5 Ocak 2014 Pazar

Neşter Bey Kendini Niçin Öldürdü?

Ameliyathaneye doğru ilerlerken aralarından geçtiğim insan koridorunda gözüme çarpan gülümseyen suratların ve birbirinin aynısı giyinmiş, ciddiyet abidesi erkeklerin yüzlerine bakamayacak kadar yorgundum. Sabahtan beri bu girdiğim üçüncü ameliyat olacaktı ve mesai saatimin bitmesine sadece dakikalar kalmıştı. Kış olduğu için havanın kararmış olması da sinirlerimi altüst ediyordu.  

Çocukları sünnet yapmaktan hoşlanmıyordum. Ama devlet memuru olduğum için bazı konularda seçim şansım olmuyordu. Aslında genel olarak hiçbir konuda seçim şansım olmuyordu ve bu bunlardan sadece biriydi. Ameliyathaneye girdiğimde yedi – sekiz yaşlarındaki kıvırcık saçlı oğlan bana öfkeyle baktı. Pek çok çocuğun aksine sedyenin üzerinde gururlu ve vakur bir şekilde yatıyordu. Sanki biraz, kaderine razı olmuşluk taşıyordu. Çocuğun bu davranışını çok olgun bulduğum için dışardaki berbat kalabalığı hiçe sayıp, kendimi ve çocuğu neşelendirmek istedim.

“Pipini ne yapacaklar biliyor musun?”

“Pilava katacaklarmış. Öyle söylüyorlar.”

“Hayır vampirlere verecekler.”

“Vampir diye bir şey yoktur!”

“Hayır kıvırcık saçlı çocuk, hayır. Vampirler var. Onlar aramızda yaşıyor.”

“Vampirler yoktur ve sen de onlara inanıyorsan bence tam bir salaksın!”
                
            Bunu söyledikten sonra çocuk bir kahkaha krizine girdi. Kahkahaları beynimi oyuyordu çünkü vampirler çocukluğumdan beri dünyada inandığım tek gerçekti. Onlarla ilgili onlarca kitap, çizgi roman ve öykü okumuş, bir sürü film izlemiştim. Onların bu dünyada yaşadığına tüm kalbimle inanıyor, hatta o kadar inanıyordum ki yanımda yıllardır bir diş sarımsak, küçük bir haç ve hali hazırda bir vampir görme olasılığına karşı, kalbine çakmak için küçük bir kazık taşıyordum.

Beynimin derinliklerinde hala tutunduğum çocukluğumu yıkan kahkahalara bir de dışarda bekleyen kalabalığın, ‘adettendir’ diyerek getirmeye başladığı uhrevi tondaki tekbir sesleri eklenince, bir an cinnetin sınırlarını geçip, elimde tuttuğum neşterle çocuğun pipisi yerine şah damarını kesiverdim. Bu, öyle ani oldu ki emrimde çalışan personel ne olduğunu bile anlayamadı. Üstlerine sıçrayan kırmızılığı anlamlandırmaya çalışırlarken, onların dehşetle bürünmüş gözlerine tahammül edemeyip bir film sahnesinin etkisiyle elimde tuttuğum, çocuk kanıyla tanışmış soğuk neşteri emrimde amade beş hastane personelinin boğazlarında gezindirmemle ortalığın kan gölüne bulanması bir oldu. Bir anda biri çocuk, biri kadın ve dördü erkek olmak üzere toplamda altı leşi olan bir katile dönüşmüştüm.

Ameliyathaneden yüzümde tek bir seğirme dahi olmadan, yalnızca başarılı insanların taşıdığı ince ama bir o kadar da belirgin bir gülümsemeyle çıktım. Çocuğun babası yanıma yaklaşıp

“Bizim oğlan ne zaman çıkar?” dedi.

“Birazdan sağ salim taburcu olur inşallah.” diye cevap verdim ve babasının cebime sokuşturduğu yüzlüğü usulüne uyarak kabul ettim.

Hastaneden koşar adım çıkıp arabama atladığım gibi gaza bastım. İlk gördüğüm tekelin önünde durup cebimdeki yüzlükle koca bir şişe votka alıp izimi kaybettirmek için ara sokaklardan yoluma devam ettim. Bir yandan votkadan sert yudumlar alıp, diğer yandan arabanın gaz pedalına daha çok yükleniyordum. Yüz yirmiyle girdiğim ara sokaklarda amacım birini öldürmek değil, bir eskici kamyonuna müthiş bir hızla çarpıp, akordeon haline gelen arabamın içinde bulunan cesedime saplanmış bir kamyon sileceği edinebilmekti.

Hava iyice kararmıştı. Şişeyi yarılamıştım. Girdiğim ara sokakta baş aşağı ilerlerken, artan hızımı kesebilecek tek bir çukur dahi hissetmezken, karşımda gözlerini bana dikmiş halde hareketsizce duran adamı gördüğümde artık frene basmak için çok geçti. Adama doğru son sürat yaklaştığımda, adam ani bir hamleyle sıçrayıp ön cama yapıştı. Adamın keskin dişlerinin ışıldadığını gördüm. Keskin bir refleksle sertçe frene bastım ve adam ivmenin etkisiyle arabadan yaklaşık on metre ileriye savruldu. Daha elimi direksiyondan bırakmadan adam gelip şoför kapısını tek eliyle söküp fırlattı ve beni arabadan dışarı çıkarıp havaya kaldırdığında gördüğüm manzara beni dehşet ve mutluluğun kesiştiği doruklara taşıdı: Bu adam bir vampirdi!

Çocukluğumun hayali gerçek oluyordu ama bunula beraber hayatımın son bulması bir an meselesiydi. Elimle cebimdeki sarımsağı çıkartıp vampirin yüzüne fırlattım ama o sadece gülümsedi. Ardından diğer cebimde taşıdığım minik haçı çıkartıp ona gösterdiğimde beni duvara doğru fırlattı. Ben daha gözlerimi açamadan eliyle kravatımı yakalayıp beni kendine doğru çekti. Beni ısırması artık bir an meselesiydi. Yüzünü iyice yüzüme doğru yaklaştırdığında nefesini teneffüs etmek zorunda kaldım. Gözlerini gözlerime dikip gülümsediğinde ölümün ne kadar yakın olduğunu hissedebiliyordum. Kravat yüzünden suratım domatese dönmüştü ve bu onu daha da mutlu etti. Dişlerinin arasından suratımı sıyıran nefesi hissettim ve kısılmış sesimle dedim ki: “ Ağzın çok kötü kokuyor.”

Bir anda kravatımı bıraktı. Yüzünde anlamsız bir ifade belirdi. Bana arkasını dönüp karşı kaldırıma geçti ve dizlerini kendine doğru çekip oturarak hıçkırıklara boğuldu. Bir süre onu izledim. Yanına gidip özür dilemeyi düşündüm ama kırılmıştı bana bir kere.

“Arada bir sakız çiğne lan. Zaten arabanın kaskosu da yoktu!” diye bağırdım. Gönlünü almaya uğraşmadan artık şoför kapısından yoksun arabama binip yavaşça yoluma devam ettim.

Sahile inip arabayı denize paralel çevirdim. Soluma dönüp koltuktan hiç kalkmadan ayaklarımı arabadan dışarı sarkıttım. Artık bir sigara içmenin zamanı gelmişte geçiyordu bile. Votka şişesi çoktan yarının altına inmişti ve muhtemelen polisler beni arıyordu. Umursamadım. Gece yarısı yaklaşıyordu. Dolunaya karşı durup derin nefeslerle sigaramı tüttürmeye başladım. Benim az ötemde kendi kendine saçma hareketler yapan çocuk gözüme ilişti. Önce ses etmesem de sonunda dayanamayıp çocuğa bulaşmaya karar verdim. Muhtemelen on beş yaşlarına yakın bir tinerciydi ve kafasının en az benimki kadar yüksekte olduğu anlaşılıyordu. Çocuk denizin kenarındaki kayalara çıkmış elindeki radyo anteniyle havaya yuvarlaklar çiziyordu. Çocuğun yanına gelmeme rağmen beni fark etmedi bile. Bağırdım:

“ Napıyosun lan böyle?”

“Denizi ikiye bölemeye çalışıyorum.”
                
              Kahkahalarıma engel olamadım. Çılgınlar gibi gülmeye başladım. Çocuk dikilip beni izlemeye koyuldu. Kasıklarım ağrıyana kadar güldüm. Kahkahalarım şehrin şatolarında yankılandı. Karın kaslarımı hissetmiyordum artık. Gülmeye devam ettim. Artık gülmeye yetecek nefesim kalmamışken çocuk hala beni izliyordu. Kayalıkların üzerinde bir süre süründükten sonra ayağa dikilip şişeyi kafama diktim ama tek bir damla dahi düşmedi dilime. Şişe çoktan bitmişti, bu yüzden denize doğru fırlattım. Çocuğun omzuna dostça elimi koyup içimi dökmek istedim:

“ Bak çocuk, denizi yarabilirsin ama arkanda koşturan bir firavun olması lazım. Senin var mı? Yok. Gerçi olsa da bu denizi sen yaramazsın ama boş ver. Sen beni dinle beni. Günahların kefareti bu dünyada da ödenir sen merak etme. Sen neden böylesin? Bilmiyorsun, muhtemelen hep böyleydin. Peki, ben neden böyleyim? Doktorum lan ben. Cerrahım amına koyiym ama bak senle beraber yuvarlanıyorum kayalıklarda. Ben çocukken senin gibiydim çünkü. Sokaklardan geldim. Hayaletlere ve vampirlere inanarak korktum geceleri bankta yatarken ama bu korku sayesinde hayatta kaldım. Vampirlerin varlığını kimseye kanıtlayamamıştım ama en azından kendime kanıtladım bu gece. Dinliyor musun beni? Dinle çünkü senin kaderin benim gözlerimde. Sen de benim gibi olacaksın. Ama her insan başladığı yere er geç döner. Bak bana, bak. Neredeyim ben? Anasını siktiğim profesörlerin sikik tafralarını çektim senelerce cerrah olmak için ama şimdi yine bir tinercinin önünde ağlıyorum. Herkes başladığı yerde ölmek zorundadır. Bedenen olmasa bile ruhen. Anlıyor musun beni?”

“ A.. Aaa… Anlıyorum abi.”

“Bok anlıyorsun.” dedim ve çocuğun omzuna bir şaplak attım. Çocuğa hafifçe dokunmuştum ya da ben öyle sanıyordum. Çünkü çocuk tiz bir çığlık atarak kayaların üzerinden denize düştü ve anladığım kadarıyla, gözlerim beni yanıltmıyorsa hayatında hiç yüzmemişti. Kısa süre sonra denizin yüzeyinde yakamozlardan başka hiçbir şey görünmeyişini buna bağlıyorum.
                
              Ardından kayalıkların üzerinde dikilip kafamı göğe doğru kaldırdım. İşte Küçük Ayı… İşte Kutup Yıldızı… Zaten diğerlerinin adlarını hatırlamıyorum. Çokta önemli değil. Çünkü yıldızlar her zaman için iyidir. Yalnız başına yıldızları seyreden herkes bilir ki yıldızlar halen daha yaşanılası başka yerlerin, başka hayatların olduğunun habercisidir. İnsanları hüsrandan kurtaracak tek şey bazen yıldızları layıkıyla izleyebilmektir. Şehirlerde değil ama. Mesela bir denizin en durgun yerinde, mesela bir ırmağın çağladığı yerde ya da bir dağın kalbinde uyurken izlemek gerekir yıldızları.


Umudumu hiç yitirmeden elimi cebime atıp üzerinde kurumuş çocuk kanı olan neşterimi çıkarttım. Dünyada hiç ağlamamış insanların olabileceğini düşündüm bir an, midem bulandı. “İnsanlara bezen de hüzün gerek” dedim kendi kendime. Ben hayaletlere ve vampirlere inanarak yaşadım yıllar boyu. Bu gece vampirlerin var olduğunu kendime kanıtladım. Kalbini kırmış olsam da. Şimdi sıra hayaletlerin var olduğunu kanıtlamaya gelmişti. Hayaletler yeryüzünün asıl sahibidir çünkü insanlar yokken bile hayaletler gezinirdi ormanlarda. Şimdi bir hayalet olabilmenin azmi ve endişesini taşırken, yüzüme mavi – kırmızı polis lambaları vuruyor. Denizde, denizin deniz olduğunu kanıtlayacak tek bir dalga yok. Hala uyumamış aptal bir martı çığlık çığlığa beni selamlarken; kapıdan süzülen kanı, sünnet çocuğunun ailesi gördüğünde ne düşündü acaba? Eminim ki, vampirler var ve şu anda ara sokaklarda dişlerini fırçalarken; ben, boğazımda pürüzsüzce kayan neşterin yakıcı keskinliğini tecrübe ediyorum. 


                        Onur Tuncay
                       Gültepe

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder