6 Haziran 2013 Perşembe

Gezi: Bir Yol Öyküsü


'' gel... gel... gel...''

Karanfil pembesi teninden naiflik kokuları yükseliyor. Tam bir hanımefendi. Bir orkestra şefi edasıyla kollarını iki yana açmış, kalabalığın karşısında dikiliyor. Çapa kadar sağlam. Mütevazi dudak hareketleriyle sesleniyor.

 '' gel... gel... gel...''

Binlerce insan, mabedin saman rengi yollarında yürüyoruz. Çapulcu adımlarla. Eski zamanlarda maviye çalan yollarda. O kadar çok ayak altında kalmış ki, artık yaşlanmış. Bir annenin kalbi kadar sıcak bir gündoğumu vaat eden sis bulutları, elimizi yüzümüzü yalayarak aramıza karışıyor. Binlerce insan... Aynı ritimle öksürüyor, eş zamanlı nefes biriktiriyor, uygun adım doğruluyoruz. Göz kapaklarımız kırmızı şarapla yıkanmış, ayyaş bakışlar  atıyor. Kısık... Yalpalayarak.

''gel... gel... gel...''

Örgülü saçları boynunun iki yanından şelale gibi aşağı salınırken barış tanrıçası ''Eirene'' gibi ışıldıyor. İlerlemeye çabalıyorum. Ayaklarım, bacaklarıma direniyor. Erkekliğimden, kalıbımdan, mecalimden hatta varlığımdan bile utanıyorum. Şuradaki görkemli kalabalık arasında kapladığım bir metre karelik alanı bile hak etmediğimi düşünüyorum.

Sis bulutları aralanıyor. Ellerimi, yanaklarımı koyu kahverengi bir perde gibi saklayan sakallarıma götürüyorum. Salya, sümük ve gözyaşından kaskatı kesilmiş. Dokununca tenime bıçak gibi batıyor.  Yanımda kafasında kalan birkaç teli terden alnına yapışmış, kambur bir adam var. Elini omzuma atıyor. '' İyi misin ?'' diye soruyorum. Başını önüne eğiyor.  ''Yaklaştık mı? '' diye karşılık veriyor. '' Az kaldı'' diyorum. '' Karım orada beni bekliyor. Çocuklarımla birlikte, torunlarımla...'' Lafını yarıda kesiyor.  Buğulu bakışlarımı yerden kaldırıyorum. Önümdeki insan selinin ilerisinde, paslı metalden çitlerin üzerinde, kuzgunları görüyorum. Sayılarını kestiremiyorum. Grotesk gagalarıyla kanatlarının arasını kaşırlarken, Vietnam'a şahitlik yapmış bir karga bile yanlarında masum kalıyor. Sis dağıldıkça ufukta, mabedi çevreleyen ormanların yeşil ve turuncu çatıları beliriyor. Kuzgunlar önümüzde devasa pençelerini çitlere kenetlemiş, karanlık gövdeleriyle dikiliyorlar. Bekliyorlar. Adımlarımızın tedirginleşmesini...  Yüreğimizden sızacak olan korkunun kokusunu duymayı bekliyorlar. Yine saldıracaklar. Daha önceden yaptıkları gibi. Tekrar tekrar...

Kambur adam öksürüyor. '' Orada ihtiyar bir ağaç var. Sağolsun, insanların dallarında oturmasına izin veriyor. Ailem de aralarında. Herkese yetecek kadar yeri var.'' Karşılık olarak kamburunu sıvazlıyorum. Bir anda kalabalıktan uğultular yükselmeye başlıyor. Kuzgunları görüyorum. Gökyüzünde süzülüyorlar. Gırtlaklarından hurdalık köpeğini andıran bir ses yükselerek kalabalığın gürültüsüne karışıyor. Yine saldıracaklar. Gözlerim Eirene' yı arıyor. En önde, nazik hareketlerle elindeki bandanayı boğazına düğümlüyor.  Tam bir hanımefendi. Sis bulutları yeniden insanlarla aramıza duvarlarını örmeye başlıyor. Kuzgunlar bir kurşun gibi üzerimize yağarken çığlıklar yükseliyor. Başımı göğsüme kapatmadan son bir çabayla, Eirene'nın sisin içinde yitip giden çehresine bakıyorum. Sonra kambur adamın ellerinden tutarak yere kapaklanıyorum. Adam titiriyor, ben de öyle. Korkuyoruz. Buradaki herkes gibi... Ölümle alakalı değil, devam edememekle ilgili bir korku.

Kuzgunlar güneşin önüne perdelerini çekiyorlar.  Karanlığa gömülürken tekrarlıyorum.  ''gel... gel... gel...'' Eirene. Tam bir hanımefendi. Cemal Süreya'nın dizeleri akıyor dilimden.  ''Aklıma kadeh tutuşların geliyor. Çiçek Pasajında akşamüstleri.''
                                                                                                      
                                                                                                                 
                                                                                                                                               ekin gökgöz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder