Saat 02.07’yi
gösterirken, sıcak bir yaz akşamında, bir anda güzel bir rüyadan uyanmış gibi
huzur içinde yeşil koltuğumdan kalkarak verandaya çıkıp plastik sandalyeye
oturdum. Üzerimde gri çoraplar, çiçekli bir deniz şortu ve siyah atlet vardı.
Yani kötü görünmek için elimden geleni yapmıştım. Günlerdir banyo yapmıyordum.
Saçlarım oldukça yağlanmıştı ve ekşi bir koku yayılıyordu bedenimden. Evden
çıkmıyordum. Evde de yaptığım herhangi bir şey yoktu ama insanları görmek
istemiyordum. İlk gördüğüm insanın kalbine binlerce mermi sıkabilecek kadar
mutsuzdum. Kedileri sevenlerden, kaslarından başka hiçbir şeye önem
vermeyenlerden, kıyafetlere tapanlardan, sohbet etmesini bilmeyenlerden, çayın
felsefesini anlayamayanlardan, vejetaryenlerden, nutella sevenlerden, sakalını
sık sık kesenlerden, Neşet Ertaş’ı dinlemeyenlerden, işleri iyi giden
insanlardan, paranın köpeklerinden, esnaf lokantasına gitmeyenlerden, klasik
müzik dinleyenlerden, istediği gibi yaşamayanlardan, deliremeyenlerden vesaire
neredeyse herkesten nefret edebilecek kudrete erişmiştim. İnsanları görmemek
için sadece geceleri bahçeye çıkıp hava alıyordum. Küçük kasabalar erken
uyurlar. Gece yarısını biraz geçtikten sonra sokaklar boşalır ve insanların
çoğu kaygılarını, umutlarını, yorgunluklarını, aşklarını yarına erteleyerek
uyurlar. Ertelemek kasabalar için gereklidir. Çünkü yeni heyecanlar olmaz sık
sık. Yeni bir heyecan olduğunda idareli kullanmak gerekir. Aynı şekilde
acılarda katık edilir. Mesela şehirde biri ölse sokak ortasında, biri çıkıp
adamın üzerine eskimiş ceketini örttükten sonra şehir yeni kurbanını beklemeye
başlar. Fakat kasabalara Azrail bile fazla uğramaz. Kasabada eğer biri ölürse,
ölünün ardından günlerce konuşmak gerekir. Bu asla öğretilmez ama sanırım
mekanların doğası bunu gerektiriyor. Her mekanın bir ruhu, bir kişiliği olduğu
gerçek. Ve bu kişilik, ağırladığı misafirleri de sarıyor zamanla sanırım.
İnsanlar da üzerinde bulunduğu toprağa göre şekilleniyor. Galiba Tanrı, insanı
yarattığı gibi, ruhu da topraktan yarattı?
Küçük ve de bakımsız
bahçeme bakarken neden buraya geldiğimi sordum kendime. Neden buradaydım ?
Çünkü başaramamıştım. Ben hiçbir şeyi başaramamanın verdiği acıyla, şehirleri
terk edip doğduğum kasabaya yerleşmiştim. Zamanında nefret edip kurtulmak
istediğim kasabaya geri dönmüştüm. Başa dönmenin yaşattığı acı inanılmazdı.
Büyük hayallerle gittiğim şehirlere, hayallerim küçük gelmişti. Hayallerim
nasıl imkansıza sürüklendi bilmiyorum. Nerde hata yaptığıma dair hiçbir fikrim
yok. Sadece tek bildiğim gerçek, altı yıl savaştıktan sonra, mağlup olarak
zamanında küçümsediğim insanların yanına dönüp onlardan daha kötü bir hayat
yaşıyor olduğumdu. Umudu olan insanlarla konuşamıyordum. Hala nasıl umut
beslediklerine inanamıyordum. Olmuyordu. Bu hayatta kurduğun hiçbir hayal gerçek
olmuyordu işte. Hayallerin gerçek olmadığı bir evrende yaşamak çok aşağılık bir
duygu diye düşünüyordum. Eğer istediklerim olmayacaksa neden hala yaşıyordum?
Kendimi öldürsem ne için öldürecektim? Bir anlamı olsaydı kendimi
öldürebilirdim. Ama neden öldüreyim ki? Bu kasabadaki insanlarla, cenazemin
arkasından konuşacak kadar bile sohbet etmemiştim. Uzun zamandır kimseyle
sohbet etmediğimi anımsadım birden. Sesimin nasıl bir tonu olduğunu düşündüm
sonra. Sahi benim bir sesim var mıydı? Sesimin olup olmamasını, tırnaklarımın
arasına doluşmuş siyah kirlerden daha az önemsiyordum. Hayatımın tükettiğim
evresinde konuşmadığım insan ırkı kalmamıştı ama buna rağmen öldüğünde
arkasından bir an olsun üzülebilecek kadar sevmemiştim hiç kimseyi. İnsan
sevgiyle yaşar diyordu Tolstoy. Düşünüyorum da, Tolstoy gerçekten sevmiş miydi?
Astapovo tren istasyonunda, Ortodoks kilisesi tarafından aforoz edilmiş bir
gezgin olarak, soğuktan donarak ölürken sorsaydım eğer kendisine; başını karla
örtülü bir banktan yavaşça kaldırıp sakallarındaki kar kristallerini yerlere
dökerek cılız bir sesle “Dünyanın temeli sevgidir” diyebilir miydi? Eminim o
anda dünyadaki bütün sevgiyi sıcak bir tarhana çorbasına değişirdi…
Sandalyeden kalktım. Kalkarken eklemlerimin
sesini duydum. Kemiklerim birbirine geçmiş gibiydi. Lahitten çıkan bir mumya
kadar eskimiş hissediyordum kendimi. Uzuvlarımı kullanmak gelmiyordu içimden.
Boşuna taşıyordum sanki onları. Sadece bir gün birini öldürmek istersem diye
ellerime önem veriyordum. Amaçsız bir insan neler de düşünebiliyor! Seri
katilleri o kadar iyi anlıyordum ki. Eller önemlidir. Ve bence Norveçli
balıkçılar hiçbir sikimden anlamıyorlar. Balıkçı dediğin Karadenizli olur, Norveçli değil. Bu
düşüncelerin arasında kendimi öldürmeye karar vermem arasında bir bağ kuramam
ama bir anda kendimi öldürerek anlamsız hayatımı sonlandırmak arzusu kapladı
içimi. Orijinal bir stil bulmak istedim. Olta iğneleriyle bileklerimi
parçalayacaktım. Güzel fikir bulduğum için bir an umutlandım. Umut vardı hala
içimde. Umudu hissetmiştim. Mesele kendini öldürmek bile olsa bir şeyi başarma
umudu sardı içimi. Bir olta iğnesi buldum ve içimde yeşeren umudu öldürmesi
için onu yuttum. Boğazıma sert tütünlerin verdiği acı oturdu. Su içtim. Su
içerken boğazımdan gelen kanı toprağa tükürdüm. Boğazımdan boşalan kan,
çatlaktan içeri süzüldü. Dünyanın çekirdeğine doğru yürüdü ve dünyanın
merkezinde buharlaştı. Kanın buharı, çatlaklardan yukarı çıktı. Göğe karıştı.
Herkesten çok özür dilerim, o gece yalnızca benim evimin çatısına kan yağdı.
Evin içine girdim. Yürürken çöplere
takılıyordu ayaklarım. Oturma odasındaki halının rengini artık
hatırlayamıyordum. Koltuklarda yüzlerce sigara yanığı vardı. Yerlere saçlarım
dökülmüştü. Kıvırcık saçlarım o kadar çirkin duruyordu ki, çirkin kelimesi bir
surete bürünse saçlarım olurdu herhalde. Çekmeceleri yere dökerek aramaya
başladım. Büyük bir alabalık avlamak için yeterli derecede büyük bir olta iğnesi
lazımdı bana. Küçük balık sayılmazdım ne de olsa. Dünyanın en güzel yerlerinde, en güzel şarapları içip
en güzel kadınlarla yatmıştım. En güzel arabalara binmiştim. Hayalini
kurmayacağınız paraları bir gecede bahşiş olarak bırakmıştım. Ben bu dünyanın her
türlü ibneliğini gördüm. Anlıyor musun beni. Dünyada türlü zevkler ve sayısız
acizlik tattım. Senin rüyanda görüp ansızın sırılsıklam ter içinde uyanacağın
sahneleri ben gözlerimle gördüm. O anı yaşadım ben. Hatırlıyorum, Fransa’nın az
duyulmuş bir kentinde, bir çöplüğün arkasında o kasabanın en güzel fahişesiyle
sevişirken, çöplüğün önüne iki adam gelip, bizim işimizi bitirmemizi bekleyen
pezevengin boğazını kestiler. Dudaklarım daha kadının boynuna inmemişti bile.
Üç dakika önce pazarlık yapıp tartıştığım adamın boğazını kestiler gözlerimin
önünde. Ölürken “ah” bile demedi. Çünkü temizlenmesi gereken bir pislik
olduğunu biliyordu. Sokrates “Kendini tanı!” derken haklıydı. İnsanoğlu
çevresindeki insanları tanımaya ayıracağı zamanın üçte birini kendini tanımaya
adasaydı, dünya bu kadar yaşanmaz olmazdı. Eğer bir gün kendimle tanışırsam,
kendime “Selamünaleyküm” diyeceğim. Dün gibi hatırlıyorum, cebinden yetmiş
sekiz Euro, yarım paket sigara ve eski model bir telefon çıktı pezevengin. Onları aldılar. Ölürken namussuz bir pezevenk
değil, gururlu bir mağdur olarak öldü. Hakkı mıydı? Onurlu bir ölüm onun hakkı
mıydı? Peki ya ölümü hak etmiş miydi gerçekten? Boğazı kesilirken direnmedi.
Olanca cüssesiyle gözleri bana dönük bir şekilde yere yığıldı. Gözlerinde ne
gördüm biliyor musunuz? Pişmanlık. Böyle bir hayat yaşadığı için pişmandı. O yüzden hiç
direnmedi boğazını kesenlere. Uzun zamandır pişmanlık duyuyordu. Vaktinin
geldiğini hissettiği anda usulca portmantodan ceketini ve şapkasını alıp
dünyayı adam gibi terk etti. Şerefsiz biri olarak yaşadı belki ama ölürken son
derece asildi. O son derece anlamlı bir şekilde ölürken ben, çöp tenekesinin
hemen arkasında bir elimle altımda yatan fahişenin ağzını kapatarak bağırmasını
engelledim. Sokak küflü peynir ve şarap kokuyordu. Elbiselerim güzel sayılırdı.
Kartonun üzerinde yatan fahişenin gözleri de son derece güzeldi. Ama ben
boğazından sıcak kan akan bir adamın gözlerine bakarken, ne için yaşamam
gerektiğini düşündüm. Bu adam ne uğruna ölmüştü? Bilmiyordu. Bilmediği için de
son derece mutsuzdu. Adamlar gidince fahişeyi elinden tutup kaldırdım. Birlikte
yürümeye başladık. Arkamıza bile bakmadan. Bu bizim sırrımız olarak kalacaktı.
O sabah güneş, sadece pezevengin cesedine doğdu. Biz ise ufak bir otel odasında
uyandık kadınla birlikte…
İstediğim büyüklükte
bir olta iğnesi bulamadım. Bütün çekmeceler yerdeydi. Her şey birbirine
girmişti. Üstüne üstük ayağıma cam batmıştı. Camla kesmeyi düşündüm sonra
bileklerimi. Odanın camına masada duran cam kül tablasını fırlattım. Cam
kırıldı. Odanın içine bir rüzgar girdi. Duvarda asılı duran dört yıl öncesine
ait takvimin 3 Mayıs 2007 tarihli sayfası rüzgarda tatlı bir hareket yaptı.
Emekleyerek pencereye yaklaştım. Gözüme kestirdiğim güzel bir parçayı elime
aldım. Üçgen şeklinde bir cam kırığının hayatıma son vereceğini hiç
düşünmemiştim. Mesela ben hep Hint Okyanusunda sörf yaparken veya Ortadoğu’nun
kanlı çöllerinde bir barikatta çatışırken öleceğimi düşünürdüm. Hiçbir hayalimin
gerçek olmaması gibi ölüm hayalimde imkansızdı. Herhangi bir yerde
bulabileceğiniz herhangi bir cam parçasıyla bileklerimi kesecektim ve cesedimin
kokusu komşuları rahatsız edene kadar günlerce kimsenin öldüğümden haberi olmayacaktı. Hayatım boyunca
yalnızdım. Yapayalnız ve rezil bir şekilde, izmaritlerin arasında ölecektim.
Sol elimle camı kavradım. Sağ bileğimi dikine kesmeye karar verdim. Nedense
gözlerim yaşardı. Sol pazım kasıldığı andan itibaren bu dünyayı terk edebilme fikri beni gururlandırıyordu. Tanrı’nın can
verme kudretine karşılık benim de hayatımı sonlandırabilme şansım vardı. Yüzümü
nemden rengi yeşile dönen yosun bağlamış tavana çevirdim. Deli gibi ağlıyordum.
Tuzlu gözyaşlarım sakallarımın arasından yerde duran kül tablasına damlıyordu.
Korkmuyordum! Kesinlikle korkmuyordum ama neden yaşayıp neden öldüğümü
bilmemek, bunu asla öğrenemeyecek olmak beni çıldırtıyordu. İnsan değildim.
Yırtılmış kıyafetler, kanlı gözler, üzerimdeki keskin ter kokusu, tırnaklarıma
dolmuş çirkef, her hücreme işlemiş ihanet ve ermiş bedenimle ben, insan
değildim. Tanıdığım kimseyi sevmeden, herkese ihanet ederek kırk sekiz yaşında
bir şerefsiz olarak ben, insan değildim. Hiçbir amacı olmadan, ne için
yaşadığını bilemeden, kendin kimseye adamadan yaşayan ben, insan değildim. Tek
farkım vardı aslında sizden, ben insan olmadığımın farkına varabilmiştim.
Hepinizden nefret ederken gözlerimi kapattım ve dedim ki;
-
Tanrım, lütfen bana ölmek için bir sebep
ver.
Artık yaşamak için değil, ölebilmek için bir sebep
istiyordum. Bunu bulamasam da ayinimi sonuçsuz bırakmamaya karar verdim. Elime
cam parçasını aldım. Elimi kesmemek için gevşekçe tuttum. Az sonra bileğimi
kesecektim ama yine de elimi kesmemeye çalışmama garipti. Gülümsedim. Kendi
kendime “Sanırım kendimi son düşündüğüm an oldu” dedim. Cam parçasını sağ
bileğime dayadım. Kafamı tavana doğru kaldırdım. Kendimi öldürmek için cesarete
kavuştuğum, sol kolumun kaslarının sicim gibi bir bir gerildiği anda kapı
çaldı. Eğer kapımın çalındığına daha önce şahit olmuş olsaydım eminim ki o
kapıyı açmazdım. Fakat yıllardır kapım ilk defa çalınmıştı. Bakımsız bahçeme aç
itler dışında bir insan girmişti. Uzun zamandır bir çift göz görmediğimi
anımsadım. Kapı tekrar vuruldu. Elimdeki camı yere attım. Kollarımla gözlerimi
sildim. Kan çanağına dönmüş gözlerimi görmesini istemezdim ama başka çarem
yoktu. Kalkıp kapıya koştum. Korkarak kapı önünün ışığını açtım. Kapı koluna
elimi atıp kapıyı açtım. Kapı açılırken çıkan gıcırtı kapıdan değil benim
eklemlerimden geliyordu. Kapı yavaş yavaş açıldı. Karşımda duran adam dünyada
görebileceğim son insandı muhtemelen. Bitik Abdi, aciz Abdi, kırmızı suratlı Abdi,
çirkin Abdi. Kasabanın klarnetçisi Abdi. Alemin neşesi Abdi... Abdi beni böyle
görünce irkildi. Nefesi leş gibi kokuyordu. Sanki bir domuzu çiğ çiğ yemiş gibi
kokuyordu. Sağ elinde küçük bir bond çanta vardı. Siyah iskarpinlerinin
topuklarını ezmişti. Yüzünde şaşkın ve duygusal bir ifade vardı. Sanırım bu
ifadenin adı: acımak. Ben bu ifadeye hiç sahip olmadım. Benim sahip olamadığım
bir ifadeye, kasaba halkının dahi sadece eğlenmek için kullandığı biri olan
Abdi’nin yüzünde görmek beni utandırdı. Abdi’nin içini kimse bilmiyordu
sanırım. O sadece klarnetiyle konuşabiliyordu. Gençlik yıllarımdan hatırlarım,
onun üstüne kimse çıkmazdı klarnette. Hele bir de “Ah İstanbul…” çalardı ki,
ruhum bedenimi yumruklardı. Karşımda durdu Abdi, bana acıyan gözlerle bakarken
:
-
Selamünaleyküm Yakup Abi. Düğünden
dönüyorum Çınarcık’tan. Yoldan geçiyordum. Camın kırıldığını gördüm de bir
bakayım dedim. Hayırdır ?
-
Yok. Yok bir şey. Kendimi öldürecektim
de.
-
He anladım abi. Rahatsız etmişim kusura
bakma. Var mı yapabileceğimiz bir şey.
-
Otur da son bi sigara içelim seninle.
-
Valla bende hiç sigara kalmadı. Sende
varsa içerim ama.
-
Var var. Otur sen şu sandalyeye.
Uzun zaman sonra
sesimin tonunu hatırlamak iyi gelmişti. Karşımda soluk alan bir insan vardı.
İçerden tabakamı getirdim. Bir sigara sarıp Abdi’ye uzattım. Bir de kendime
sardım. İkimizde ateşledik sigaraları. Derin birer duman çektik. Abdi sigara
içmesine rağmen hala klarnete üfleyecek nefese sahipti. Ciğerleri güçlüydü.
Alkolden boynunun altı kızarmıştı. İçerden getirdiğim beyaz tabureye oturup
sırtımı serin duvara yasladım. Hava biraz daha soğumuştu. Saat 02.44’ü
gösteriyordu. Abdi hiç olmadığı kadar sessiz duruyordu. Üzerimdeki ölüm kokusu
onu da sakinleştirmişti. Ölüm sükut getir. Ölene de, kalana da. Mesela maktul
kurtuluş umudu kalmadığında katile teslim eder kendini. Son raddeye geldiğinde
bıçak, her maktul ölümü kabul etmiştir aslında. Biz de benim ölümümü
kabullenmiştik. Karşılıklı oturmuştuk. İkimizde eminim ki geçmişten bugüne
nasıl ve neden yaşadığımızı düşünüyorduk. Susarak konuşabiliyorduk o anda. Abdi
beyaz gömleğinin üstten üç düğmesini açmıştı. Göğsünü olduğu gibi görüyordum.
Göğsündeki kıllar son derece iğrençti. Ama benim kadar pis değildi en azından.
Sigaraların yarısına gelene kadar
sustuk. Sonra söze Abdi girdi:
-
Çare mi?
-
Ne çare mi?
-
Ölmek. Ölmek çare mi diyorum Yakup Abi.
-
Bilmem. Yapabileceğim hiçbir şey yok.
Yaşarken hiçbir şeyi beceremedim. Ölerek belki bazı şeylere anlam
koyabileceğimi düşündüm.
-
İyi. Güzel felsefe yaptın ama ağlamışsın
resmen amına koyiym. Madem bu kadar inandın buna, neden ağladın.
-
Onun için değil. Ben bazı anlamları
karşılayamadığım için ağladım.
-
Mesela ?
-
Ne bileyim işte. Mesela ölmek için neden
bulamadım. Artık yaşamak çok zor bana Abdi. Ama ölümün tekrarı yok. Bir kere
öleceğiz şu hayatta manalı olsun istiyorum.
-
Yaşamak hep zor be Abi. Sana zor da bize
kolay mı? Şimdi şurada bir sigara içimlik zamanda düşündüm ben de. Klarnet elimde
büyüdüm ben. Babam, rahmetli dedemin adını koyarken bana, kulağıma ezan okumak
yerine klarnetle hicaz çaldırmış. Klarneti bırakamam ben. Anlayacağın bizim
kaderde doğarken çizilmiş. Sen senelerce dışarılarda durdun. Gezdin tozdun.
Millet senin için çok para kazanmış ama hepsini harcamış diyor. Ne derece
doğrudur senden iyi bilememya gerçi. Neyse. Diyordum ya, hayat dediğin zaten
kolay bir şey değil. Ama ittire kaktıra yaşanıyor. Öldük mü anasını satıym?
Neticede yaşıyoruz. Yaşarken de ufak ufak yaşlanıyoruz işte. Kimsenin yaşamak
için bir sebebi yok zaten. Ölmek içinde aynısı geçerli. Mesela benim peder
alkol komasından öldü. Ölmesine çok kızdım be abi. En büyük çocuk benim
kardeşlerden. On beş yaşıma daha yeni basmıştım. Bıyıklarım yeni terlemişti.
Sen de küçük kaybetmişsin babanı ama senin peder sana han hamam bırakmış. Sen
satıp savmasan şimdi zengin olurdun abi onları. Her neyse boş verelim. Benim
peder bana ne bıraktı biliyor musun? Boğazına düşkün, bakılması gereken üç
kardeş ve bir anne. Tabi bir de emektar klarnet. Klarnetime baba derim ben. Bak
bu aramızda kalsın ha herkese söyleme. Gerçi sen az sonra öleceksin
söyleyemezsin kimseye. Neyse geçelim. Ben annemi öldürmeyi o kadar çok düşündüm
ki, bir gece uyandığımda elimde bıçak validenin odasına kadar girmişim. Valide
gürültüye uyanmasa, uyurgezerlikle kesicez karıyı. Yani diyorum ki babamın
ölürken sebebi neydi sence? Bir amacı var mıydı? Bence benden nefret ettiği
için öldü. Senelerce sağda solda klarnet üfleyip ailemi geçindirdim. Beni iki
numaralı biladeri de belediyeye katip diye soktuk. Ama durmaz o çıkar yakında.
Yaramazdır bizim bilader biraz. Okudu gerçi bir şeyler. Sınavlara falan gitti
kurumlara. Olmadı. Sonra il başkanının oğlunun sünnetine gittiğimde ben
çalmaya, o zaman il başkanının kulağına çıtlattım hemen halletti sağ olsun.
Zeki ama çalışmıyor işte. Geçelim
bunları. Benim peder hiçbir amacı olmadan öldü. Her gece rüyamda görüyorum abi.
Bir gece rüyamda bana dedi ki, “Bir tek seni sevdim şu dünyada oğlum, ilk göz
ağrım. Ben senin için öldüm.” Adam beni sevdiğinden ölmüş müdür sence abi? Beni
sevdiği için beni bu dünya da yapayalnız bırakması zoruma gitti açıkçası başlarda.
Ama sonra anladım babamı. Gerçekten arada bir sevgi kurulması için illa birisi
ölmeli. Yani birini sevdiğin an ölebilirsin Yakup Abi.
-
Ya kimseyi sevmemişsem?
-
Mutlaka sevmişsindir. Ama kimi insan
sevginin ne demek olduğunu bilmez. Ya da sevginin ne olduğunu görmediğinden
sevdiğini unutmuştur. Ben sana yardım edemem. Sigaramı da içtim. Ama sana
benden bi kıyak. Sana ölmeden önce son bir kez klarnet çalacağım.
Elindeki bond çantadan
parça parça çıkarıp klarneti özenle bireştirmeye başladı. Hiç acele etmedi.
Acımı sindire dindire kaydırdı elinde. Doğruldu. Derin bir nefes çekti ciğerlerine. Ve
klarneti ufak ufak üflemeye, içimi cız ettirmeye başladı. O üfledi ben ağladım.
Her nota da ayrı bir melodiyle ağladım. O çaldı ben ağladım. Ben ağladım o
çaldı. Sanki müzik gözyaşına dolandı. Çağladı. Klarneti bir üflemeye başladı.
Her şey değişti. Sanki renkler açıldı. hava biraz daha ısındı. O üfledi biz
sustuk. Onlarca nota çaldı Abdi. O çaldıkça geçmişim şekillendi. Sevdiğim
birisi olmasını umut ettim. Yıllar öncesi, İrlanda’da bir barda bira içerken
yan masada gördüğüm kız geldi. İlk defa orda görmüştüm. Adını orda öğrenmiştim
anında. Ve saniyenin onda biri bir hızda aşık olmuştum. Şu an yaşadığım yerden
çok uzakta, İrlanda’da. Cebimdeki son parayla içtiği biranın yanına çerez dahi
alamayacak kadar bitmişken bir de aşık olmuştum üstüne. İnce telli bir kemanın
çıkarttığı ses kadar narin elleri, Rapunzel’e “Vay anasını” dedirtecek saçları
vardı. Sevdim. İnanamayacağınız kadar sevdim. İnanamayacağınız kadar seviştim
onunla. Ve her zaman yaptığım gibi onu da bıraktım. Deli gibi severken neden
bıraktım peki? Çünkü her insan acıdan zevk alır. En mutlu anlarınızda dahi
ağlamaya son derece yakınsınızdır. Ayrıca mutluluktan ağlamak diye bir şey
yoktur. O anda ağlamak, ağlayacak bir şey bulamadığınız için ağlamaktır. Daha
garibi ise yıllar önce, buradan cehennem kadar uzakta, İrlanda’da sevip, sonra
ruhumun bataklığında kaybettiğim bir kadını nasıl hatırlatabiliyordu Tanrı’nın
unuttuğu bir Anadolu kasabanın klarnetçisi Abdi? Sanki Abdi sihirbazdı. Sanki
Abdi, yaşadığı tüm acıları klarnetin Nihaventlerinden yüreğime akıttı. Bana
geçmişimin tek güzel zamanını hatırlattı. Meğer ben bunca sene sadece ve sadece
o kadının aşkıyla yaşamışım. Bunu fark etmesem de ben hep ona aşıkmışım.
Sevmeden seviştiğim her kadında onun gözlerine bakmışım. Ve kadının adı:
Mathilda… Dünyanın en güzel ismi sanırım bu. Söylenişi şiir gibi. Mathilda…
Abdi klarneti çalmaya devam ediyordu. Ben ağlamaya başladım. Betonun üzerine
düşen gözyaşlarım betona can vermeye başladı sanki. Ama hala güneş doğmuyordu.
Zaten güneş doğmasın. Kim ister ki gündüzleri? Bırakın geceleri hep birlikte
bileklerimizin üzerinde cam kırıklarıyla ağlayalım. Daha çok içelim, daha çok
küfredelim, daha çok ihanete uğrayalım ama Allah’ın aşkına sevelim! Caz gibi,
uluyan itler gibi, kanalizasyonlarda gezinen onlarca cenin gibi sevelim!
Ben bunları düşünürken
Abdi son notayı üfledi. Son nota: mi. Yutkundu Abdi. Klarnetini her zamanki
ritüeli yerine getirerek öptü. Bond çantasını açtı. Klarnetini yerleştirmeye
başladı. Hiç konuşmuyorduk. Ben ağlamayı kestim. Çünkü bir erkek ne olursa
olsun ağladığını kimsenin görmesini istemez. Bu erkeklerin ağlamadığı anlamına
gelmiyor. Ağlasalar bile gizli gizlidir. Bir an Abdiyle göz göze geldik. Onun
da gözleri dolmuştu. Sanırım az önce yaşadığımız şey sihirdi. Sanki biz
yaratmamışız gibi. Zaten bir daha yapmak istesek beceremeyeceğimize emindim.
Abdi bunca şeyin üzerine dedi ki:
-
Bir sigaran daha var mı be Yakup Abi.
Valla tekeller kapalıydı sigara alamadım. Uyumadan önce içerim.
Sanki az önce nefesiyle
bana Mathilda’yı anımsatan efsane adam kendisi değilmiş gibi benden sigara
dilendi. Sanırım kudretinin farkında değildi Abdi. Zaten ben de farkında
olmasını istemem. Bilinçli olursa büyüsü bozulabilir. Bir sigara sardım.
Abdi’ye uzattım. Kulağının arkasına sigarayı kıstırdı. Merdivenlerden inerken
arkasından seslendim.
-
Çok sağol. Çok güzel çalıyorsun.
-
E bizim meslekte bu abi. Herkes kadar
çalmaya çalışıyoruz. Ekmek parası işte.
-
Emin ol sen herkesten daha iyi çaldın.
İyi geceler.
-
Hayırlı geceler abi. Görüşürüz.
-
Görüşemeyiz. dedim.
Yalan söylemek
istemedim. Artık görüşemeyecektik. İçeri girdim. Kapı önünün ışığını kapattım.
Banyoya gittim. Daha önce kullanılmış ikinci sınıf usturamı elime aldım. Işıkta
bir an yakamoz yarattı. Soyundum. Üzerimde ne varsa çıkarttım. Saçlarımı su
dahi vurmadan kazımaya başladım. Omuzlarıma dökülen kıvırcık, sık ve kirli
saçlarım, parça parça banyonun beyaz fayanslarına düşmeye başladı. Saçlarımdan
sonra sakalımı da kestim. Sakallarım kirden sertleşmişti. Saçımı ve sakalımı
kazıdıktan sonra aynada kendime baktım. Tebrizli bir derviş gibi gözüküyordum.
Musluğu açtım. Buz gibi suyu bedenime tuttum. Ruhumun kiri olduğu gibi aksın
istedim. Günler sonra bedenime suyun değmesi bana cenneti anımsattı. Yıllar
önce Yeni Zelanda’da tanıştığım bir torbacı bira içerken bana dönüp, “Tanrı
kadından önce, iyi ki suyu yarattı.” demişti. Torbacıya sonuna kadar hak
verdim. Banyodan normal bir insan gibi çıkıp kurulandım. Normal insanlar gibi
giyindim. Son kez en kötü anlarımı yaşadığım eve baktım. Cehennemi dünyada
yaşadığımı anladım. Yanıma üzerimdekiler dışında hiçbir eşya almadan evden
çıktım. Bakımsız bahçemi hızlı adımlarla geçtim. Kapıdan çıkınca sağa doğru
dönüp kasabanın çıkışına doğru yöneldim. Bu artık son yolculuğumdu. Ölmekten
vazgeçmiştim. Çünkü yaşamak için bir sebebim vardı artık. Ölmemek için yaşamak,
yaşamak için ise bir sebep gerekiyordu. Benim sebebim ve sonucum aynı olacaktı:
Mathilda. Yürürken gözleri aklıma geldi. Bir an ürperdim. İrlanda’ya
gidiyordum. Allah’ı arayan bir keşiş gibi hiçbir şeyim olmadan yola çıkmıştım.
Hayatıma son vereceğim anda bir klarnet sesiyle hayata yeniden başlamıştım. Tüm
kalbim kararmışken, tüm yollar kapanmışken Mathilda sayesinde ışığı görmüştüm.
Ve şu anda anlıyorum ki, Tolstoy haklıydı. Astapovo
tren istasyonunda, Ortodoks kilisesi tarafından aforoz edilmiş bir gezgin
olarak, soğuktan donarak ölürken sorsaydım eğer kendisine; başını karla örtülü
bir banktan yavaşça kaldırıp sakallarındaki kar kristallerini yerlere dökerek
cılız bir sesle “Dünyanın temeli sevgidir” diyebilirdi…
Onur Tuncay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder