8 Ocak 2014 Çarşamba

Emin Bahtiyar ile Adil'in Keyifli Sohbeti

Adil, ikinci el bir araba almak istiyordu. Kendi halinde bir ihtiyar olan Emin Bahtiyar ise yurt idarecisiydi ve talebelerinin ona ‘’hocaefendi’’ diye hitap etmeleri hoşuna giderdi. Aslında bütün mevzu bu.

Cuma namazından sonra cemaat, huşu içinde camiden ayrılırken Adil, karşı kaldırımdaki çay bahçesinin önünde skolyozunun da etkisiyle kamburunu neredeyse bir kanat gibi çıkarmış, sigara içiyordu. Talebe yurdunun idarecisi Emin Bahtiyar, bakır rengi takım elbisesinin içinde, güneşte parlayan açık alnıyla kalabalığın arasında gözüktüğünde, telaşlı tavırlarla sigarasını topuklarında söndürdü; elleriyle dumanı dağıttı ve kulaklarına kadar uzayan sahte bir tebessümle ayaklandı. Emin Bahtiyar’ın takım elbisesi, içine giydiği haki rengi gömlekle ne kadar uyumluysa Adil’in çarpık tebessümü de yüzüne o kadar yakışıyordu. Emin Bahtiyar, dostlarıyla ayaküstü, sabır sınırlarını zorlayan bir yavaşlıkta helalleştikten sonra Adil’e döndü ve babacan bir tavırla onu süzdü:

‘’Selamünaleyküm, Adil evladım.’’

‘’Aleykümselam, Hocam.’’

‘’Camiden gelirken az ilerde şahit oldum da… Sigaranı benden gizlemene gerek yok. Koskoca adamsın yahu! Babana söyleyecek değilim; lakin yurt talebelerimden biri olsaydın, durum farklı olurdu tabii.’’

Hemen ardından kesik kesik fakat nizami bir ritimle güldü: ‘’Heh… heh… heh…’’

Bununla birlikte Adil’in hiç bozmadığı tebessümünün yanında utançla kızaran iki kırmızı yanak belirmişti. Artık bir insandan çok mahcup olmuş bir şempanzeyi andırıyordu. Konuyu değiştirmek için hevesle sordu:

‘’Çay içer misiniz Hocam?’’

‘’Yok, çayı sonra içeriz Adil. Önce senin işini görelim.’’

Adil, babasının vesilesiyle muhatap olmuştu Emin Bahtiyar’la. ‘’Muhterem bir büyüğümüz.’’ demişti babası. Onun için bu kadarı yeterliydi. Emin Bahtiyar’ın yurtta ders veren bir meslektaşı 98 model Clio’sunu satmak istiyordu. Hem temiz kullanmıştı arabayı hem de LPG’liydi. Adil’in işini görürdü. Zaten elinde avucunda hepi topu on bin lira parası birikmişti.

Emin Bahtiyar, kendi çevresinde sözüne itibar edilen biriydi. Arkadaşıyla konuşmuş, arabasına değerli bir kardeşinin oğlunun talip olduğunu söylemişti. Yurda gidecekler, tanışacaklar, biraz sohbet edip karşılıklı birkaç bardak çay içtikten sonra da Adil hayırlısıyla arabasına kavuşacaktı. Adil’i her şeyden çok bir arabaya sahip olma fikri heyecanlandırıyordu.  Gel gelelim, babasının devamlı ‘’muhterem’’ diye nitelendirdiği büyükleriyle anlaşabilmeyi bir türlü becerememişti. Oldum olası yanlarında gerilir, nasıl davranacağını bilemez, sıkılırdı.

Emin Bahtiyar’ın arabasının yanına geldiklerinde seri bir hareketle adamın önüne geçti ve kapısını açtı.

’Buyrun, Hocam.’’

‘’Eh, madem kibarlık ettin. Hadi sen kullan bari yurda kadar.’’

Adil, kısa bir tereddüdün ardından direksiyona geçti. Yine o gergin anlardan birini yaşıyordu. Bu adamların kafalarının içinde çok başka bir hayat sürdüklerine inanıyordu kendince. Konuşurken sözcüklere yaptıkları gereksiz vurgulamaları ve mütemadiyen kattıkları imalı havayı çözebilmiş değildi. ‘’Sigara içmeme bozuldu.’’ herhalde diye geçirdi içinden. Üzerinde fazla durmamaya karar verdi ve yolda eli ayağı birbirine dolanmasın diye öncelikle sakin olması gerektiğini düşündü: ‘’Tamam… Nasıldı? Debriyaj, gaz, fren… Tamamdır.’’

‘’Hazır mısınız Hocam? Gidelim mi?’’

‘’E haydi, seni bekliyoruz.’’

Adil, motoru çalıştırdı ve engebeli yol boyunca aheste sürdü. Şehre inen toprak yol bir tepenin etrafından dolanıyordu ve çukurlarla doluydu. Bu Adil’i huzursuz ediyordu. Yol boyunca bu evhamlı ihtiyarı endişelendirmemek adına yavaş sürmek zorundaydı. Halbuki o, bir an önce yurda varmak istiyordu. Adil, bu düşünceler içerisinde pür dikkat direksiyonu kavramışken Emin Bahtiyar onu, bakışlarının ağırlığıyla baştan aşağı tarttıktan sonra sordu:

‘’Cumalara gitmez misin Adil?’’

‘’Elimden geldiğince gitmeye çalışırım, Hocam.’’

‘’Senin tevellüt kaç, evladım? Dikkat et bak, çukur var.’’

‘’Merak etmeyin hocam… Tevellüt?’’

‘’Kaçlısın yani?’’

‘’Şimdi anladım. Seksen beşliyim Hocam. Yaş oldu yirmi dokuz.’’

‘’Ne güzel… Ne güzel...’’

Adil, tam muhabbetin kısa kesilmiş olmasına şükrediyordu ki ihtiyar devam etti:

‘’Tahsilin ne üzerine?’’

 Tahsil derken okulu sorduğuna kanaat getirdi.

‘’Emlak yönetimi okudum Hocam. Dışardan bitirdim.’’

‘’Maşallah… Askerlik?’’

‘’Yaptım Hocam… Camı açayım mı sizin için biraz?’’

‘’Makbule geçer evladım.’’

Adil, dudaklarını kemirmeyi bırakıp camdan içeri dolan havayı ciğerlerine soludu. Biraz gevşemişti. Göz ucuyla ihtiyarı dikizledi. Emin Bahtiyar’ın, sorgusunu henüz bitirmemiş olsa da en azından bir süre susacağını anlamıştı. Belki de uzun bir süre. Buğulu bakışları arabanın camından dışarıya uzanmış, kızıl renkli cihanda kim bilir nereye kenetlenmişti. İzliyordu; gördüklerini değil de zihnindekileri izler gibiydi.

Ufukta uzanan metruk tepelere insanlar serpiştiriyordu önce; sonra onlarla konuşuyordu. Kendi hikayesini anlatıyordu ilk; sonra onları dinliyordu. Yaşamışlığıyla boyuyordu boşluğu. Bedeninin şahitlik ettiği yıllarla. Belki şimdi, eflatundu onun için yeryüzü. Kiremit çatılı, virane evler vardı çamların arasında. Orada bir kadın çamaşır topluyordu ağaçlardan. Belki de yağmur bırakıyordu bulutlar. Kimseler yoktu. Kimsesi olmamıştı. Bir başına bekliyordu.  Hiçliğin ortasında ıslanıyordu toprakla birlikte. Toprak buyur ediyordu onu kapıdan içeri. Kayboluyordu. Yağmurla birlikte yutuyordu onu toprak. Yalnızca kendisi kalıyordu geride. Salt toprak…

‘’Adil!’’

Adil, tahayyül ettiği evrenden gerçeğe döndüğünde, gökyüzünden arabanın camına doğru süratle yaklaşan bir şey fark etti. Ani bir refleksle frene köklese de ne olduğunu kavrayamadığı o ‘’şey’’in cama olmasa da arabanın ön tamponuna çarpmasına engel olamadı. Arabayı istop etti ve korkuyla Emin Bahtiyar’a döndü:

‘’Hocam! İyi misiniz?’’

‘’Vah, zavallı kuş!’’

‘’Kuş muydu?’’

‘’Herhalde. Bir inip bakalım.’’

Arabadan indiklerinde çarpmanın etkisiyle yolun kenarına savrulmuş iri bir karga gördüler. Hareketsiz bir şekilde sırt üstü yatıyordu. Sükut dolu bir an başında dikildiler. Emin Bahtiyar, sessizliği daha da derinleştiren bir iç geçirdi. Ardından düşünceli gözlerle yanaklarını kaşımaya başladı:

‘’Ölmüş.’’

‘’Hocam… Özür dilerim.’’

‘’Yahu evladım, az dikkatli olsana sen. Kafan neredeydi kim bilir?’’

‘’Sizi…’’

‘’Ne?’’

‘’Size bakıyordum, üşüdünüz mü diye. Cam açıktı ya… Gömsek mi hayvanı, Hocam?’’

‘’Gömelim hadi de... Geç kalıyoruz. Yapacak bir şey yok artık.’’

İkisi de tekrardan arabaya binip yollarına devam ettiler. Adil, artık daha dikkatliydi. Uzunca bir süre hayal kurmayı kendine yasaklamıştı. İhtiyarla ilgili düşüncelerinden dolayı duyduğu pişmanlık bir yana dursun utancından yerin dibine geçmişti. Yurda gidene kadar susmaya karar verdi. Kamburunu çıkartıp kendini affettirebilmek umuduyla masum bir ifade takınıp yalnızca yola odaklandı. Emin Bahtiyar ise sessizdi.  Bu, aklı bir karış havada genç adam için öfke duymuyor, onu suçlamıyordu. İnsanlara haddini bildirdiği fırtınalı zamanları geride bırakmıştı artık. Daha durgundu, daha müşfik.  Muhterem büyüklerinden edindiği terbiye de bunu gerektiriyordu. İnsanlarla ilgili mertebesi yüksek bir tecrübeye eriştiğini, ancak ahir ömründe anlıyordu insan.  Şimdiki yıllarını, büyüklerinin ahir ömürlerine benzetiyordu o da.

Elleri direksiyonda titreyen Adil’e döndü ve yumuşak bir perdeden konuştu:

‘’Adil, sen en iyisi geri dön de şu kuşu gömelim biz evladım.’’

Adil, başıyla onaylamakla yetindi. Direksiyonu usulca kırdı ve gerisin geri kargaya çarptıkları yere döndüler. Lastik izleri belirgin bir şekilde yola kazınmıştı. Arabayı park edip indiler. Ne var ki karga yerinde yoktu. Leşinin olduğu yerde yeller esiyordu. Adil, meraklı bakışlarını Emin Bahtiyar’a çevirmiş, bir açıklama bekler gibiydi. Emin Bahtiyar, farkında olmadan yanaklarını kaşımaya başladı yine. Sonra dudaklarını büküp Adil’e döndü. O da Adil’in bir şey demesini bekliyordu.

‘’Köpek yedi herhalde, Hocam.’’

‘’Belki de.’’

‘’Nereye gidecek yoksa?’’

''Haklısın.''

''Benim suçum hep. En başta gömecektim işte.''

''Canını sıkma evladım. Sen çarpmadın zaten. Kendisi atladı arabanın önüne.''

Adil, yüzüne vuran güneşle kısılmış gözlerini karganın az evvel yattığı yerden ayırmıyordu. Kafasının içinde kendince bir düşünceyi tartışır gibi yüzünü ekşitti:

''Nasıl yani?''

''Arabanın üzerine doğru uçtu. Gördüm.''

'' İntihar mı etti ?''

''Karga ne bilsin intihar etmeyi evladım.''

''O zaman ne diye...''

''Düşüyordu herhalde. Bilemiyorum.'' 

Emin Bahtiyar, alnında biriken terleri elinin tersiyle sildi ve arabaya binmek üzere arkasını döndü. Adil, elleri ceplerinde, yerinden kıpırdamıyordu. Kuru ve çatlak dudaklarını diliyle ıslattı. Göz küreleriyle toprağı eşeliyor, adeta altında saklanan dünyayı görmek istercesine bakışlarını inatla yerden kaldırmıyordu. İhtiyar, yorgun adımlarla arabanın yanına geldiğinde arkasından seslendi:

‘’Hocam?’’

‘’Efendim Adil?’’

‘’İnsan ölünce toprağın altına giriyor ya...’’

‘’Evet.’’

‘’Ne kadar sürüyordur?  Bedenin toprağa karışıp yok olması…’’

Emin Bahtiyar, kapıyı açarken Adil’i çay bahçesinin önünde ilk gördüğü andaki babacan tavrıyla 
cevapladı:

‘’Allah bilir, Adil evladım... Yine de bir kargadan uzun süreceği kesin.’’


Sıcak bir Cuma günüydü aslında. Güneş, bulutları kavuruyordu. Şehre doğru yola koyulduklarında Adil’in aklında satın alacağı araba yoktu. Emin Bahtiyar ise hülyalı bakışlarını tepelerden ziyade çukurlu yola çevirmişti. Ne düşünüyorlardı, Allah bilir.


                                                                                                                                                 ekin gökgöz  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder