim. Heh, benim babam.

Gece bekçisi Sivaslı. İhtiyarlıktan gün almak üzere. Muhabbeti sever. Arada kulübesine ziyarete giderim. Oturur, çay içeriz. Çay her daim vardır. Bizim gibi adamların hikayelerinde olduğu gibi. Bana site yöneticisi hakkında sitemlerde bulunur, dinlerim. Her gelişimde aynı proses. Sadece farklı kelimelerle. Gece bir sularında uyuyakalır. Mesleğinin gerektirmediği bir şekilde. Kuş uçmaz, kervan geçmez topraklara ölüm sessizliği çöker. Fonda baykuş baklamaları... Allah'ın unuttuğu bir yerde(bunu daha sert dile getirebilirdim,yapmıycam), bir sitede, bekçi kulübesinde... Fonda baykuş baklamaları... Yazı yazarım, çay içerim. Arada bir çayı doldurmak için yerimden kalktığımda uykusu bölünür ihtiyarın.

***** Heh, benim babam. Çay çok daha, doldur doldur. Gözlerimi dinlendiriyordum ben de.

Bir İngiliz filmi geliyor aklıma. Suç filmi. London Boulevard. 2010  yapımı. Başrol, Colin Farrell. Ray Winston'da var filmde. Çete liderini canlandırıyor. Sahne, infaz sahnesi. Colin, Ray babaya namluyu doğrultur ve tetiği çekmeden önce aralarında şu diyaloglar geçer:

RAY- Seninle iyi bir ikili olabilirdik, iyi işler yapabilirdik.
COLİN- Lisede bir kıza şiir yazmıştım. Götürüp sevgilisine vermişti.
RAY- Ne alaka ?
COLİN- Şşşt...

Tetiği çeker... Neden anlattım bilmiyorum. Özür dilerim, peyotenin etkisi.

O gece - herhangi bir gece- ihtiyarı ziyarete gidiyorum yine. İhtiyar gece bekçisini. Çay içip yazı yazmak için. İçeride ışık yanıyor ama ihtiyar yerinde yok. Kulübeye giriyorum. Çay kaynıyor. Açık bir bardak doldurup masaya oturuyorum. Beyaz kağıtlar önümde... Sebepsiz bir tedirginlik var içimde. Yerimden kalkıyorum. Dışarı çıkıyorum. Sitenin demir parmaklıklı kapısının dışından, kapıya paralel birkaç tane sokak köpeği geçiyor. Arka taraftaki çöp konteynerına doğru. İçlerinden birini tanıyorum, bir bacağı diğerlerine göre kısa olanı... topal olanı. İhtiyarın peşine takılan köpekler...  Demir parmaklıklı kapıyı aralayıp sitenin dışına çıkıyorum. Konteynera doğru bir adım atıyorum ve duruyorum. Diğer adımım havada kalıyor. İleride, çöpün başında bir silüet var. Bizim gece bekçisi. Beni görmüyor. Bir eli çöpün içinde, diğeriyle çöpten çıkardığı bir şeyi ağzına götürüyor, kemiriyor. Köpekler başında çömelmiş, dilleri dışarıda, ihtiyarın ağzına bakıyorlar. Bütün bunlar, gerçek zamanlı olarak iki-üç saniyede gerçekleşiyor. Ama ben ''o an'ı'' donuk bir fotoğraf karesine bakar gibi saatlerce seyrediyorum.

Bunun nasıl bir his olduğunu yazarak anlatmam imkansız. 'Utanç' kelimesi bu hikayenin içinde o kadar manasız ve kayıp durur ki... Yağmur bulutlarının arasından, kızıl yeleli bir ejderha süzülerek toprağa pençelerini kenetliyor. Omuzlarında kar yığınları var. Kaz Dağlarının zirvelerinden bir hikaye getirdiğini söylüyor, çatallı diliyle. Hikaye, beklemek özlemek ve ölüm üzerine. Kaz Dağlarında, yalnızlığın ortasında, azizlikle yaşama ve umuda tutunan bir adamın aslında sadece ölümü beklediğini anlatan bir hikaye... Bu her şeyi özetliyor. Beklersin, özlersin... ölürsün. İşte size bu hissi ancak böyle açıklayabilirim. Kafanız karıştı değil mi? Özür dilerim, peyotenin etkisi.

İhtiyarı farketmemiş gibi yapıp arkamı dönüyorum. Ne yapacağımı bilemeyip bir sigara çıkarıyorum ve yakıyorum. Huzursuz bir sessizlik çöküyor geceye. Şimdi baykuşlar da sessiz. İhtiyar beni farkediyor. Daha fazla farkedip, 'rahatsızlık' hissiyatını içine kokain gibi çekmesine izin vermiyorum. Siteden içeri giriyorum. Sonra kulübeye. Çayım soğumuş, yeniliyorum. Bir bardak da ihtiyar için. Yerime oturuyorum. Biraz sonra o da geliyor.

***** Heh, benim babam. Çay güzel mi?

Karşılıklı oturuyoruz... susuyoruz.  Tedirginlik gözkapaklarından ellerine kadar bir titreme halinde iniyor ihtiyarın. Onu görmediğimi anlatan cümleler kurmalıyım. 'Her şeyin yolunda olduğuyla ilgili.'... Yapamıyorum. Keşke hayatta böyle anlarda kalem kullanabilmek bir çare olsa ama hiçbir işlevi yok. Cümle kurmalısın, konuşmalısın... Susuyorum... susuyoruz. İhtiyar hasır çantasını açıyor. Peyotenin kurutulmuş yapraklarından ustaca birer şerit kesiyor. Birini bana uzatıyor, karşılıklı çiğniyoruz. Konuşmak yok... sadece çiğniyoruz... susuyoruz. Bu anı en iyi bu kurtarabilirdi. Yerimden ilahi bir gücün yardımıyla ayaklanıyorum.

******  Dayı, ben biraz hava alıcam. Sonra eve geçerim.

****** Heh, benim babam. Tamam.

Sitenin etrafında bir tur atıyorum. Sadece kendimle birlikteyim, gölgem bile yanımda değil. Aklımda koca cihanın topraklarını örtecek kadar uzun hikayeler var ama bu gece hiçbirini yazmayacağım. Kağıtlar da kalem de kulübede kaldı. Belki ihtiyar yazar. Eğer Kurt Vonnegut'un uzaylıları haklıysa, ihtiyar 'Şimdi' değilse de 'Geçmiş' veya 'Sonra' da umutlu da olur belki. Şimdi ise kulübesinde... ufacık... uysal... Dilimle değil de aklımla bir türkü mırıldanıyorum, eve girerken:

'' Cemi kuşlar dile gelir, yazım der.
  Gövel turnam Şam'dan gelir, güzüm der.
  Benim yarelerim, tuzum tuzum der.
  Amman amman amman...''

Yatağımdayım, uyumak üzere. Uyumak en iyi ilaçtır, düşünmeye karşı. 'Burukluk' üzerine çekilmiş tüm o İngiliz suç filmleri şimdi öylesine zayıf ve eksik geliyor ki... Son olarak uykuya teslim olmadan, babamın seneler önce yüzüme tokat gibi attığı bir tirad sahneleniyor aklımda:

''Bunun üzerine saatlerce konuşabilirim ama yapmayacağım. Bunun hayatın kendisiyle bir alakası yok. Hayat daha zor, sen daha görmedin. Yeni doğan bebeğini hemen ertesi günü kaybeden bir ailenin acısını bilemezsin mesela. İstediğin kadar üzül, onları anlayamazsın. Ameliyata almıştık adamın birini, trafik kazası... İnsanı andıran bir şey kalmamıştı ortada. Tam hatırlamıyorum, seneler önceydi. Öldü. Daha hastaneye gelmeden ölmüş zaten. Karısına ''eşinizi kaybettik'' dediğim günü hatırlıyorum. Neyse şu havaya girmeyelim şimdi. Sadece kadına baktığımda hislerini anladığımı sanmıştım o gün. Ama... hayır bi bok bildiğimiz yok, biz öyle bi acı yaşamadık. Sen de yaşamadın. O yüzden böbürlenmeye  hakkın yok. Şu anda üzülmüyorsun sen. Omuzlarına derbeder bir acı yüklendiğini zannedip efeleniyosun, başka bir şey değil. Seni kimsenin anlamadığından şikayet ediyorsun ve içten içe acılarınla savaşmak zorunda kaldığın için kendini yaralı bir kahraman zannediyorsun. Ama yalnızca bir ergenin yüzündeki sivilce kadar önemli senin acıların. Hayat daha acı. Senin acılarının bu hayatta bir orospu kadar değeri var. Bir doktorun acısı kadar değeri var. Bir reklamcınınki kadar değeri var. Doktorluğun da reklamcılığın da orospuluktan bir farkı yok. Senin acılarının da öyle.''

Kalemine saygı duyduğum bir yazarın dediği gibi, ''umarım ne anlatmak istediğimi iyi anlatmışımdır''. Eğer beceremediysem, özür dilerim. Peyotenin etkisi.


                                                                                                         Ekin GÖKGÖZ

BİR TAVŞAN, İKİ SANDALYE VE CEBRAİL’İN MABEDİ: BEKLEMEK,ÖZLEMEK VE ÖLÜM ÜZERİNE



Kulübemde sobayı yakmıştım. Tek gözlük ahşap evim iyice ısınmıştı. Kitap okuyordum. Kulağımda frekansı zaman zaman kesilen radyomun cızırtısı vardı. Leonard Cohen - A Thousand Kisses Deep çalıyordu. Aynı zamanda sobada yanan odunların ve sobanın üstünde kaynayan yahninin sesini duyuyordum. Bir gün önce bir dağ tavşanı vurmuştum. Kırçıllı, siyah - beyaz tüyleri vardı. Vurduğum tavşanı yahni yapmak için tencereye koymuş, derisini de kuruması için sobanın üzerine asmıştım. Kuruduktan sonra diğerlerine yaptığım gibi kulübemin herhangi bir duvarına asmayı düşünüyordum. Zaman zaman tavşanın derisinden süzülen hayvani yağ sobanın üzerine damlıyor ve bu kötü bir koku oluşturuyordu. Umursamadım. Soba kapıdan girince sağda kalıyordu. Zaten kulübem on bir metrekare olduğu için evimin sağ tarafında sobadan başka bir şey yoktu. Sadece küçük bir pencere vardı sobanın arkasında. Zaten soba borusu bu pencereden dışarı çıkıyordu. Dörde bölünmüş pencerenin sol üt köşesindeki camı söküp, yerine ortası delik bir teneke takmış, boruyu da bu delikten çıkarmıştım. Eğer soba borusu tahtaya değerse kulübem ateş alırdı, ben de Kaz Dağları için sadece bir gecelik küçük bir ışık kaynağı olurdum. Dağlarda yaşamak pratiklik istiyordu. Çünkü en yakın yerleşim yeri dokuz kilometre uzaktaydı. Bu yüzden her şeyi tek başıma yapmam gerekiyordu. Dış dünyayı umursamıyordum. Onlarda beni umursamıyordu ve onlara olabildiğince az ihtiyaç duymak istiyordum. Az şeye ihtiyaç duymak için, az şeye sahip olmam gerektiğini bu kulübede öğrendim. Evimdeki gereksiz bütün eşyaları zaman içinde attım. Kapıdan girdiğimde sağda sobam ve mütemadiyen üzerinde bir çaydanlık vardı. Sol tarafta ise yatağım. Yatağımın üzerinde duvara çivilenmiş iki raf. Birinde kıyafetlerimi, birinde de mutfak eşyalarımı koyuyordum. Erzak koymak için yaptığım tahta dolapta hemen solda yatağımın ayakucunda duruyordu. Kapıdan girdiğimde tam karşımda küçük ve yine dört bölmeli bir pencere görüyordum. Önünde küçük sayılabilecek bir çekmeceli masa ve iki sandalyem vardı. Geceleri o pencereden Kaz Dağları’nın sessizliğin izlemekten müthiş bir zevk alıyordum. Fakat neden hala iki sandalye vardı? Sekiz yıldır tek başına yaşayan bir müptezel olamama rağmen? Çünkü ahşap iki sandalye çok şey ifade eder. Eğer tek başınıza yaşıyorsanız ve ikinci sandalyeniz varsa, halen bir umudun var olduğunu gösterir içinizde. İkinci sandalyeniz varsa eğer, birini bekliyorsunuz demektir. Ben uzun zaman önce bıraktım beklemeyi. Ama ya gelirse?
 Sekiz yıldır tek başıma yaşıyordum ve gördüğüm tek insan Cebrail idi. Haftada bir yanıma gelip, kasabadan istediğim şeyleri getiriyordu.  Gaz yağı, sabun, kumaş, pil gibi, benim üretemeyeceğim şeyleri bana o tedarik ediyordu. Cebrail her Cuma saat 10 sularında mutlaka gelirdi benim tahta kulübeme. New Holland marka 54 C traktörünün sesini tanırdım. Saat sabah dokuz buçuktu. Ocak ayının yirmi biriydi ve her yer bembeyazdı. Kitabı yatağın üzerine bırakıp kalktım. Üç adım sonra sobanın yanındaydım. Çünkü evimin toplam boyutu on bir metrekareydi. Eğilip sobanın içine baktım. İçinde hala odun vardı. Islak olduğu için kolay yanmıyordu ama evi ısıtıyordu. Bunu seviyordum doğrusu. Odun kesme derdinden kurtarıyordu beni. Soluma dönüp masaya ellerimi koydum. Pencereden dışarıyı kontrol ettim. Cebrail hala görünürde yoktu. Belki de hiç gelemeyecekti kar yüzünden. Ama Cebrail sadıktı. Sekiz senedir bir kere aksatmamıştı Cuma randevumuzu. Uzun uzun pencereden dışarı baktım, kendi kendime “Cebrail gelir” dedim. Masanın üstündeki gaz lambasının yanında duran tabakamı aldım. Bir sigara sardım kendime. Bir de Cebrail için sardım sonra. Cebrail her gelişinde bir sigara isterdi benden. Hazır ettim sigarasını. Dışarıda yaklaşık altmış santim kar vardı. Su almak için dereye inemeyecektim. O yüzden bakır kovayı karla doldurup sobanın üstüne koydum. Cebrail bu soğukta yolda baya üşüyecekti. Bir çay yapmak lazımdı. Sigaram bitene kadar epey su elde ettim. Yahniden bir kaşık aldım. Muhteşemdi. Tavşanın tadına bayıldım. Kapının arkasında asılı duran tüfeğime ilişti gözüm. Tüfeğime beni doyurduğu için teşekkür ettim. Çayın altı kaynadı demledim. Tam çaydanlığı sobanın üstüne koymuştum ki kapıda Cebrail belirdi. Kar bütün sesleri yutar bunu bilmelisiniz. Çığlıklarınızı sadece kar saklayabilir bunu zamanla öğrenirsiniz. Traktörün sesini duyamamıştım. Cebrail kapıda dikiliyordu. Bıyıklarında ve kaşlarında kar taneleri vardı. Başını atkıyla sarmalamış, üzerinde bir pantolon ve kalın bir mont vardı. Pantolonunun paçalarını çizmelerinin içine sokmuştu. Eldivenli ellerinde benim istediğim siparişler vardı. İşte yine her şeye rağmen gelmişti. Heybetli olduğundan kapıyı dolduruyordu Cebrail. Azrail gibi kapıda durdu bir an, sonra gülümsedi:

      
          - Selamünaleyküm.       
          - Aleykümselam Cebrail hoş geldin.
          - Hoş bulduk Aziz.
         - Üşüdün mü?
          - Üşümez miyim. İt Durmaz Tepesi adamın kafasını koparacak valla. Jilet gibi kesiyor tipi.
         - Sigaran masanın üstünde. Çay da hazır olur şimdi.

Cevap vermedi. Haftalık rutinimize başladık. Ben torbaları alıp dolaba yerleştirmeye başladım. O üzerindeki karları kapının eşiğine silkti. Yün çoraplar giymişti. Ama çizmesinin içine kar dolduğundan sağ ayağı biraz ıslaktı. Çorabını çıkardı. Yanında yedek çorap getirmişti. Tedarikli gelirdi Cebrail. Her zaman tedarikliydi. Her şeye karşı. Sobanın başına geçti. Bacaklarını kollarını ısıttı. Konuşmuyordu. Çok konuşmazdık Cebrail’le. Her zaman ilk geldiğinde saçma bir muhabbet yapardık. Sonra biraz sessizlik olurdu. Arkasından çay eşliğinde asıl sorulara geçerdi Cebrail. Bugün daha neşeliydi. Dayanamadım sordum :

     -    Hayırdır? Keyfin yerinde gibi.
     -    Yerinde be Aziz. Kayınpeder vefat etti benim. Daha iki gün önce onu gömdük. Benim hanıma yüz dönüm tarla kaldı. Ona seviniyorum.

Artık alışmıştım Cebrail’in bu hallerine. Ölen insanlara sevinirdi. Yeni doğan çocuklardan bahsederken yüzü ekşirdi. Ona göre bu dünyaya gelmek insanın merakından kaynaklıydı. İnsan acı çekmeyi inanılmaz bir biçimde seviyordu. Allah Adem ve Havva’yı cennetten kovarken orda olduğunu söylerdi bana. Havva çok meraklıydı derdi. Sanki Adem kendisiymiş gibi bahsederdi.  Sodom ve Gomore yanarken de ordaymış. Nuh Peygambere gemi yapmayı o öğretmiş. Yunus Peygamberi yutarken balık, o görmüş. İstanbul’un fethinde bayrak taşımış. Ve şimdi de benim için burdaymış. Sekiz yıldır bana anlatmadığı hikaye kalmamıştı Cebrail’in. Çok şey biliyordu. Bana nasıl hayatta kalmam gerektiğini de o öğretti. Çok şey biliyordu ama acımasızdı. Sertti. Sanki Azrail’le çok yakın arkadaşmış gibiydi. Bana o kadar güzel anlatıyordu ki ölümü, bir insan ancak bu kadar ölebilirdi. Bir insanın ölümü bu kadar güzel anlatması için ancak Azrail’in ağzından dinlemesi gerekirdi. Dağlarda tek başına yaşayan bir adam ölümü defalarca kez düşünebilir ve bunu uygulamak için yeterli zamana sahiptir. Fakat bana Cebrail ölümü beklemeyi öğretti. İntiharı neden Allah’ın günah saydığını anlattı. Eğer Cebrail olmasaydı çoktan intihar ederdim. Ama onun sayesinde şu kulübe de her gün bekliyorum ölmeyi. Beni o kadar çok öldürdüler ki, ölemez duruma geldim. Yazları çınar ağaçlarının gölgesine yatıp günlerce Azrail’in gelmesini bekledim. Ama o beni aklına bile getirmedi. Ben de bu yüzden artık yaşamaya çalışıyorum. Bir insan diğerinden intikam almak için onu sağ bırakır. Çünkü eğer öldürürseniz vicdanınız sızlar. Ama yaşarsa eğer, kendi pisliğinde çürüyecek, etlerine yavrulayan kurtçukları belgesel gibi izleyecektir. Eğer nefret ediyorsanız öldürmeyin sevdiğinizi. Beni öldürmeyip yaşattıkları gibi…
                Cebrail yeterince ısındı. Masanın yanına geldi. Sandalyeyi çekip oturdu. Bende iki çay doldurdum. İkimizde şeker kullanmıyorduk. Cebrail ne zaman kulübeme gelse çay doldururdum. Çünkü yazar diyordu ki; “Önemli konular, çay içerken konuşulur.” Cebrail her zaman önemli konuşurdu. Bu yüzden o geldiğinde mutlaka çay demlerdim. Kül tablasını yatağımın yanından alıp masaya koydum. O sigarasını yaktı. Ben de yeni bir tane doladım. Karşılıklı derin birer nefes çektik. Kel kafasını okşadı önce, sonra sakallarını kaşıdı, ardından kafasını pencereye çevirip karlı Kaz dağları’nı izledi. Sonra bana döndü. Yine her zamanki gibi ilk konuşan o oldu.
        
           -Neyi bekliyorsun bunca yıldır? Kimi?
         - Arkadaşlarımı.
          -Sana çok söyledim. Onlar asla buraya gelmeyecek.

Çayımdan bi yudum çektim. Kaçak çayın tadını ciğerimde hissettim. Aklımda canlandı “Sırat” yokuşunun harbi sakinleri. O ölümüne fukaraları hatırladım. Tavşanın derisinden süzülen et yağı sobaya damladı. Çaydanlığın tiz sesini duyuyordum.

    -     Ben beklemekten şikayetçi değilim.
    -     Onların şu an nerelerde olduklarını sana defalarca kere anlattım.

Radyomun gidip gelen frekansında Neşet Ertaş – Ah Yalan Dünya çalıyordu. Ben Kabilin lokantasını hatırladım. Pis Kabil, fakir Kabil, aciz Kabil, kardeşini kafasını taşa vura vura öldüren Kabil… Orda, Kabil’in yerinde leş gibi tarhana çorbası içerdik hep birlikte.  Kabil hep anlatırdı. Az ilerde berber Ekrem vardı. Traşımız sinek kaydı olurdu her zaman Ekrem’in sayesinde. Pos bıyıklı martin az mı kesti yanaklarımızı. Feryat vardı, Sadakat vardı, Baykal, Mustafa… Hepsinin yüzleri geldi aklıma, tavşanın derisinden et yağı sobaya damladı. Sabada odunlar yanıyordu.
      
          - Tekrar ve son kez anlatır mısın ?
          -  Kimden başlayayım?
          - Kafana göre başla.
          -Peki. Ekrem sevdiği kızın peşinden Yeni Zelanda’ya gitti demiştim. Gezmedikleri yer kalmamış. İngiltere mi istersin, Hindistan mı, Küba mı. En son Kabil’in lokantasında görmüştüm onu. Daha sonra da gören olmamış. Ama duyduğuma göre ölmüş Ekrem. Yeni Zelanda’ya Gloin’in oğlu Gimli’nin yanına gömmüşler onu.

Bir sigara daha sardım Ekrem için. Yaman adamdın. Bir kadın için değer miydi bunlara?  Sırat yokuşunda ölmeye yemin etmemiş miydik? Yanlış yerde öldün. Bunu affetmem Ekrem. Ama bu nefesi senin için çekerken, et yağı süzüldü tavşan derisinden sobaya damladı. Devam etti Cebrail:
   
      -Martin yazmak için gitmiş. On dört sayfa yazmış. Ağır ağır, ince ince anlatmış. Aşkı öyle bir anlatmış ki, son gördüğümde Allah, aşkın tanımını Martin’in yazdıklarına göre tekrar yapıyordu.  Ama sevdiği kız yüz vermemiş tabi. Bilirsin, sen  ona yazarsın sayfalarca, o koskoca bir aşkı devirir.

O kadın için on dört sayfa kutsal kitap indirdin, ama üzülme Martin! Sende her peygamber gibi ilk defasında reddedildin!
        
      -Feryat Kuşadası’nda. Teknede yaşıyor adam. Almış ince direkli bir yelkenli. Yakında dünya turuna çıkacakmış. Sadakat’i sorarsan o da Bodrum’a bar açmış bir tane. Tövbe etmiş. Artık kapatmış eski defterleri.  Baykal Antalya da otel sahibi olmuş. Rapunzel’le evlenmişler. Ekrem’in dükkanın önündeki çiçeği de o almış. Yoksa sana getirecektim. Mustafa’nın hali hepsinden harap. Son sözünü söylerken ben ordaydım. Hep gömülmek istediği yeri bilirsin hani?
         - Bilmez miyim.
          -He işte son sözü yine oraya gömün beni oldu. Biz de yerine getirdik vasiyeti. Ellerimle gömdüm onun kalbine.

Hepsi için birer sigara yaktım. Pencereden dışarıyı izliyordum. 
-          
      -Bırak artık şu inadı. Kes umudunu Aziz. Kimileri öldü. Kimileri ölmüşten beter oldu kimileri de mutlu. Kimin aklına gelir dağın tepesinde senin gibi bir yabani. Artık  herkesi unut. Şu dağ başında bir sen, bir ben, bir de Allah var. Emin ol onlar mutlu ve onların acısını çeken sadece sensin. Bırak başkalarının kaderini yaşamayı. Şu kulübende huzur içinde ölmek varken Paris’te bir kadın senin için neden...

Cebrail anlattı, ben sigara içtim. İlk defa ölebileceğimi söylemişti Cebrail. Artık demek ki ölmek vakti gelmişti. Tavşanın derisinden et yağı damladı sobaya. Cebrail sordu:
        
      -Yahni yiyelim mi?
Kalktım bir tabağa koydum tavşan yahnisini. Soğanın tadı her şeyden daha çoktu. Cebrail kaşıkladıkça kaşıkladı. Tavşana hiç acımadı. Kapının arkasındaki av tüfeğime baktım, beni doyurduğu için teşekkür ettim. Et kokusu ciğerime doluyordu ve kulübemin dışında kar vardı. Karlar ötesinde şehirler duruyordu sıra sıra. Ama en çok korktuğum yerden kilometrelerce uzaktaydım. Sırat yokuşunu o kadar özlüyordum ki gidemiyordum. İnsan bazen çok özlediği yerlerin özlemini sever. Ben Sırat’ın insanlarını seviyordum. İnsanlar dağıldılar. Biz dağıldık. Kaz Dağları’nın zirvesinde 8 yıldır tek başıma yaşıyordum. Kimsenin geçmediği bir dağın zirvesinde ölü insanlardan kurulu bir orkestra dinliyorum her gece gaz lambasının ışığında. Cebrail yemeğini yedi. Bir sigara daha sardı benden. Yeni listeyi aldı. Montunu, şapkası eldivenlerini giydi. Son kez bana baktı tam arkasını dönmüştü ki seslenip onu durdurdum:
        
        - Cebrail!
      -  Efendim Aziz.
       - Şu sandalyenin birini götür artık ihtiyacım kalmadı.

Cebrail hiç bir şey demedi. Sandalyeyi aldı ve traktörüne doğru yürümeye başladı. Artık diğer sandalyeyi göndermiş, umutlarımı bitirmiştim. Oturdum tek sandalyeme. Camdan Cebrail’in gidişini izledim. Sonra saatlerce ağladım. Artık ölme zamanım gelmişti. Gaz yağını yere döküp, kibriti üzerine attım…

Ben, o gece Kaz Dağları için sadece küçük bir ışık kaynağıydım.

Tavşanın derisinden süzülen et yağı sobanın üstüne damladı.



                                                                                               Onur TUNCAY