6 Haziran 2013 Perşembe

Gezi: Geri Dönüşün Öyküsü

 
        "Anamın yemenisini bir daha koklamak nasip olmasın; daha da doktorlara küfür etmeyeceğim."
      Beyaz önlüklü çocuklardan ikisi beni barikatlardan içeri taşırken kesik öksürükler eşliğinde Diş perilerime, böyle ant içiyordum. Dişçilik ikinci sınıftaki kızın gözleri gazdan akmıştı. Çocuk beni yere yıkılmış reklam tabelasının hemen yanına bıraktı. Bir kalem fener çıkarıp gözlerime tuttu. Parmağını sağ kulağımın etrafında şıklatırken yanındaki yaşıtı çocuğa "Kafa travması yok," dedi. Kızın adı Ela'ydı. Ela'ya dedim ki; "Ela eğer sabaha buradan çıkarsak sana sütsüz kahve ısmarlayacağım." Ela gülümserken o sırada gözlerime su püskürten çocuğu başıyla göstererek, "Tolga da bizimle gelirse neden olmasın. Ben evcimen tiplerdenim, erkek arkadaşım olmadan öyle parklarda çocuklarla kahve içemem," dedi. Tolga anlayışla bana gülümsese de; ihtiyacım olsa zevkle şuracıkta prostat muaynesi yaparmış gibi geldi. İç kanama için beni kontrol ettiği an da onu alnından öpüp, ikisine de teşekkür ederken ellerimle destek istedim. Ayağa kalktığım ilk anda bütün dünyanın sabit ve berraklığının tadını doyasıya çıkardım. Sinüslerimden bir şeyler acıyarak beynimde hareket etti. İlk saniyelerimin sıradışı tadı çabuk kaçtı; midem sıkılmış bir havluya, bacaklarım pelteye dönüştü. Ayakta durmak için çabalarken etrafıma göz attım. Selpak mendilden daha şekil durması hariç bir işlevi olmayan hemşire maskeleriyle bazı çocuklar birbirlerine ilaç ve su dağıtıyordu, cüretkar bir kaç tanesi diş telleri gözükecek kadar dudaklarını kemirip, çektiği derin nefesle aşağı inmek için kendinde cesaret arıyordu. Bir an kuş uçuşu 100 metre arkamda insanların ağaçların arasında battaniyelere sarınıp, şiir okuyup, içtiğine inanasım gelmedi. Telli çocuğun yanından geçen Çarşı grubundan bir kaç genç, basket şortu yırtılmış beni özel harekatçı gibi gösterecek kadar mütevazi giyinmişti. Gruptan kafasını streç filme sarmalayan biri bana seslendi: "Ağaçların oraya ilerlediler mi birader?" "Yok her şey sakin. Gaz atıp beşiktaştan yürümesine izin verdiklerini copluyorlar, rutine devam." Çocuk streçle kafasını görünmez bir koninin içine hapsetmeyi başarıp ruloyu bakmadan arkaya uzatırken: "Eee İnönü nasıl?" 
        "Aşağısı, Tophaneli nargileciler Saygon'u işgal etmiş, hardal gazı aromalı nargile körüklüyorlar gibi." Grup yokuş aşağı devam ederken Ela'nın elindeki suyla ağzımı çalkaladım. Üzerinde öpüşen iki palyaçonun resmi basılı mavi bandanamı sirkeyle ıslattım. Tolga bombalanmış revirden gelen iki kadının sedyesine koştu. Ela gözleri onu takip ederken bana sordu: "Aşağı inmeyi düşümüyorsun değil mi?" Sonra da "Sakın!" diye ekledi. O son lafı pek hoşuma gitti. Kollayanım olunca sevinirim öyle. "Sen çocuğu yalnız bırakma, ben biraz dinlenir öyle inerim." Kız bana beklememi işaret edip sedyelere yardım için koştu. Belki benden 4 yaş küçüktü, belki onu kütüphane de ya da bir kafede sevgilisiyle kahkaha atarken görsem, şu yetişkin görünmek için ölen çocuklardan sanardım. Ela ve sevgilisi bayılacağımı düşündüğüm son 40 metrede beni bulup yokuş yukarı taşımışlardı. 
         Kesif dumanın içinde eriyen hardal rengi ışığa doymuş gökyüzüne baktım. Ufak bir martı sürüsü ışıkların içinde daireler çizerek süzülüyordu. Yanımdan geçen lacivert başörtülü bir kız, yanındaki maskeli, uzun kıza 13 yaşındayken Kanlıca'da bir keresinde deniz kızı gördüğünden bahsediyordu.
            "İyi aşağı geri dönmemişsin." 
             Diş perisinin sesiyle irkildim. 
            "Şimdi iniyorum," dedim. 
         "Orada durum iyiye gitmiyor. Gümüşsuyu'ndaki revire saldırdılar, buraya da çıkacaklar. Bırak dinlenmiş olanlar inip bağırsın!" 
             "Ha yok be. Bağırmaya inmiyorum, arkadaşım orada kaldı. Onu görmem lazım." 
           "En son kaçan sen vardın, arkadaşın kesin barikata varmıştır, dumandan seçemezsin. Tolga'yla ben bakarım."
       "Teknik olarak o barikata gelemez. Ben daha aşağı ineceğim. Dolmabahçe tarafına, en son oradaydı."
            "Üzgünüm ama o zaman tutuklanmıştır ya da daha kötüsü…"
        "Yok onu tutuklamamışlardır. En son bildiğim salak olmak hala yasaldı." Eldivenleri taktım.            Ela bir kez daha baktığım kuşlara gözlerimi takip ederek baktı sonra, "Bence yapacağın bir şey yok ama dikkatli ol."
        "Onu bulup derdimi anlatmam lazım. Şöyle küfürle bir giriş yaparım seni orospu çocuğu falan diye. O beni kaçmak için gazlamasaydı polisler üzerimden on kere geçmişti; o yüzden sonra ona öyle erkekçe sarılırsam iyi olur… Neyse iyi çocuk, bu kadarını hak ediyor… Galiba."
       Kızın gözlerinin kahvesinde siyah bir pırıltı gezindi. Hafifçe kırpıldılar, kapanmadan. Aşağı yürürken arkamdan seslendi: "Olur da aşağıda denk gelirse, diye soruyorum: Kask numarası ne?" 
          "Bilmem. Kolay aslında, aşağı indiğinde lacivert kuvvete, Flannery O'Conner kitabını iki senedir geri vermeyen hırsız göt kim, dersen belki öne çıkar."
          Öyle konuştuktan sonra arkamı bakmadan sisin içinde kaybolayım dedim fakat 'pusun içinde yitip giden gizemli herifi' sahneleyemedim. Arkamı döndüm. Bir daha nerede görecektim bu ikisini? Belki yirmi sene sonra üst çenemdeki son yirmilik dişim çürüdüğünde, ben elimde buzla bekleme salonunda 2033'ün En İyi Dantel Desenleri kataloğunu okurken, dal gibi ince yaşlanmış bir kadın eldivenli ellerini ağzıma sokmak için yanıma gelirdi. Ben belki anımsar ama soramazdım. Birileri "Doktor!" diye feryat etti. Önüme dönüp yürümeye devam ettim. Gaz yemekten gözleri balık sırtı gibi parlayan, İrlandalıyım diye bağıran kızıl saçlı adam gaz maskesini boynuna sıyırmış halde yanımdan geçerken şapkasının siperine dokunup beni selamladı:  "İyi geceler kardeş."
             Hayali şapkama dokunarak karşıladım.
             Aslında düşününce, harbiden iyi bir geceydi.   

Tolga AYDIN

2013
Çapulistan
   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder