Gece bekçisi, seneler önce bir kadının kalbini kırmıştı. Ondan sonra hiçbir şey
yolunda gitmedi. Henüz on sekizindeydi; mevsim ilkbahardı. Kadının gözleri deniz yeşiliydi ve sürekli ağlamaklı bir
ifadeyle bakınırdı. Babası onu terk etmişti. Gece bekçisi ona sebebini
sorduğunda, ‘’Öyle istedi.’’ demişti.
Sonra gece bekçisi de terk etti onu.
Orman konuşuyor.
Gürgen yaprakları arasında hınzır bir esinti… İri bir kozalağın suya düşüşü… Sinsi
bir kıkırdama... Keskin ve sinirli bir homurdanma…
Gece bekçisi, zamanın eskittiği düşlerinden başını kaldırdı
ve ormanın derinliklerinden gelen seslere kulak kabarttı. Masanın üzerinde
sayfaları açık bir Hemingway kitabı duruyordu. Tüfeğini omuzladı ve kulübeden
dışarı adım attı. Orman ketum ve kasvetli bir karanlığa gömülmüştü; fısıltıyla
konuşuyordu. Gece bekçisi bir süre boşluğa nişan alarak bekledi. Son bir
haftadır gece yarıları, ağustos böcekleri ve baykuşlar bile ötmeyi kestikten
sonra, nihai sessizlik ormandan gelen fısıltılarla bölünüyordu. Her gece
mermiyi namluya sürüyor ve kulübenin yanına gizlenip bekliyordu. Ama ne gelen
vardı ne giden. Bu durum fena halde canını sıkmaya başlamıştı. Kesin
kararlıydı; yarın istifasını verecekti. Bir şeyler ters gidiyordu. Bunu
hissetmişti ve yüzleşmek istemiyordu. Buradaki işinden önce çalıştığı
fabrikadan da bu yüzden çıkmıştı. İşçilerden biri kolunu pres makinasına
kaptırdığında ertesi gün müdürün odasına gidip ayrılmak istediğini söylemişti.
Ziyadesiyle acı çekmişti; artık tahammülü yoktu. Nice mesleklerden feragat
etmişti bedbahtlıklar, huzursuzluklar yüzünden. Sessizliğin tınısını
sezebilecek kadar suskun bir yer istiyordu. Yalnızlığını yalnızca kendisiyle
paylaşacağı bir yer. Bu yüzden kum ocağında gece bekçiliği yapmaya başlamış ve
bu iş ona aradığı huzuru fazlasıyla vermişti. Ancak bir haftadır kulübesinin
tam karşısındaki ormandan gelen sesler huzurunu kaçırıyordu. ''Siktir et'' dedi
kendi kendine. ''Yarın gidiyorum buradan.'' Tam arkasını dönüp kulübeye
gireceği sırada otların hışırdadığını hissetti ve geri döndü. Ormanın ağzından
bir silüet fırlamış ona doğru geliyordu. Gece bekçisi tüfeği omuzlarına
yerleştirdi; kabzasını sıkıca kavradı. Silüet uzun çalıların arasında yer yer
kayboluyor, sonra yine ortaya çıkıyordu. '' Tilki...'' diye mırıldandı
kendi kendine. Tilki, seri ve emin adımlarla ormanla bekçi arasındaki mesafeyi
katetti ve püsküllü kuyruğunu savurarak tam önünde durdu. Gözlerini bekçiye
sabitledi. Dudaklarını kıpırdatmadı bile fakat jilet kadar keskin kulaklarıyla
konuştu.
'' Şafak sökmeden yaban domuzları kelleni almak için gelecekler .''
''Öyle mi?''
''Benden sana haber vermemi istediler. Domuzlar müşfiktir. Kendini, ölüme hazırlaman için sana zaman tanırlar.''
''Onlara bu tutumlarından dolayı şükranlarımı ilet o zaman.''
''Onlara bu tutumlarından dolayı şükranlarımı ilet o zaman.''
'' Tanrı, siz gevşek insanlara güzelliğinizin yanında zevklerinizi de bahşetmiş ve siz kıymetsiz zevklerinizle bütün güzelliğinizi mahvediyorsunuz.''
'' Siz, insanlığın kölesi olmaya mahkum hayvanlar... farklı mısınız ?''
'' Bizler, doğanın diliyiz. Doğa, zamanı geldiğinde insanlığın defterini nasıl düreceğini iyi bilir.''
'' Tatlı sohbetimize içeride devam etmek ister misin? Sana çay ikram ederim.''
''Hiç şaşırmadın mı?''
''Neden?''
''Ben... Konuşabiliyorum.''
'' Ah sevimli tavuk hırsızı, hayatımda o kadar çok şaşırdım ki bir tilkinin konuşabiliyor olması beni hiç şaşırtmıyor.''
''Anlıyorum. Geldiklerinde kapıyı çalacaklar. Asla saygısızlık etmezler.''
''Bekleyeceğim. Yağlı postlarını delmek için kulübede bekliyor olacağım. Gitmeden önce bir bardak çay içmek ister misin?''
'' Gitmem gerek. Orman, çöl kadar sıcak. Toprak ana, leşleri rahmine emiyor. Eğer vaşaklar ortalıkta gözükmezse belki bu gece nehirde bir balık tutarım. ''
Tilki arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Bu defa ağır
adımlarla, adeta emekleyerek. Gece bekçisi bir süre bekledi. Sonra tüfeği
ateşleyip tilkinin kızıl postunu deldi. Tilki patates çuvalı gibi yere yığıldı.
Gece bekçisi kulübeye döndü, kendine bir bardak çay koydu ve sonra aylardır
yapmadığı bir şeyi yaptı. Otuz yedi ekran televizyonunu açtı. Normalde
olsa kitap okurdu. Rutini buydu. Mütevazi kütüphanesi, masanın üzerinde
yükselen birkaç yığın kitaptan ibaretti. Aralarında La Fontaine’in
karanlık masalları ve Dede Korkut öyküleri de vardı. Onlarla büyümüştü.
Onu Hemingway'in ''Yaşlı Adam ve Deniz''iyle tanıştıran onlar olmuştu. Ama
bu gece okumak istemiyordu. Kendi sesine karşılık yabancı bir
ses duymak istiyordu besbelli. Sessizliğini paylaşacağı birini istiyordu.
Bu yüzden, Hemingway'in ruhundan af dileyerek televizyonu
açtı. Kanalları gezerken bir İngiliz filmine denk geldi. ''Öldüğümde
Uyuyacağım.'' Erkek kardeşinin intikamı için kasabaya geri
dönen bir adamın hikayesiydi. Günahlarından kaçabilmek için terk etmişti
kasabayı, şimdi ise omuzlarında kardeşinin günahlarıyla dönüyordu. Bir zamanlar
ortada bıraktığı kardeşinin kederli günahlarıyla. Filmi sonuna kadar
izledi ve bittiğinde ağzından yorgun bir nefes kurtuldu. '' Sanırım, ancak
öldüğümde uyuyabileceğim.''
Annesinin cenazesi geldi gözlerinin önüne. O zamanlar
çocuktu. Cenazede hiç ağlamamıştı. Babası bu durumdan rahatsız olmuş ve eğer
ağlamazsa insanların hakkında yanlış düşüneceğini, annesini sevmediğini
sanacaklarını söylemişti. O da kendini ağlamaya zorlamış, dişlerini sıkmış,
dudaklarını ısırmış fakat olmamıştı. Yapamamıştı. Üzülemiyordu bile nasıl
ağlasındı! Daha sonra imam sormuştu. ''Nasıl bilirdiniz?'' - '' İyi
bilirdik!'' - '' Hakkınızı helal ediyor musunuz?'' - ''Helal olsun!'' İmam
yüce mertebesinin verdiği şevkle sorularını tekrarlayıp durmuştu, ta ki
cevapların kesinliğinden emin olana dek. Cemaat de bir meczup gibi usanmadan
onu cevaplamıştı. Sonunda imam, dizlerinin üzerinde çömelip avuçlarına göğe
kaldırmış ve haykırmıştı. '' Ey çobanların tanrısı, Yüce Pan! Bu aciz
çobanın hanımının günahlarını bağışla ve ona cennetin kapılarına kadar eşlik
et. Ey Yüce Pan!'' Kimse imamın bu yaptığına bir anlam verememişti. Gece
bekçisinin babası çobandı tabii ama 'Pan' da nereden çıkmıştı şimdi.
Herkes pür dikkat kesilmiş imamı izliyordu. Çıt çıkmıyordu. Gece bekçisi işte o
anda kendine hakim olamamış ve gülmeye başlamıştı. Babası susması için kolunu
çimdiklemiş ancak o, bu sefer kahkahalarla gülmeye devam etmişti. Cenazede
kuzenleri de vardı. Onlar da güldüler. Teyzeleri de oradaydılar. Onlar da
güldüler. Amcaları da öyle. Halası da. Dayısı da. Sonun da babası da koyverdi
kahkahayı. Tüm ahali senkronize olarak avazları çıktığı kadar göğü
inletmişlerdi . Bir anda annesinin yattığı mezarın toprakları içeri doğru
çekilmiş, mezarın içinden bir vavelya yükselmişti. Toz bulutlarının arasından
annesi, bir mancınık gibi mezarında dikilmiş gür kahkahalarla oradakilere eşlik
etmişti. Bir ölü için hala diri ve güzeldi. Bu arada bütün bu keşmekeş arasında
imam hala yerde sürünerek Pan'a dualar etmeye devam ediyordu. O gün imam hariç
oradaki herkes -gece bekçisinin annesi dahil- gözlerindeki yaş pınarları
kuruyana kadar gülmeye devam ettiler. Nihayet yanak kasları isyan edince
sustular ve gece bekçisinin annesi mezarına geri döndü. Cemaat son kez
taziyelerini bildirip alanı terk ettiler. Sonra gece bekçisi ve babası. İmam
orada kalmıştı ama. Daha nice Yunan tanrılarının adına dualar okuyor, methiyeler
düzüyordu. Gece bekçisi, dönüş yolunda babasına, annesinin mezarında nasıl da
mutlu göründüğünü söylemişti. Onu epey zamandır böyle görmemişti. Babası da insanların
ancak ölümlerinde mutluluğa ulaşabildiklerini anlatmıştı ona ve eklemişti. ‘’ Bir daha annenin adını ağzına alma.’’
Gece bekçisi, tahatakurularıyla dolu karyolasında bunları
tasavvur ederken annesinin neden öldüğünü bilmek istedi. Pastel renkli çocukluğunda
kalan gerçekleri, omuzlarına yüklenen günahları… Babası, annesinin adını bir
daha anmamasını istemişti. Belki de annesi iktidarsız bir çobanın karısıydı ve
kocası her gün koyunları otlatmaya gittiğinde köyün delisiyle birlikte
oluyordu. Çoban, yatağında karısıyla yatan yabancı kokuyu alıyordu belki ama
sesini çıkarmıyordu. Ailesini kaybetmek istemiyordu; karısını seviyordu.
Zamanla içine kapandı. Karısı ise git gide mahmurlaşıyordu. Bulaşıkları
yıkarken sık sık bardak kırıp elini kesiyordu. Daha sonra bu hoşuna gitti ve
kasıtlı olarak kesmeye başladı. Çoban sebatla susuyordu. Sofrada… Yatakta…
Kadın, köyün delisiyle birlikte oluyor ve kocasına boş gözlerle bakıyordu. Bir
gün çoban her zamanki gibi tepelerden eve döndüğünde mutfakta karısının cansız
bedenini buldu. Kendini asmıştı. Musluk açık kalmıştı; bulaşıklar hala
köpüklüydü. Çoban, usulca musluğu kapattı.
Gece bekçisi, kapının sesiyle irkildi ve gerçeklere döndü. Bakışlarını
kapıya kenetleyip bir süre bekledi. Kapı tekrar vuruldu. Dışarıdan nazik ve
çekingen bir homurdanma duyuldu. porkk... porkk... '' Ne kadar da
kibarlar.'' diye geçirdi içinden gece bekçisi. Yerinden kalktı; televizyonun
fişini çekti. Ocağın altını kapattı. Tüfeğini duvardaki rafa yerleştirdi.
Kasketini çıkarıp masanın üzerine bıraktı. ‘’Yaşlı Adam ve Deniz’’in
sayfalarını kapatmadan önce parmaklarını üzerinde gezdirdi. Gaz lambasını
söndürdü ve kapının eşiğinde durdu. ''
Yalnızca öldüğümde uyuyabileceğim.'' Kapı
davetkar bir tavırla çalındı tekrardan. Dışarıda, homurdanmaların sayısı
artmıştı. Gece bekçisi, bir hayalet gibi süzüldü dışarı.
Ah, ne kadar aşıkane bir ölüm!
ekin gökgöz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder