Adil, ikinci el bir araba almak istiyordu. Kendi halinde bir
ihtiyar olan Emin Bahtiyar ise yurt idarecisiydi ve talebelerinin ona ‘’hocaefendi’’ diye hitap etmeleri
hoşuna giderdi. Aslında bütün mevzu bu.
Cuma namazından sonra cemaat, huşu içinde camiden ayrılırken
Adil, karşı kaldırımdaki çay bahçesinin önünde skolyozunun da etkisiyle kamburunu
neredeyse bir kanat gibi çıkarmış, sigara içiyordu. Talebe yurdunun idarecisi
Emin Bahtiyar, bakır rengi takım elbisesinin içinde, güneşte parlayan açık alnıyla
kalabalığın arasında gözüktüğünde, telaşlı tavırlarla sigarasını topuklarında
söndürdü; elleriyle dumanı dağıttı ve kulaklarına kadar uzayan sahte bir
tebessümle ayaklandı. Emin Bahtiyar’ın takım elbisesi, içine giydiği haki rengi
gömlekle ne kadar uyumluysa Adil’in çarpık tebessümü de yüzüne o kadar
yakışıyordu. Emin Bahtiyar, dostlarıyla ayaküstü, sabır sınırlarını zorlayan
bir yavaşlıkta helalleştikten sonra Adil’e döndü ve babacan bir tavırla onu
süzdü:
‘’Selamünaleyküm,
Adil evladım.’’
‘’Aleykümselam, Hocam.’’
‘’Camiden gelirken az ilerde şahit oldum da… Sigaranı benden gizlemene
gerek yok. Koskoca adamsın yahu! Babana söyleyecek değilim; lakin yurt
talebelerimden biri olsaydın, durum farklı olurdu tabii.’’
Hemen ardından kesik kesik fakat nizami bir ritimle güldü: ‘’Heh… heh… heh…’’
Bununla birlikte Adil’in hiç bozmadığı tebessümünün yanında
utançla kızaran iki kırmızı yanak belirmişti. Artık bir insandan çok mahcup
olmuş bir şempanzeyi andırıyordu. Konuyu değiştirmek için hevesle sordu:
‘’Çay içer misiniz
Hocam?’’
‘’Yok, çayı sonra
içeriz Adil. Önce senin işini görelim.’’
Adil, babasının vesilesiyle muhatap olmuştu Emin
Bahtiyar’la. ‘’Muhterem bir büyüğümüz.’’
demişti babası. Onun için bu kadarı yeterliydi. Emin Bahtiyar’ın yurtta ders
veren bir meslektaşı 98 model Clio’sunu satmak istiyordu. Hem temiz kullanmıştı
arabayı hem de LPG’liydi. Adil’in işini görürdü. Zaten elinde avucunda hepi
topu on bin lira parası birikmişti.
Emin Bahtiyar, kendi çevresinde sözüne itibar edilen
biriydi. Arkadaşıyla konuşmuş, arabasına değerli bir kardeşinin oğlunun talip
olduğunu söylemişti. Yurda gidecekler, tanışacaklar, biraz sohbet edip
karşılıklı birkaç bardak çay içtikten sonra da Adil hayırlısıyla arabasına
kavuşacaktı. Adil’i her şeyden çok bir arabaya sahip olma fikri
heyecanlandırıyordu. Gel gelelim,
babasının devamlı ‘’muhterem’’ diye
nitelendirdiği büyükleriyle anlaşabilmeyi bir türlü becerememişti. Oldum olası
yanlarında gerilir, nasıl davranacağını bilemez, sıkılırdı.
Emin Bahtiyar’ın arabasının yanına geldiklerinde seri bir
hareketle adamın önüne geçti ve kapısını açtı.
‘’Buyrun, Hocam.’’
‘’Eh, madem kibarlık
ettin. Hadi sen kullan bari yurda kadar.’’
Adil, kısa bir tereddüdün ardından direksiyona geçti. Yine o
gergin anlardan birini yaşıyordu. Bu adamların kafalarının içinde çok başka bir
hayat sürdüklerine inanıyordu kendince. Konuşurken sözcüklere yaptıkları
gereksiz vurgulamaları ve mütemadiyen kattıkları imalı havayı çözebilmiş
değildi. ‘’Sigara içmeme bozuldu.’’
herhalde diye geçirdi içinden. Üzerinde fazla durmamaya karar verdi ve yolda
eli ayağı birbirine dolanmasın diye öncelikle sakin olması gerektiğini düşündü:
‘’Tamam… Nasıldı? Debriyaj, gaz, fren…
Tamamdır.’’
‘’Hazır mısınız Hocam?
Gidelim mi?’’
‘’E haydi, seni
bekliyoruz.’’
Adil, motoru çalıştırdı ve engebeli yol boyunca aheste
sürdü. Şehre inen toprak yol bir tepenin etrafından dolanıyordu ve çukurlarla
doluydu. Bu Adil’i huzursuz ediyordu. Yol boyunca bu evhamlı ihtiyarı
endişelendirmemek adına yavaş sürmek zorundaydı. Halbuki o, bir an önce yurda
varmak istiyordu. Adil, bu düşünceler içerisinde pür dikkat direksiyonu
kavramışken Emin Bahtiyar onu, bakışlarının ağırlığıyla baştan aşağı tarttıktan
sonra sordu:
‘’Cumalara gitmez
misin Adil?’’
‘’Elimden geldiğince
gitmeye çalışırım, Hocam.’’
‘’Senin tevellüt kaç,
evladım? Dikkat et bak, çukur var.’’
‘’Merak etmeyin hocam…
Tevellüt?’’
‘’Kaçlısın yani?’’
‘’Şimdi anladım. Seksen
beşliyim Hocam. Yaş oldu yirmi dokuz.’’
‘’Ne güzel… Ne
güzel...’’
Adil, tam muhabbetin kısa kesilmiş olmasına şükrediyordu ki
ihtiyar devam etti:
‘’Tahsilin ne üzerine?’’
Tahsil derken okulu
sorduğuna kanaat getirdi.
‘’Emlak yönetimi
okudum Hocam. Dışardan bitirdim.’’
‘’Maşallah…
Askerlik?’’
‘’Yaptım Hocam… Camı
açayım mı sizin için biraz?’’
‘’Makbule geçer evladım.’’
Adil, dudaklarını kemirmeyi bırakıp camdan içeri dolan
havayı ciğerlerine soludu. Biraz gevşemişti. Göz ucuyla ihtiyarı dikizledi.
Emin Bahtiyar’ın, sorgusunu henüz bitirmemiş olsa da en azından bir süre
susacağını anlamıştı. Belki de uzun bir süre. Buğulu bakışları arabanın
camından dışarıya uzanmış, kızıl renkli cihanda kim bilir nereye kenetlenmişti.
İzliyordu; gördüklerini değil de zihnindekileri izler gibiydi.
Ufukta uzanan metruk
tepelere insanlar serpiştiriyordu önce; sonra onlarla konuşuyordu. Kendi
hikayesini anlatıyordu ilk; sonra onları dinliyordu. Yaşamışlığıyla boyuyordu
boşluğu. Bedeninin şahitlik ettiği yıllarla. Belki şimdi, eflatundu onun için
yeryüzü. Kiremit çatılı, virane evler vardı çamların arasında. Orada bir kadın
çamaşır topluyordu ağaçlardan. Belki de yağmur bırakıyordu bulutlar. Kimseler
yoktu. Kimsesi olmamıştı. Bir başına bekliyordu. Hiçliğin ortasında ıslanıyordu toprakla
birlikte. Toprak buyur ediyordu onu kapıdan içeri. Kayboluyordu. Yağmurla
birlikte yutuyordu onu toprak. Yalnızca kendisi kalıyordu geride. Salt toprak…
‘’Adil!’’
Adil, tahayyül ettiği evrenden gerçeğe döndüğünde,
gökyüzünden arabanın camına doğru süratle yaklaşan bir şey fark etti. Ani bir
refleksle frene köklese de ne olduğunu kavrayamadığı o ‘’şey’’in cama olmasa da arabanın ön tamponuna çarpmasına engel
olamadı. Arabayı istop etti ve korkuyla Emin Bahtiyar’a döndü:
‘’Hocam! İyi
misiniz?’’
‘’Vah, zavallı kuş!’’
‘’Kuş muydu?’’
‘’Herhalde. Bir inip
bakalım.’’
Arabadan indiklerinde çarpmanın etkisiyle yolun kenarına
savrulmuş iri bir karga gördüler. Hareketsiz bir şekilde sırt üstü yatıyordu.
Sükut dolu bir an başında dikildiler. Emin Bahtiyar, sessizliği daha da
derinleştiren bir iç geçirdi. Ardından düşünceli gözlerle yanaklarını kaşımaya
başladı:
‘’Ölmüş.’’
‘’Hocam… Özür
dilerim.’’
‘’Yahu evladım, az
dikkatli olsana sen. Kafan neredeydi kim bilir?’’
‘’Sizi…’’
‘’Ne?’’
‘’Size bakıyordum,
üşüdünüz mü diye. Cam açıktı ya… Gömsek mi hayvanı, Hocam?’’
‘’Gömelim hadi de...
Geç kalıyoruz. Yapacak bir şey yok artık.’’
İkisi de tekrardan arabaya binip yollarına devam ettiler.
Adil, artık daha dikkatliydi. Uzunca bir süre hayal kurmayı kendine
yasaklamıştı. İhtiyarla ilgili düşüncelerinden dolayı duyduğu pişmanlık bir
yana dursun utancından yerin dibine geçmişti. Yurda gidene kadar susmaya karar
verdi. Kamburunu çıkartıp kendini affettirebilmek umuduyla masum bir ifade
takınıp yalnızca yola odaklandı. Emin Bahtiyar ise sessizdi. Bu, aklı bir karış havada genç adam için öfke
duymuyor, onu suçlamıyordu. İnsanlara haddini bildirdiği fırtınalı zamanları
geride bırakmıştı artık. Daha durgundu, daha müşfik. Muhterem büyüklerinden edindiği terbiye de bunu
gerektiriyordu. İnsanlarla ilgili mertebesi yüksek bir tecrübeye eriştiğini,
ancak ahir ömründe anlıyordu insan. Şimdiki
yıllarını, büyüklerinin ahir ömürlerine benzetiyordu o da.
Elleri direksiyonda titreyen Adil’e döndü ve yumuşak bir
perdeden konuştu:
‘’Adil, sen en iyisi
geri dön de şu kuşu gömelim biz evladım.’’
Adil, başıyla onaylamakla yetindi. Direksiyonu usulca kırdı
ve gerisin geri kargaya çarptıkları yere döndüler. Lastik izleri belirgin bir
şekilde yola kazınmıştı. Arabayı park edip indiler. Ne var ki karga yerinde
yoktu. Leşinin olduğu yerde yeller esiyordu. Adil, meraklı bakışlarını Emin
Bahtiyar’a çevirmiş, bir açıklama bekler gibiydi. Emin Bahtiyar, farkında
olmadan yanaklarını kaşımaya başladı yine. Sonra dudaklarını büküp Adil’e
döndü. O da Adil’in bir şey demesini bekliyordu.
‘’Köpek yedi herhalde,
Hocam.’’
‘’Belki de.’’
‘’Nereye gidecek
yoksa?’’
''Haklısın.''
''Benim suçum hep. En başta gömecektim işte.''
''Canını sıkma evladım. Sen çarpmadın zaten. Kendisi atladı arabanın önüne.''
Adil, yüzüne vuran güneşle kısılmış gözlerini karganın az
evvel yattığı yerden ayırmıyordu. Kafasının içinde kendince bir düşünceyi
tartışır gibi yüzünü ekşitti:
''Nasıl yani?''
''Arabanın üzerine doğru uçtu. Gördüm.''
'' İntihar mı etti ?''
''Karga ne bilsin intihar etmeyi evladım.''
''O zaman ne diye...''
''Düşüyordu herhalde. Bilemiyorum.''
Emin Bahtiyar, alnında biriken terleri elinin tersiyle sildi ve arabaya binmek üzere arkasını döndü. Adil, elleri ceplerinde, yerinden kıpırdamıyordu. Kuru ve çatlak dudaklarını diliyle ıslattı. Göz küreleriyle toprağı eşeliyor, adeta altında saklanan dünyayı görmek istercesine bakışlarını inatla yerden kaldırmıyordu. İhtiyar, yorgun adımlarla arabanın yanına geldiğinde arkasından seslendi:
‘’Hocam?’’
‘’Efendim Adil?’’
‘’İnsan ölünce toprağın altına giriyor ya...’’
‘’Evet.’’
‘’Ne kadar sürüyordur? Bedenin toprağa karışıp yok olması…’’
Emin Bahtiyar, kapıyı açarken Adil’i çay bahçesinin önünde
ilk gördüğü andaki babacan tavrıyla
cevapladı:
‘’Allah bilir, Adil
evladım... Yine de bir kargadan uzun süreceği kesin.’’
Sıcak bir Cuma günüydü aslında. Güneş, bulutları kavuruyordu.
Şehre doğru yola koyulduklarında Adil’in aklında satın alacağı araba yoktu. Emin
Bahtiyar ise hülyalı bakışlarını tepelerden ziyade çukurlu yola çevirmişti. Ne
düşünüyorlardı, Allah bilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder