3 Ağustos 2013 Cumartesi

Önce Elma, Sonra Şakir, Sonra Zeki

                Dairenin kapısından çıktığımda Ağustos güneşi suratıma bir yumruk gibi indi. Klimadan ağrımış kaslarımı gevşetmek için miskince gerindim. Memuriyet yaz aylarında hiç çekilmiyordu. Hiçbir iş yapmıyorduk, erken kalkıyorduk ve sıcak bizi uyuşturuyordu. Yıllık iznimi bayramla birleştirmeyi bekliyordum. Sanırım dünyadaki en büyük kaygım ve mutluluğum yıllık iznimdi. İşin kötü tarafı da hayatım boyunca bu böyle gidecekti. Bunu düşünerek garip bir mutluluk duymadım desem yalan olur doğrusu.
                Zorunlu görev yeri olarak Kazdağı’nın eteklerinde küçük bir yörük kasabasının vergi dairesine atanmıştım. Dünyanın en küçük kasabasının en küçük devlet dairesi burası olduğuna inanıyordum. Dağların arasına sıkışmış küçücük bir kasabada en az üç yıl geçirmem isteniyordu. Takvime göre bir buçuk yılı geride bırakmıştım. Bana göreyse birkaç asır eskimişti zaman. Buraya geldiğimde inançlarım, ideallerim, umutlarım, aşklarım ve gençliğim vardı. Bugünse sadece yıllık iznimi bayramla nasıl birleştirebileceğimi düşünür olmuştum. Zaman hiçbir şeye çare değildi. Bunu zamanın gerçekten akmayıp sürtünerek yıprandığı bu kasabada anlıyordum.
                Geldiğim zaman küçük bir daire kiralamıştım. Bir buzdolabı, bir çamaşır makinası, birkaç ıvır zıvır ve iki tane de çekyat almıştım eve. Neden iki çekyat almışım bilmiyorum. Evime hiç misafir gelmemesine rağmen o çekyatın orda duruşu bile bana umut veriyordu ilk aylarda. Sanki evde biri daha varmış gibi hissediyordum. Ya da her an biri gelebilecekmiş gibi. Zamanla ikinci çekyatı yadırgamaya başladım. Birkaç ay daha geçti aradan. Artık onun üzerine oturmuyordum. Onun üzerinde uyumuyor ve eşya koymuyordum. Artık o bana ait değildi sanki. Bir başkasının çekyatı gibiydi. Olmayan birinindi sanki. Sanki ölen birinin eşyası gibiydi. İnsan yalnız kaldığında eşyalara değer yüklüyor sanırım. Ölen yanlarını eşyalara gömüyor çoğu zaman. Mesela yıllar sonra, küçükken uçurduğumuz uçurtmayı bulduğumuzda hüzünleniyoruz mutlu olmak yerine. Neden? Çünkü, o ölü bir çocuğa ait oluyor artık. Çünkü, çocukluğumuz o uçurtmanın nerde olduğunu hatırlamayacak hale geldiğimizde ölmüş oluyor.
                Kısa kollu beyaz gömleğimin üzerine taktığım mavi-beyaz çizgili kravatımı gevşeterek yürümeye başladım. Eve gidip uyumak istiyordum. Miskinlik kanıma işlemişti. Ağır adımlarla kasabanın tek işlek caddesini geçtim. Bakkaldan sigara alıp evimin sokağına döndüğümde evin önüne sıralanmış beyaz plastik masaları ve kalabalığı gördüm. Bugün ev sahibim Şakir dayının ölümünün yedinci günüydü. Bir gün önce konuşmuştuk. Sigara içmiştik birlikte. Geçmişinden bahsetmişti bana. Gülüşerek girmiştik evlerimize. O gece yatağına yatmış ama sabah uyanamamıştı. Basitçe. Öylece ölüp gitmişti işte. Çok yaygara koparmadan. Gölgesini bile düşürmeden. Rüzgar gibi ölmüştü Şakir dayı.
Bir haftadır her gece kadınlar evde toplanıp Kur’an okuyorlardı. Yedinci gün Şakir dayının ruhu için evde mahalleliye yemek vereceklerdi. Kalabalığı görünce önce canım sıkıldı ama sonra yemeği beleşe getireceğim için içten içe sevindim. Gidip herkes gibi yemek sırasına girdim. Plastik tabldotu tutuşturdular elime. Yemekte tavuklu pilav, yoğurt ve tahin helvası vardı.  Biraz utanarak aldım yemeği. Nedense çekinmiştim. Yemek veren kadınların yüzlerine hiç bakmadım. Belli belirsiz teşekkür ettim. Erkeklerin olduğu yol tarafına geçtim – buralarda kadınlarla erkekler birlikte yemez genelde- boş bir masa aradım. Komşu Zeki amcanın masası boştu. Gittim yanına. Hiç sormadan masaya çöktüm.

“ Afiyet olsun Zeki amca.”

“ Sağol yeğenim.” dedi. Pilavından bir kaşık aldı. Bir parça da tavuk buldu pirincin arasından. Onu da yiyip ben hiçbir şey sormadan kendi kendine konuşmaya başladı:

“ Şakir hem benim yetmiş beş senelik arkadaşım hem de komşumdu. Ama bak o da öldü gitti. Ne kalıyor ki zaten geriye bizden? Hepimiz ölüyoruz. Zamanında sınıra bir elma  ağacı dikti diye içerlenmiştim Şakir’e. Bak senin de aklında olsun sınıra ağaç dikilmez. Çünkü gölgede mahsul olmaz yeğenim.  Ben de ağaç büyüyünce bizim avlunun gölge düşen yerinde mahsul olmaz diye Şakir’e bunu buraya dikme demiştim. Şakir de bana ‘Yav büyüsün yeter ki hem senin çocuklar yer hem benimkiler’ demişti.”
               
               O anlatırken kaşığı bıraktım. Zeki amcayı dikkatle dinliyordum.

“ ben yine de istememiştim ama ses etmedim. Gel zaman git zaman elma büyüdü ama Şakir’in çocuklarda benimkiler de buralardan gitti. Biz de yaşlandık bahçe ekemez olduk. Dişlerim de elma yiyince acıyor elma da yemiyorum. Geçen sene ağacın gövdesine kurt girmiş. Bak bu da aklında bulunsun meyvenin gövdesini baharda kireçleyeceksin. Kireçlersen kurt girmez ağacın gövdesine.Ama Şakir hastaydı geçen baharda hatırlarsın. O yüzden kireçleyemedi. Ben de ihmal ettim.  Ağaç kurudu. Bu sene kendini ihmal etti, Şakir öldü. Seneye de ben ölürüm herhalde. Yaklaştı hissediyorum zaten kaç zamandır. Şakir benim tek dostumdu ona güveniyordum. O ölmeden ölmem diyordum. Bak o yok şimdi.” Gevrek gevrek gülerek devam etti, “Hadi sana bir pilav daha çıktı, seneye de benimkini yersin bir öğünü daha beleşe getirirsin kerata. Bak kaşıkla şu pilavı, çekinme. Hayat böyle yeğenim. Birileri ölecek ki başkasının karnı doysun.” Dökük ve sarı dişlerini göstererek gülmeye devam etti.
                Boğazım düğümlendi. Yemeği yiyemeyecektim ama Zeki amca sürekli ‘pilavı kaşıklasana yeğenim’ diyerek beni uyarıyordu. Güçlükle yedim pilavı. Üzerine yoğurdu ve tahin helvasını da yedim ayıp olmasın diye. Kalktım hızlı adımlarla kimseyle konuşmadan binanın kapısından girdim. Kadınların arasından sıyrılıp üst kattaki evime çıkmaya çabalarken Şakir Dayının bastonunu gördüm. Kullanmazdı pek. Kendine yediremezdi. Bazen karısı zorla tutuştururdu eline camiye giderken. Köşede duran bastonu karışıktan faydalanıp aldım. Merdivenleri üçer üçer çıkarak evime girdim. Şakir dayının evindeydim, elimde onun bastonu ve midemde onun pilavı vardı. Küskün olduğum çekyata uzandım. Göğsüme bastonu koydum. Öylece tavanı izliyordum. Bir sigara yaktım.

                Öğrenci evlerinde, barlarda, sahilde, üniversite kantinlerinde oturup hayatın anlamını sorgulardık eskiden. Tonlarca anlam yüklemiştik hayata. Hepsi yanlışmış oysa. Fena halde yanılmışız biz. Hayatın anlamını bugün Kaz dağlarının eteklerinde Tanrı’nın unuttuğu bir kasabada, yetmiş beşini aşmış bir yörükten öğrendim. Hayat son derece basitti. Gidişatı farklı ama finali her seferinde aynı bir filmdi hayat. Herkes bir şekilde yaşıyor ve sonunda ölüyordu. 
              Sigara dumanın tavana doğru yükselişini izledim uzunca bir süre. İpi kopmuş uçurtmasını izleyen bir çocuk gibi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder