….
Güldü mü o, görünce
eserini?
Kuzu’yu yaratan mı
yarattı seni?
Kaplan! Kaplan! - William Blake
Gece yarısı, cevizin altında
buluşuyoruz. Üzeyir, ağacın kalın gövdesinin ardından beliriyor karşımda. Yüzüme
sabitlediği pervasız bakışlarında bir an için hazin bir parıltı yakalıyorum.
Her ne kadar bana belli etmemeye çalışsa da tedirgin olduğunu anlıyorum. Kavruk
bedeni belli belirsiz titriyor, gözkapakları seğiriyor. Sigarasının izmaritini
topuklarında söndürüp soruyor:
‘’Gidiyor muyuz?’’
‘’Gidiyoruz.’’
Üzeyir’in baba yadigarı, 87 model
Renault’suna atlıyoruz ve yola koyuluyoruz. Arabanın farları, gecenin
karanlığını yararak bize rehberlik ediyor. Çolak Asım’ın evine gidiyoruz. Asım,
tıknaz, kırçıl saçları, kösele gibi suratında pancar rengi burnuyla, aksi
ihtiyarın teki. Sol kolu diğerinin
yarısı kadar uzunlukta. Üzeyir’in İrlanda seterinin tavuklarını yediğinden
yakınır sürekli. Birkaç kez kapısına gelip köpeğini başıboş bırakmaması için
onu uyarmıştı. Üzeyir umursamadı. İki gece önce de köpek yine Asım’ın bahçesine
dalmış tavuk kümeslerini tavaf ederken Kırıkkale modeli silahını çekip vurmuştu
onu. Boz renkli, hareketli bir köpekti. ‘’
Ne yapsaydım adaş? Av köpeği bu, kanında var hayvanın avlanmak.’’ diye
sitem etmişti Üzeyir. Planı şuydu: Geçen
gün, bostandan karpuz toplarken beyaz bir gelincik yakalamış, çuvala atmıştı.
Şimdi onu, ihtiyarın tavuk kümesine salacaktı. Ben gözcülük yapacaktım.
Gelincik dişlerini, tavukların aciz bedenlerine geçirip kanlarını emecek,
Üzeyir de öcünü almış olacaktı. Kısasa kısas.
Mehtaplı gecede bir yılan gibi
süzülüyoruz köyün içinden. Sokaklara mutlak bir sessizlik hakim. Meydanda
gezinen bir-iki sokak köpeği dışında kimseler yok. Kerpiç evlerin camlarından
cılız ışıklar kaldırıma vuruyor. Kahvenin önü süpürülmüş, iskemleler içeri
alınmış. Kahveci Cafer, bilmem kaçıncı uykusunda. Her şey olağan.
Asım’ın evi, köyün biraz dışında,
caminin arka tarafında kalıyor. Camiyi geçip engebeli, toprak yola saptığımızda
arabanın bagajından gelen tiz bir çığlık duyuyorum. Aklıma gelincik geliyor.
‘’ Nasıl yakaladın sen bu
hayvanı?’’
Üzeyir, elleri direksiyonda,
gözlerinde kurnaz bir ifadeyle kıkırdıyor; ama cevap vermiyor. Daha sonra,
yalnızca kendi bildiği bir sırrı açıklar gibi fısıltıyla konuşmaya başlıyor:
‘’ Bu gelincikler çok kindar
hayvanlar adaş. Diyelim ki, sen bunun yavrusunu öldürdün. Ne yapar eder, kokunu
alır, izini sürer, bulur seni. Yatağın altında ya da dolabın içinde pusuya
yatar. Sen gece uykuya daldığında da fırlar yerinden, daha ne olduğunu
anlamadan parçalar boğazını.’’
Alaycı bir sırıtışla karşılık
veriyorum.
‘’ Yeminle bak!’’ diye ısrar
ediyor, heyecanla.
İhtiyarın evine yaklaşırken
Üzeyir arabanın farlarını söndürüyor, hızını düşürüyor. Karanlığın içinde,
tümseklerden geçerken araba sarsılıyor.
‘’Ölmesin bu hayvan bagajda?’’
Tırnaklarını kemiriyor. Artık
iyiden iyiye tedirgin. ‘’Yok be, bir şey
olmaz.’’ diye geçiştiriyor.
Evi paralel geçip bir müddet
yokuş aşağı uzaklaştıktan sonra ayçiçek tarlasının karşısında, yıkık dökük bir
duvarın dibine park ediyoruz. Bir süre sessizliği dinliyoruz. ‘’ Hadi inelim.’’ diyor. Kapıları usulca
açıp dışarı çıkıyoruz. Arabanın arkasına ilerleyip bagajı açıyor. İçinden ağzı
düğümlenmiş hasır bir çuval çıkarıyor. Hayvan, çuvalın içinde tiz çığlıklar
atarak debeleniyor. Üzeyir, gelinciği zapt etmeye çalışırken bir yandan, ‘’ Dur be amsalak, sakin ol! ‘’ diye
söyleniyor. Parmaklarımızın uçlarında bahçe duvarına doğru ilerliyoruz. Duvarın
ardındaki kiremit çatılı evin metruk
bir havası var. Elma ve erik ağaçlarının arasında sessizlik içinde duruyor.
Evde tek ışık yanmıyor. İhtiyar uyuyor olmalı. Ağaç yaprakları ılık bir
meltemle hışırdıyor. Ilık meltem, bahçenin içinde bir yerlerden, tavuk
gıdaklamalarını kulaklarıma getiriyor. Üzeyir, duvarın üstünden, bahçeyi şöyle
bir dikizledikten sonra bana dönüyor ve başını eğerek fısıltıyla:
‘’ Sen en iyisi arabaya dön adaş.
Bakarsın, sarhoşun biri geçer, görür seni. ‘’
Omuz silkiyorum. ‘’ Ne zaman
dönersin?’’
‘’ On dakikayı bulmaz.’’
‘’ On dakikayı geçerse geri
gelirim.’’
‘’Tamam adaş.’’
Arkamı dönüp arabaya gidiyorum.
Çalıların arasına işedikten sonra kapıyı açıp içeri giriyorum. Kolumu çevirip saatime bakıyorum. Üç dakika
olmuş. Sigara paketimden bir dal çıkarıp yakıyorum. Radyoyu kısık seste
açıyorum. İmran Salkan. Entarisi Ala
Benziyor.
‘’ Entarisi ala benziyor… Şeftalisi bala benziyor…’’
Mehtap arabanın ön camında
hareleniyor. Uzaklardan bir köpek uluması duyuluyor. Ardından, cırcır
böceklerinin biteviye ötüşleri… İçime bir huzursuzluk çöküyor, yüreğim
kabarıyor.
’’Entarisi biçim biçim… Ölüyorum senin için…’’
Teybi kapatıyorum. Tekrar saatime
bakıyorum. Sekiz dakika. Derin bir nefes
alıyorum. Sigaramı camdan fırlatıp dışarı çıkıyorum. Ağır adımlarla yokuş
yukarı eve doğru yollanıyorum. Ayçiçeklerinin üzerinden bir karga sürüsü
havalanıyor. Yaklaştığımda, birinin bahçe duvarı boyunca yürüdüğünü görüyorum.
Beni fark etmiyor. Yüzükoyun çimenlere uzanıp izliyorum. Gürbüz bedeni, savruk
adımlarla az ötedeki su kuyusuna doğru ilerliyor. Biraz sonra tanıyorum. İshak… Ablak suratı, biçimsiz kesilmiş kısa
saçları ayın altında parlıyor. Üzerinde her daim giydiği, iri yarı bedenine
kısa gelen oduncu gömleği. Köyün safçana
delikanlısı İshak. Çoğu zaman güçlükle iki kelimeyi bir araya getirerek bir
şeyler anlatmaya çabalar. Kahvenin önünde dikilir, tanıdık tanımadık, yoldan
geçen herkese yayvan bir sırıtışıyla selam verir durur bütün gün. Ne işin var senin bu saatte, burada? İpinden
çekerek kuyudan su dolu bir kova çıkarıyor. Yere çömeliyor, avuçlarına aldığı
suyla birkaç kere ağzını çalkalıyor, yere tükürüyor. Sonra kovanın içindeki
suyu elleriyle tokatlamaya başlıyor. Bu hoşuna gitmiş olacak ki histerik bir kahkaha
atıyor. Birden kahkahayı kesip kovaya bir tekme sallıyor. Su yere dökülüyor.
Anlamsız ve boğuk nidalarla ellerini hiddetle boşluğa savuruyor. Sessizleşiyor
sonra. Yerdeki kovayı fark ediyor. Eğilip alıyor, kuyunun yanına bırakıyor.
İhtiyarın evine doğru dönüyor. Put gibi kıpırtısız, bir süre dikiliyor öylece.
Bana arkası dönük, yüzünü göremiyorum.
Nereye bakıyor bu? Ne yapmaya çalıştığına bir anlam veremiyorum. Üzeyir’i mi fark etti acaba? Öylece
duruyor. Put gibi… Kıpırtısız… Havada
kesif bir angus kokusu… Aniden, keskin bir hareketle dönüp yine savruk
adımlarla köye doğru uzaklaşıyor. Ayaklarımın üzerinde doğruluyorum. İshak’ın
gidişini izlerken duvardan bir karaltı atlıyor ve bana doğru koşuyor. Üzeyir.
‘’ Gidelim adaş.’’
‘’İshak buradaydı .’’
‘’Biliyorum. Gitmesi için
bekledim.’’
‘’Ne işi var ki bu saatte?’’
‘’Ne bileyim... Akılsız işte.’’
Boğuk bir ciyaklama duyuyorum
uzaktan. Gelincik. Koşar adımlarla
arabaya atlıyoruz. Gerisin geri köye doğru uzaklaşıyoruz. Üzeyir’in yüzü kireç
gibi. Direksiyona sımsıkı sarılmış pür dikkat yolu izliyor. ‘’Ne oldu, bir sıkıntı mı var?’’ diye
soruyorum. Öfkesini kontrol edemeyip bağırıyor:
‘’Bu orospu çocuğu var ya adaş!
Bu orospu çocuğu…‘’
Lafını yarıda kesiyor. Sebepsiz
yere neden böyle ateşli bir öfkeye kapıldığını anlamıyorum. Heyecanına verip üstüne
gitmiyorum. Tırnaklarını kemiriyor, parmaklarını kıvırcık saçlarında gezdiriyor,
boğazını temizliyor. Sesini kontrol etmeye çalışır gibi tane tane ama titrek
bir sesle devam ediyor:
‘’ Bir sıkıntı yok adaş. Saldım
hayvanı kümesten içeri. Hak etti ama değil mi?’’
Sakin olmasını, temiz bir uyku çekmesini
tembihleyip evin önünde arabadan iniyorum. Arkamdan sesleniyor:
‘’ Adaş! ‘’
‘’Efendim?’’
‘’ Başını ağrıttım senin de gece
gece. Geldiğin için sağ ol. ’’
Yürekten söylediği bu son
sözlerden sonra gaza basıp gözden kayboluyor.
Bir hafta sonra, Çolak Asım’ın
ölüm haberini alıyoruz. Tarladan dönen ırgatlar evin önünden geçerken iç bayıltıcı bir koku duyuyorlar önce. Merak edip bahçeye girdiklerinde, kümeste, kafaları koparılmış tavuk leşlerini sarmalayan
kurtçukları görüyorlar. Asıl koku buradan gelmiyor ama. Evin duvarlarından sızan
baygın bir koku var. İçeri girdiklerinde ihtiyarın cavlak bedenini buluyorlar
yatak odasında. Yüzükoyun yatıyor yerde. Kolları ve bacakları çarmıha gerilmiş
gibi ileri doğru uzanmış, gergin. Üzerinde kolsuz fanilası, altı çıplak…
Buruşuk kıçının üzerinden at sinekleri havalanıyor. Tam bir muamma... Ahir vaktinde nahoş bir ölüm… Keskin bir
koku hakim odaya. ‘’ Domuz leşi gibi!’’
diyorlar. Çenesinin altından başlayıp odaya yayılan kanı döşemelerin üzerinde
kurumuş. Balon gibi şişkin, çürümeye başlayan bedenini çevirdiklerinde boynunda
iki derin yarık görüyorlar. Kanı çekilmiş yüzünde dehşetengiz bir ifade var.
Kan emen sivri dişli bir etçil… ‘’Gelinciğin
işi.’’ diyor birisi. ‘’Peki ya, eve
nasıl girmiş?’’ diye soruyorlar. ‘’
İşte!’’ diye yanıtlıyor diğeri, kanatları iki yana açılmış pencereyi
göstererek.
O zamana kadar, ihtiyarın
yokluğunu kimse fark etmemişti. Biz de farkına varmadık. Yalnız yaşardı.
Karısını geçen yaz kalp krizinden kaybetmişti. Köyde seveni de muhatabı da
olmazdı. Toprağa verilirken cenazesinde, bir avuç insan topluluğu var yalnızca.
Ben uzaktan izliyorum. Utanç, ayaklarımı yere çiviliyor. Vicdanımın kasvetli
ağırlığı omuzlarıma çöküyor. İhtiyarın ölümüyle bir ilişkim olduğunu biliyorum.
O gece, Üzeyir’le birlikte götürmüştük gelinciği oraya. Bu aciz ihtiyarın
ölümünden sorumlu olan Üzeyir’le.
Cenazeden sonra onu, kahvede buluyorum. Kapının önünde dikilen İshak’ın
abartılı selamına karşılık verip içeri giriyorum. İçeride, kağıt oynuyor. Kaba bir el hareketiyle dışarı çağırıyorum.
Oyunu bırakıp yanıma geliyor. Köşeye çekip yakasına yapışıyorum.
‘’ Nasıl bu kadar rahat olursun!’’
‘’ Ne yapayım?’’
‘’ Salak herif, senin yüzünden
öldü adam!’’
‘’Sessiz konuş, biri duyacak şimdi. Ben bir
şey yapmadım. Pencere açık olunca girmiş demek ki.’’
‘’Köpeğine sıçayım senin! Ne diye geldim ki seninle?’’
‘’Sakin ol adaş, senin bir suçun
yok.’’
‘’Sakın ağzımdan bir laf
kaçırayım deme!’’
‘’Merak etme.’’
‘’ Ben yokum bu işin içinde. O
gece yanında değildim.’’
‘’Tamam, sakin ol.’’
Bu konuşmalardan sonra çekip
gidiyorum. Üzeyir’le bir daha görüşmüyoruz. Bir ay boyunca da pek ortalıklarda
gözükmüyorum. Geceleri gözüme uyku
girmiyor. Sabahlara kadar sigara içip o geceyi düşünüyorum. Suçluluk duygusu
kancalarını kalbime batırıp çekiştiriyor. Ardından Üzeyir’e duyduğum kin,
zihnimin orta yerine oturuyor. Neden beni
de aldı ki yanına o gece? Bana güveniyor. Ben neden gittim ki? Kadim dostuydum
çünkü. Her zaman yanında oldum. Bir zavallının ölümünden sorumlu olmak için
değil ama! Belki de Üzeyir haklıydı; aşırı tepki göstermiştim. Nereden
bilecekti ki gelinciğin eve gireceğini? Her ne olursa olsun, sonuçta Üzeyir’in
yüzünden olmadı mı bütün bunlar? Peki ya, benim günahım ne? Nefretim yatışmıyor. Gözlerim kan çanağı.
Başım çatlamak üzere. Sabahın ilk ışıklarıyla uykuya yenik düşüyorum.
Bir akşam sigara almak için
bakkala giderken Yasemin’le karşılaşıyorum. Elindeki naylon poşetlerle manavdan
çıkarken bir yandan da dengesini korumaya çabalıyor. Bir zamanlar abayı
yaktığım, köyün afili hatunu Yasemin. Lepiska saçları… Sol gözünün altındaki et
beni… Gülerken gözlerini hafif kısışı… Beyaz çehresinin etrafındaki efsunlu
hale… Son gördüğümden bu yana değişmemiş. Seneye, yaza, Arnavut Selim’in oğluyla evlenecek. Belki bir de kendisine benzeyen bir kızı olur.
Poşetleri elinden alıp eve kadar
eşlik ediyorum. Yolda, havadan sudan konuşuyoruz. Arada uzun sessizlikler
oluyor. Teyzesinden bahsediyor sitemle. Yeni doğum yapmış, çocukla uğraşmak
zorunda olduğu için ev işleri Yasemin’e kalıyormuş. Bir de laf arasında Çolak
Asım’ın ölümünden açılıyor konu. Evin önüne geldiğimizde poşetleri elimden
alırken yüzünü ekşitiyor.
‘’Hak yerini buldu. Hayvan gibi
öldü, bunak domuz!’’
‘’Allah aşkına, ne günahı vardı
adamın ?’’
‘’ Aman, sen onun öyle zavallı
göründüğüne bakma.’’
‘’ Neden?’’
‘’Biliyorum işte bir şeyler…
Gördüm.’’
‘’Ne gördün?’’
‘’İshak’ı bilirsin. Hani, şu saf
çocuk.’’
‘’Evet.’’
‘’Sapık herifi, çocuğun boynundan
öperken gördüm.’’
‘’Nasıl yani?’’
‘’Anlamadın mı hala? Sonra da
zavallının kıçını avuçladı.’’
‘’Kimseye bahsettin mi bundan?’’
‘’Ay ne işim olur. Bana ne
canım.’’
İshak’ın o geceki görüntüsü geliyor gözlerimin
önüne. Kuyudan çıkardığı kova… Ağzını
suyla çalkalaması… İhtiyarın evinin önünde, bir korkuluk gibi kıpırtısız
bekleyişi… Yumruk büyüklüğünde bir elem boğazımı düğümlüyor, sesimi
kesiyor. Ayaklarımın altındaki zemin, bataklık gibi beni içine çekiyor. Çamur,
ağzımın içinden, kulaklarımdan, burun deliklerimden, bedenime nüfus ediyor,
kanımı kurutuyor. Yasemin, poşetleri taşıdığım için teşekkür ederek eve
giriyor. Kulaklarımda çınlayan müthiş uğultunun arasında belli belirsiz
duyuyorum sesini. Zoraki bir baş selamı vermekle yetiniyorum. Bakışlarım, evi delip
geçiyor, arka taraftaki ayçiçek tarlalarından ıssız tepelere, oradan da
batmakta olan güneşin turuncu renklere boyadığı ufka uzanıyor. Dağınık düşüncelerim,
yap-boz parçaları gibi birleşiyor, bir bütün oluyor. Beynimin kıvrımlarında bir
şimşek çakıyor. Ağır adımlarla Üzeyir’in evine yollanıyorum.
Güneş batmak üzere. Evin sokağa
bakan ahşap kapısını çalıyorum. Annesi çıkıyor.
‘’Üzeyir evde mi teyze?’’
‘’Bekle, çağırayım yavrum.’’
Kapıyı açık bırakıp evin içinde gözden
kayboluyor. Biraz sonra Üzeyir beliriyor eşikte.
‘’Yemek yiyorduk adaş, gel
buyur.’’
‘’Haberin vardı, değil mi?’’
‘’Neyden?’’
‘’İshak… ‘’
‘’Ne olmuş İshak’a?’’
‘’ Çolakla…’’
Sesim çatallaşıyor, gerisini getiremiyorum.
Göz pınarlarımda yaşlar birikiyor. Üzeyir, yüzünde kendinden emin bir ifadeyle
bozuyor sessizliği:
‘’Benim bir şey bildiğim yok. Unut
o geceyi artık.’’
‘’Bana neden anlatmadın?’’
‘’Anlamıyor musun, bir şey
bildiğim yok… Düşünme sen artık bunu.’’
Donuk bakışlarında, kendini ele
veren bir parıltı yakalamak ümidiyle, bir şey demeden dikiliyorum karşısında. Gelincikle
ilgili anlattıkları geçiyor aklımdan. Gözlerini kaçırmadan sürdürüyor sabırlı
bekleyişini. Sonra, düşüncelerimi okumuş gibi soğuk bir sesle konuşuyor:
‘’ Böyle bir ölüm reva ona, kurcalama
artık.’’
Tam kapıyı kapatacakken duruyor.
‘’Söylesene adaş… Onu da, kuzuyu
yaratan mı yarattı?’’
İçeri girip kapıyı yüzüme
kapatıyor. Güneş batarken turuncu gökyüzü laciverte boyanıyor. Tenha sokakta, yaradılışımla baş başa kalıyorum.
ekin gökgöz
ekin gökgöz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder