Dairenin
kapısından çıktığımda Ağustos güneşi suratıma bir yumruk gibi indi. Klimadan
ağrımış kaslarımı gevşetmek için miskince gerindim. Memuriyet yaz aylarında hiç
çekilmiyordu. Hiçbir iş yapmıyorduk, erken kalkıyorduk ve sıcak bizi
uyuşturuyordu. Yıllık iznimi bayramla birleştirmeyi bekliyordum. Sanırım dünyadaki
en büyük kaygım ve mutluluğum yıllık iznimdi. İşin kötü tarafı da hayatım
boyunca bu böyle gidecekti. Bunu düşünerek garip bir mutluluk duymadım desem
yalan olur doğrusu.
Zorunlu
görev yeri olarak Kazdağı’nın eteklerinde küçük bir yörük kasabasının vergi
dairesine atanmıştım. Dünyanın en küçük kasabasının en küçük devlet dairesi
burası olduğuna inanıyordum. Dağların arasına sıkışmış küçücük bir kasabada en
az üç yıl geçirmem isteniyordu. Takvime göre bir buçuk yılı geride bırakmıştım.
Bana göreyse birkaç asır eskimişti zaman. Buraya geldiğimde inançlarım,
ideallerim, umutlarım, aşklarım ve gençliğim vardı. Bugünse sadece yıllık
iznimi bayramla nasıl birleştirebileceğimi düşünür olmuştum. Zaman hiçbir şeye
çare değildi. Bunu zamanın gerçekten akmayıp sürtünerek yıprandığı bu kasabada
anlıyordum.
Geldiğim
zaman küçük bir daire kiralamıştım. Bir buzdolabı, bir çamaşır makinası, birkaç
ıvır zıvır ve iki tane de çekyat almıştım eve. Neden iki çekyat almışım
bilmiyorum. Evime hiç misafir gelmemesine rağmen o çekyatın orda duruşu bile bana
umut veriyordu ilk aylarda. Sanki evde biri daha varmış gibi hissediyordum. Ya da
her an biri gelebilecekmiş gibi. Zamanla ikinci çekyatı yadırgamaya başladım. Birkaç
ay daha geçti aradan. Artık onun üzerine oturmuyordum. Onun üzerinde uyumuyor
ve eşya koymuyordum. Artık o bana ait değildi sanki. Bir başkasının çekyatı
gibiydi. Olmayan birinindi sanki. Sanki ölen birinin eşyası gibiydi. İnsan yalnız
kaldığında eşyalara değer yüklüyor sanırım. Ölen yanlarını eşyalara gömüyor
çoğu zaman. Mesela yıllar sonra, küçükken uçurduğumuz uçurtmayı bulduğumuzda
hüzünleniyoruz mutlu olmak yerine. Neden? Çünkü, o ölü bir çocuğa ait oluyor
artık. Çünkü, çocukluğumuz o uçurtmanın nerde olduğunu hatırlamayacak hale
geldiğimizde ölmüş oluyor.
Kısa
kollu beyaz gömleğimin üzerine taktığım mavi-beyaz çizgili kravatımı gevşeterek
yürümeye başladım. Eve gidip uyumak istiyordum. Miskinlik kanıma işlemişti. Ağır
adımlarla kasabanın tek işlek caddesini geçtim. Bakkaldan sigara alıp evimin sokağına
döndüğümde evin önüne sıralanmış beyaz plastik masaları ve kalabalığı gördüm. Bugün
ev sahibim Şakir dayının ölümünün yedinci günüydü. Bir gün önce konuşmuştuk. Sigara
içmiştik birlikte. Geçmişinden bahsetmişti bana. Gülüşerek girmiştik
evlerimize. O gece yatağına yatmış ama sabah uyanamamıştı. Basitçe. Öylece ölüp
gitmişti işte. Çok yaygara koparmadan. Gölgesini bile düşürmeden. Rüzgar gibi
ölmüştü Şakir dayı.
Bir haftadır her gece kadınlar evde
toplanıp Kur’an okuyorlardı. Yedinci gün Şakir dayının ruhu için evde
mahalleliye yemek vereceklerdi. Kalabalığı görünce önce canım sıkıldı ama sonra
yemeği beleşe getireceğim için içten içe sevindim. Gidip herkes gibi yemek
sırasına girdim. Plastik tabldotu tutuşturdular elime. Yemekte tavuklu pilav,
yoğurt ve tahin helvası vardı. Biraz utanarak
aldım yemeği. Nedense çekinmiştim. Yemek veren kadınların yüzlerine hiç
bakmadım. Belli belirsiz teşekkür ettim. Erkeklerin olduğu yol tarafına geçtim –
buralarda kadınlarla erkekler birlikte yemez genelde- boş bir masa aradım. Komşu
Zeki amcanın masası boştu. Gittim yanına. Hiç sormadan masaya çöktüm.
“ Afiyet olsun Zeki amca.”
“ Sağol yeğenim.” dedi. Pilavından bir kaşık aldı. Bir parça
da tavuk buldu pirincin arasından. Onu da yiyip ben hiçbir şey sormadan kendi kendine
konuşmaya başladı:
“ Şakir hem benim yetmiş beş senelik arkadaşım hem de
komşumdu. Ama bak o da öldü gitti. Ne kalıyor ki zaten geriye bizden? Hepimiz ölüyoruz.
Zamanında sınıra bir elma ağacı dikti
diye içerlenmiştim Şakir’e. Bak senin de aklında olsun sınıra ağaç dikilmez.
Çünkü gölgede mahsul olmaz yeğenim. Ben de
ağaç büyüyünce bizim avlunun gölge düşen yerinde mahsul olmaz diye Şakir’e bunu
buraya dikme demiştim. Şakir de bana ‘Yav büyüsün yeter ki hem senin çocuklar
yer hem benimkiler’ demişti.”
O anlatırken
kaşığı bıraktım. Zeki amcayı dikkatle dinliyordum.
“ ben yine de istememiştim ama ses etmedim. Gel zaman git
zaman elma büyüdü ama Şakir’in çocuklarda benimkiler de buralardan gitti. Biz de
yaşlandık bahçe ekemez olduk. Dişlerim de elma yiyince acıyor elma da
yemiyorum. Geçen sene ağacın gövdesine kurt girmiş. Bak bu da aklında bulunsun
meyvenin gövdesini baharda kireçleyeceksin. Kireçlersen kurt girmez ağacın
gövdesine.Ama Şakir hastaydı geçen baharda hatırlarsın. O yüzden kireçleyemedi.
Ben de ihmal ettim. Ağaç kurudu. Bu sene
kendini ihmal etti, Şakir öldü. Seneye de ben ölürüm herhalde. Yaklaştı hissediyorum
zaten kaç zamandır. Şakir benim tek dostumdu ona güveniyordum. O ölmeden ölmem
diyordum. Bak o yok şimdi.” Gevrek gevrek gülerek devam etti, “Hadi sana bir
pilav daha çıktı, seneye de benimkini yersin bir öğünü daha beleşe getirirsin
kerata. Bak kaşıkla şu pilavı, çekinme. Hayat böyle yeğenim. Birileri ölecek ki
başkasının karnı doysun.” Dökük ve sarı dişlerini göstererek gülmeye devam
etti.
Boğazım
düğümlendi. Yemeği yiyemeyecektim ama Zeki amca sürekli ‘pilavı kaşıklasana
yeğenim’ diyerek beni uyarıyordu. Güçlükle yedim pilavı. Üzerine yoğurdu ve
tahin helvasını da yedim ayıp olmasın diye. Kalktım hızlı adımlarla kimseyle
konuşmadan binanın kapısından girdim. Kadınların arasından sıyrılıp üst kattaki
evime çıkmaya çabalarken Şakir Dayının bastonunu gördüm. Kullanmazdı pek. Kendine
yediremezdi. Bazen karısı zorla tutuştururdu eline camiye giderken. Köşede duran
bastonu karışıktan faydalanıp aldım. Merdivenleri üçer üçer çıkarak evime
girdim. Şakir dayının evindeydim, elimde onun bastonu ve midemde onun pilavı
vardı. Küskün olduğum çekyata uzandım. Göğsüme bastonu koydum. Öylece tavanı
izliyordum. Bir sigara yaktım.
Öğrenci
evlerinde, barlarda, sahilde, üniversite kantinlerinde oturup hayatın anlamını
sorgulardık eskiden. Tonlarca anlam yüklemiştik hayata. Hepsi yanlışmış oysa. Fena
halde yanılmışız biz. Hayatın anlamını bugün Kaz dağlarının eteklerinde Tanrı’nın
unuttuğu bir kasabada, yetmiş beşini aşmış bir yörükten öğrendim. Hayat son
derece basitti. Gidişatı farklı ama finali her seferinde aynı bir filmdi hayat. Herkes bir
şekilde yaşıyor ve sonunda ölüyordu.
Sigara dumanın tavana doğru yükselişini izledim uzunca bir süre. İpi kopmuş uçurtmasını izleyen
bir çocuk gibi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder