Ameliyathaneye doğru ilerlerken
aralarından geçtiğim insan koridorunda gözüme çarpan gülümseyen suratların ve
birbirinin aynısı giyinmiş, ciddiyet abidesi erkeklerin yüzlerine bakamayacak
kadar yorgundum. Sabahtan beri bu girdiğim üçüncü ameliyat olacaktı ve mesai
saatimin bitmesine sadece dakikalar kalmıştı. Kış olduğu için havanın kararmış
olması da sinirlerimi altüst ediyordu.
Çocukları sünnet yapmaktan
hoşlanmıyordum. Ama devlet memuru olduğum için bazı konularda seçim şansım
olmuyordu. Aslında genel olarak hiçbir konuda seçim şansım olmuyordu ve bu
bunlardan sadece biriydi. Ameliyathaneye girdiğimde yedi – sekiz yaşlarındaki
kıvırcık saçlı oğlan bana öfkeyle baktı. Pek çok çocuğun aksine sedyenin
üzerinde gururlu ve vakur bir şekilde yatıyordu. Sanki biraz, kaderine razı
olmuşluk taşıyordu. Çocuğun bu davranışını çok olgun bulduğum için dışardaki
berbat kalabalığı hiçe sayıp, kendimi ve çocuğu neşelendirmek istedim.
“Pipini ne yapacaklar biliyor musun?”
“Pilava katacaklarmış. Öyle söylüyorlar.”
“Hayır vampirlere verecekler.”
“Vampir diye bir şey yoktur!”
“Hayır kıvırcık saçlı çocuk, hayır. Vampirler var. Onlar
aramızda yaşıyor.”
“Vampirler yoktur ve sen de onlara inanıyorsan bence tam bir
salaksın!”
Bunu
söyledikten sonra çocuk bir kahkaha krizine girdi. Kahkahaları beynimi oyuyordu
çünkü vampirler çocukluğumdan beri dünyada inandığım tek gerçekti. Onlarla
ilgili onlarca kitap, çizgi roman ve öykü okumuş, bir sürü film izlemiştim. Onların
bu dünyada yaşadığına tüm kalbimle inanıyor, hatta o kadar inanıyordum ki yanımda
yıllardır bir diş sarımsak, küçük bir haç ve hali hazırda bir vampir görme
olasılığına karşı, kalbine çakmak için küçük bir kazık taşıyordum.
Beynimin derinliklerinde hala
tutunduğum çocukluğumu yıkan kahkahalara bir de dışarda bekleyen kalabalığın,
‘adettendir’ diyerek getirmeye başladığı uhrevi tondaki tekbir sesleri
eklenince, bir an cinnetin sınırlarını geçip, elimde tuttuğum neşterle çocuğun
pipisi yerine şah damarını kesiverdim. Bu, öyle ani oldu ki emrimde çalışan
personel ne olduğunu bile anlayamadı. Üstlerine sıçrayan kırmızılığı
anlamlandırmaya çalışırlarken, onların dehşetle bürünmüş gözlerine tahammül
edemeyip bir film sahnesinin etkisiyle elimde tuttuğum, çocuk kanıyla tanışmış
soğuk neşteri emrimde amade beş hastane personelinin boğazlarında gezindirmemle
ortalığın kan gölüne bulanması bir oldu. Bir anda biri çocuk, biri kadın ve
dördü erkek olmak üzere toplamda altı leşi olan bir katile dönüşmüştüm.
Ameliyathaneden yüzümde tek bir
seğirme dahi olmadan, yalnızca başarılı insanların taşıdığı ince ama bir o
kadar da belirgin bir gülümsemeyle çıktım. Çocuğun babası yanıma yaklaşıp
“Bizim oğlan ne zaman çıkar?” dedi.
“Birazdan sağ salim taburcu olur inşallah.” diye cevap
verdim ve babasının cebime sokuşturduğu yüzlüğü usulüne uyarak kabul ettim.
Hastaneden koşar adım çıkıp
arabama atladığım gibi gaza bastım. İlk gördüğüm tekelin önünde durup cebimdeki
yüzlükle koca bir şişe votka alıp izimi kaybettirmek için ara sokaklardan
yoluma devam ettim. Bir yandan votkadan sert yudumlar alıp, diğer yandan arabanın
gaz pedalına daha çok yükleniyordum. Yüz yirmiyle girdiğim ara sokaklarda
amacım birini öldürmek değil, bir eskici kamyonuna müthiş bir hızla çarpıp,
akordeon haline gelen arabamın içinde bulunan cesedime saplanmış bir kamyon
sileceği edinebilmekti.
Hava iyice kararmıştı. Şişeyi
yarılamıştım. Girdiğim ara sokakta baş aşağı ilerlerken, artan hızımı
kesebilecek tek bir çukur dahi hissetmezken, karşımda gözlerini bana dikmiş
halde hareketsizce duran adamı gördüğümde artık frene basmak için çok geçti.
Adama doğru son sürat yaklaştığımda, adam ani bir hamleyle sıçrayıp ön cama
yapıştı. Adamın keskin dişlerinin ışıldadığını gördüm. Keskin bir refleksle
sertçe frene bastım ve adam ivmenin etkisiyle arabadan yaklaşık on metre
ileriye savruldu. Daha elimi direksiyondan bırakmadan adam gelip şoför kapısını
tek eliyle söküp fırlattı ve beni arabadan dışarı çıkarıp havaya kaldırdığında
gördüğüm manzara beni dehşet ve mutluluğun kesiştiği doruklara taşıdı: Bu adam
bir vampirdi!
Çocukluğumun hayali gerçek oluyordu
ama bunula beraber hayatımın son bulması bir an meselesiydi. Elimle cebimdeki
sarımsağı çıkartıp vampirin yüzüne fırlattım ama o sadece gülümsedi. Ardından diğer
cebimde taşıdığım minik haçı çıkartıp ona gösterdiğimde beni duvara doğru
fırlattı. Ben daha gözlerimi açamadan eliyle kravatımı yakalayıp beni kendine
doğru çekti. Beni ısırması artık bir an meselesiydi. Yüzünü iyice yüzüme doğru
yaklaştırdığında nefesini teneffüs etmek zorunda kaldım. Gözlerini gözlerime
dikip gülümsediğinde ölümün ne kadar yakın olduğunu hissedebiliyordum. Kravat
yüzünden suratım domatese dönmüştü ve bu onu daha da mutlu etti. Dişlerinin
arasından suratımı sıyıran nefesi hissettim ve kısılmış sesimle dedim ki: “
Ağzın çok kötü kokuyor.”
Bir anda kravatımı bıraktı.
Yüzünde anlamsız bir ifade belirdi. Bana arkasını dönüp karşı kaldırıma geçti
ve dizlerini kendine doğru çekip oturarak hıçkırıklara boğuldu. Bir süre onu
izledim. Yanına gidip özür dilemeyi düşündüm ama kırılmıştı bana bir kere.
“Arada bir sakız çiğne lan. Zaten arabanın kaskosu da yoktu!”
diye bağırdım. Gönlünü almaya uğraşmadan artık şoför kapısından yoksun arabama
binip yavaşça yoluma devam ettim.
Sahile inip arabayı denize
paralel çevirdim. Soluma dönüp koltuktan hiç kalkmadan ayaklarımı arabadan
dışarı sarkıttım. Artık bir sigara içmenin zamanı gelmişte geçiyordu bile.
Votka şişesi çoktan yarının altına inmişti ve muhtemelen polisler beni
arıyordu. Umursamadım. Gece yarısı yaklaşıyordu. Dolunaya karşı durup derin
nefeslerle sigaramı tüttürmeye başladım. Benim az ötemde kendi kendine saçma
hareketler yapan çocuk gözüme ilişti. Önce ses etmesem de sonunda dayanamayıp
çocuğa bulaşmaya karar verdim. Muhtemelen on beş yaşlarına yakın bir tinerciydi
ve kafasının en az benimki kadar yüksekte olduğu anlaşılıyordu. Çocuk denizin
kenarındaki kayalara çıkmış elindeki radyo anteniyle havaya yuvarlaklar
çiziyordu. Çocuğun yanına gelmeme rağmen beni fark etmedi bile. Bağırdım:
“ Napıyosun lan böyle?”
“Denizi ikiye bölemeye çalışıyorum.”
Kahkahalarıma
engel olamadım. Çılgınlar gibi gülmeye başladım. Çocuk dikilip beni izlemeye koyuldu.
Kasıklarım ağrıyana kadar güldüm. Kahkahalarım şehrin şatolarında yankılandı. Karın
kaslarımı hissetmiyordum artık. Gülmeye devam ettim. Artık gülmeye yetecek
nefesim kalmamışken çocuk hala beni izliyordu. Kayalıkların üzerinde bir süre
süründükten sonra ayağa dikilip şişeyi kafama diktim ama tek bir damla dahi
düşmedi dilime. Şişe çoktan bitmişti, bu yüzden denize doğru fırlattım. Çocuğun
omzuna dostça elimi koyup içimi dökmek istedim:
“ Bak çocuk, denizi yarabilirsin ama arkanda koşturan bir
firavun olması lazım. Senin var mı? Yok. Gerçi olsa da bu denizi sen yaramazsın
ama boş ver. Sen beni dinle beni. Günahların kefareti bu dünyada da ödenir sen
merak etme. Sen neden böylesin? Bilmiyorsun, muhtemelen hep böyleydin. Peki,
ben neden böyleyim? Doktorum lan ben. Cerrahım amına koyiym ama bak senle
beraber yuvarlanıyorum kayalıklarda. Ben çocukken senin gibiydim çünkü. Sokaklardan
geldim. Hayaletlere ve vampirlere inanarak korktum geceleri bankta yatarken ama
bu korku sayesinde hayatta kaldım. Vampirlerin varlığını kimseye
kanıtlayamamıştım ama en azından kendime kanıtladım bu gece. Dinliyor musun
beni? Dinle çünkü senin kaderin benim gözlerimde. Sen de benim gibi olacaksın.
Ama her insan başladığı yere er geç döner. Bak bana, bak. Neredeyim ben?
Anasını siktiğim profesörlerin sikik tafralarını çektim senelerce cerrah olmak
için ama şimdi yine bir tinercinin önünde ağlıyorum. Herkes başladığı yerde
ölmek zorundadır. Bedenen olmasa bile ruhen. Anlıyor musun beni?”
“ A.. Aaa… Anlıyorum abi.”
“Bok anlıyorsun.” dedim ve çocuğun omzuna bir şaplak attım.
Çocuğa hafifçe dokunmuştum ya da ben öyle sanıyordum. Çünkü çocuk tiz bir
çığlık atarak kayaların üzerinden denize düştü ve anladığım kadarıyla, gözlerim
beni yanıltmıyorsa hayatında hiç yüzmemişti. Kısa süre sonra denizin yüzeyinde
yakamozlardan başka hiçbir şey görünmeyişini buna bağlıyorum.
Ardından
kayalıkların üzerinde dikilip kafamı göğe doğru kaldırdım. İşte Küçük Ayı… İşte
Kutup Yıldızı… Zaten diğerlerinin adlarını hatırlamıyorum. Çokta önemli değil.
Çünkü yıldızlar her zaman için iyidir. Yalnız başına yıldızları seyreden herkes
bilir ki yıldızlar halen daha yaşanılası başka yerlerin, başka hayatların
olduğunun habercisidir. İnsanları hüsrandan kurtaracak tek şey bazen yıldızları
layıkıyla izleyebilmektir. Şehirlerde değil ama. Mesela bir denizin en durgun
yerinde, mesela bir ırmağın çağladığı yerde ya da bir dağın kalbinde uyurken
izlemek gerekir yıldızları.
Umudumu hiç yitirmeden elimi
cebime atıp üzerinde kurumuş çocuk kanı olan neşterimi çıkarttım. Dünyada hiç
ağlamamış insanların olabileceğini düşündüm bir an, midem bulandı. “İnsanlara
bezen de hüzün gerek” dedim kendi kendime. Ben hayaletlere ve vampirlere
inanarak yaşadım yıllar boyu. Bu gece vampirlerin var olduğunu kendime
kanıtladım. Kalbini kırmış olsam da. Şimdi sıra hayaletlerin var olduğunu
kanıtlamaya gelmişti. Hayaletler yeryüzünün asıl sahibidir çünkü insanlar
yokken bile hayaletler gezinirdi ormanlarda. Şimdi bir hayalet olabilmenin azmi
ve endişesini taşırken, yüzüme mavi – kırmızı polis lambaları vuruyor. Denizde,
denizin deniz olduğunu kanıtlayacak tek bir dalga yok. Hala uyumamış aptal bir
martı çığlık çığlığa beni selamlarken; kapıdan süzülen kanı, sünnet çocuğunun
ailesi gördüğünde ne düşündü acaba? Eminim ki, vampirler var ve şu anda ara
sokaklarda dişlerini fırçalarken; ben, boğazımda pürüzsüzce kayan neşterin
yakıcı keskinliğini tecrübe ediyorum.
Onur Tuncay
Gültepe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder