Her
gün yaptığım gibi bugün eve saat 18.43’te gelmedim. Çünkü bugün işten atıldım.
Uzun süredir birlikte çalıştığım patronum bugün bana iflas ettiğini söyledi.
İçten içe iflas etmesine sevindim. İşsiz kaldığımaysa üzüldüm. Sonra sevindim.
Artık sırf bana her ay para verdiği için onun istediği saatlerde uyanıp, onun
istediği şekilde giyinmeyecektim. Ve haftanın beş günü, sekiz saat boyunca onun
para kazanması için çalışmayacaktım. Artık özgürdüm. Bunları düşünürken tekrar
üzülmeye başladım. Tekrar çalışmam gerektiği aklıma geldi. Yeni bir efendi
bulup, yeni bir ofiste, yeni bir köle olmam gerekiyordu. Umursamadım çok fazla.
Son on yedi yıldır bunu yapıyordum ne de olsa. Bana zor gelmeyecekti. Karımın
devlet memuru olduğu aklıma geldi. Hiç değilse kirayı falan ödeyebilirdik. Ben
yeni bir efendi buluncaya kadar açta kalmazdık. Zaten bu yeterliydi. Fazla lüks
aramıyorduk. Karımla uzun süre önce ilişkimiz kopmuştu. Sanki karı-koca değil
üniversiteli iki ev arkadaşıydık. Bu ilişkinin bu hale gelmesinin sebebi ise
bendim. Ben karımı sevmiyordum. O da beni sevmeseydi keşke! Beni keşfedilmemiş
bir kıtanın endemik baharatları kadar sevmeseydi. Sadece on kişinin konuştuğu
yerel bir Afrika dilinin sesli harfleri kadar sevmeseydi. İlk gördüğü yerde
“Senden nefret ediyorum!” deseydi. Ama o bunları asla hissetmedi. Beni it gibi
senelerce sevdi.
Hani herkes çok severde
sevilmezya, ben işte öyle değildim. Hep sevildim ama sevmeyi bir türlü
öğrenemedim. Bu yüzden hiç mutlu olamadım. Her gün eve 18.43’te gittiğimde
gördüğüm manzara, tiksindiğim halde, sırf bana olan aşkına saygı duyduğum için
iyi davranmaya çalıştığım bir kadındı. Bundan nefret ediyordum. Sevmediğim
halde seviyormuş gibi davranmaktan tiksiniyordum. O da beni sevmese sanki her
şey düzelecekti. Sanki Yunan Tanrıları bizim evde toplanıp futbol
tartışacaklardı ve her şey normalmiş gibi gözükecekti. Ama o beni koşulsuz
şartsız her gün deli gibi sevdi. Tanrım! Ne büyük bir mutsuzluktu her gece
uyumak zorunda kaldığım yatakta cehennemi yaşamak! Bir gece uyurken karımın
beni otuz dokuz yerimden bıçaklayıp, sonra da pişirip yemesini istiyordum. Ama o bana her sabah kahvaltı hazırlamaya
devam etti.
İşimi kaybettiğim için
mutsuz ve sinirli adımlarla yürüdüm otobüse. İki toplu taşıma aracı kullanarak
evimin olduğu semte geldim. Cumartesi olduğu için karımın evde olmasından
nefret ettim bir an. Sırf karımla daha az görüşmek için cumartesi çalışmayı
seviyordum. Üç ekmek aldım. Saat sabah
on bir sularıydı. Apartmanın kapısına geldim. Hava Londra kadar kapalıydı. Boyası
dökük metal apartman kapısı benim içimi karartabilecek kadar siyahtı. Asansörü
olmayan yedi katlı bir binada oturuyordum. Her gün 102 basamak merdiven inip
çıkıyordum. İnanın ki bunu hiç ama hiç umursamıyordum. Yedi katlı apartmanımızı
cehenneme benzetirdim. Hatırlıyorum, çocukken annem anlatmıştı. “Cehennem yedi
kattır. Ve yedinci kat en korkuncudur cehennemlerin.” demişti. Bu yüzden lisede
futbol takımında yedi numara benimdi. Cehenneme karşı hep bir sempati
duymuşumdur. Yıllardır oturduğum apartmanın yedi kat olması da ilginç bir
tesadüftü doğrusu. Ve gerçekten yedinci kat en korkuncuydu cehennemlerin. Çünkü
ben yedinci katta oturuyordum. Ölmeden önce cehennemi ne kadar görebilir insan
bilmiyorum ama ben muazzam bir cehenneme sahiptim. Kendi butik cehennemimde her
gün biraz daha ölüyordum.
Bir gergedan kadar
bıkkın adımlarla birinci kata çıktım. Bu katta Avusturyalı bir kadınla yıllar
önce evlenmiş Sami Bey oturuyordu. Mutlu gibiydiler. Kadın çok az Türkçe
biliyordu. Sami Bey yıllar önce Avusturya’da kimya mühendisliği okurken
sevmişti bu kadını. Bir keresinde öyle anlatmıştı ordan biliyorum. Şimdi ise
bir deterjan dükkanı vardı Sami Bey’in. Dört yıl Avusturya’da kimya
mühendisliği okuyup deterjan dükkanı açtığı için sık sık övünürdü. Kadın yarım
yamalak Türkçesiyle bizle konuşamadığı için sürekli olarak kitap okurdu.
Cehennemin ilk basamağı gerçekten de fena değildi. Normal bir hayat vardı.
Tabii kadının Avusturyalı olması pek normal değildi ama yadırgamıyorduk. Yani
biz de yadırgamayınca tatlı bir aşk hikayesi birinci basamak için yeterliydi.
İkinci katta genç bir
çift oturuyordu. Adam serserinin biriydi. Geceleri kavga ettiklerini
duyuyorduk. Yaklaşık beş yaşlarında Koray adında bir çocukları vardı. Kadın sık
sık Koray’a da bağırıyordu. O bağırdığında apartman iniliyordu resmen. Kadın
inceden kafayı sıyırmaya meyletmişti. Görücü usulü evlendiklerini düşünüyordum
onların. Bu yüzden anlaşamıyorlardı. İlk heyecanla bir de çocuk yaptıklarından
boşanmayı da göze alamıyorlardı. Kadın okumamıştı. Çalışmıyordu. Sadece haftada
iki gün apartmanın merdivenlerini yıkıyordu. Aylık daire başına yirmi lira
aidat veriyorduk. Kendilerinin para vermediğini düşünürsek ayda yüz yirmi lira.
Kadın için iyi paraydı herhalde. Kendilerine acıdım. Basamaklara döndüm tekrar.
Üçüncü kata çıktım.
Üçüncü katta kız öğrenciler kalıyordu. Biri Mersin, biri de Kütahyalıydı.
Kütahyalı olan bir kere bizim hanımdan bir şey itemeye gelmişti. Güzel kızdı
doğrusu. Çarşamba günleri erken çıkıyorlardı. Bende onların çıkma saatini
tutturup onları görmeye çalışıyordum. “Günaydın Rüştü Amca.” diyorlardı bana. Bana amca diyen bir kadına dahi
bakabilecek derece puşt biriydim. Keşke bana “ Günaydın puşt” deselerdi. Daha
mutlu olurdum. İkisi de okumaya gelmişlerdi ama geceleri barlara
takıldıklarını, onla bunla düşüp kalktıklarını biliyordum. Ailelerinin zar zor
gönderdiği paraları içkiye yatırıyorlardı. Sefil bir hayatları ve
bitiremeyecekleri bir okulları vardı. Okul sadece bir sansürdü aileleri için.
Ama seviyordum onları. Benden daha güzel bir hayata sahip oldukları için kıskanıyordum da aynı zamanda. Onları
gördüğüm anda Gabriel García Márquez’in bir kitabını hatırlıyordum. Benim
Hüzünlü Orospularım…
Nedense bizim
cehennemin sıralaması biraz karışıktı. Kademeler ritmik bir düzen içerisinde
değillerdi. Dördüncü katta erkek öğrenciler oturuyordu. Ev sahibine üç kişi
oturduklarını söyleseler de beş kişi kaldıklarına adım gibi amindim. Eğer ev
sahibine beş kişi kaldıklarını söyleselerdi ev sahibi kiraya zam yapacaktı.
Bunu bildikleri için doğruyu söylemiyorlardı. Kaçak göçek iki kişi daha
barınıyordu evde. Paraları yoktu fazla. Berbat bir yaşam stilleri vardı. Az
yemek yiyip çok tütün içmeyi tercih ediyorlardı. Okulları bitmeyecekti. Hepsi
çalışmak zorunda olduğu için okula fazla uğramıyorlardı. Neden evlerine dönmüyorlardı
peki? Bunu ben bilemezdim. Ben sadece duvarların ardını görebiliyordum.
İnsanların geçmişlerini değil. Bu yüzden yoluma devam ettim.
Beşinci katta iğrenç
bir aile oluşumu vardı. En ilkel toplumlarda olduğu gibi ataerkilliğin dibine
vurmuş bir sosyolojik laboratuvar gibiydiler. Otoriter bir baba, hayatı boyunca
erkeğinin gölgesinde yaşamış bir anne, serseri bir abi, kaderi annesine
benzetilmeye çalışılan bir genç kız. Kemalettin Tuğcu daha dramatiğini
yazamazdı. Kız hiçbir yere çıkamıyordu. Alt katta oturan erkek öğrencileri
kızın abisi sık sık uyarıyordu. “Kardeşime yamuk yapan olursa çizerim!”. Ulan
adamlar üniversite öğrencisi senin kız kardeşine mi bakacaklar sanki. Ama evin
babası ne derse o oluyordu. Kadın akşama kadar adama hizmet etmek zorundaydı.
Adam itfaiyeden emekliydi. Bütün gün evde oturuyordu. Sadece beş vakit namaza
gidip, namazdan sonra da bir çay içimlik süre kahvede otururdu. Evin oğlundaysa
her şey vardı. Çoğu geceler babası uyuduktan sonra geliyordu eve. Çünkü
içiyordu. İçmekte de haklıydı. Benim babam böyle olsaydı ben meyhane açardım.
Karısına, oğluna ve kızına dünyayı zindan ederken beş vakit namaz kılarak
cennete gideceğini düşünüyordu. Eğer öyle bir cennet varsa ben almayayım
efendim.
Bu kat gerçekten rezildi.
İnsanlığın dibe çöktüğünü hissettiriyordu bana altıncı katın ölümsüz sakinleri.
Çocuklarının arayıp sormadığı bir nine ve bir dedenin yaşadığı bu kat gerçekten
hüzünlü bir akvaryum gibiydi. Baktığımda kendimi görüyordum. Yıllar sonra onlar
öldüğünde bu daireye taşınıp onların ruhlarına kitap okumak istiyordum. Aşkın
ne olduğunu bilmeden yıllarca yaşamış iki insan, terkedildikten sonra birbirine
delice bağlanmışlardı. Oysa karım ve beni terk edebilecek bir çocuğumuz bile
yoktu. Çünkü ben kısırdım. Ama altıncı katta yaşının kaç olduğunu hiçbir zaman
doğru hatırlayamayan dede, bana bir gün yaşantısını anlatınca fazla yaşlanmadan
intihar etmeye karar vermiştim. Çünkü, eğer yaşlı ve yalnızsanız kimse sizin
dönüp yüzünüze bakmaz. Benim alt katta oturan bu iki yaşlıya dönüp bakmadığım
gibi…
Ve işte annemin dediği
gibi ; “Ve yedinci kat en korkuncudur cehennemlerin”. Doğru söylüyordu annem.
Bir kez daha hak verdim. Benim evim bu apartmanın en muhteşem ızdırap yeriydi.
Karımın yanına gidecektim az sonra. Bana aşkla bakan gözlerine Budist bir rahip
kadar donuk bakacaktım. Kendimden utanacaktım yine. Ceketimi alacaktı. “Bir
istediğin var mı bey?” diye soracaktı. “Yok.” diyecektim bende ve ardında rutin
işkence işlemlerimize başlayacaktık. Sonra işimi kaybettiğimi söyleyecektim. O
da benim üzülmemem için teselliler verecekti. Keşke bana işsiz kaldığım için
küfretseydi! Ama o bunu yapmayacak beni sevmeye devam edecekti. “Tanrım! Bir
gün. Sadece bir gün bu evde mutlu olabilirsem intihar edeceğim ve senin yanına
geleceğim. Yemin ediyorum bunu yapacağım.” Her gün kapıdan girerken aynı yemini
tekrarlıyordum. Bu sırada gözü merdivenlerin pisliğine takıldı. İki numaradaki
kadına okkalı bir küfür savurdum. Şahsi sorunları beni ilgilendirmiyordu. Ayda
yirmi lira veriyorsam eğer bu merdivenleri temiz görmek istiyordum. Ama sonra
kendi ruhumun pisliği aklıma geldi ve iki numarada otura kadına ettiğim küfrü geri aldım.
Cepleri yıpranmış kumaş pantolonumun cebinden anahtarlarımı çıkardım. Anahtarı
çıkartırken yere 25 kuruş düştü. Hemen eğilip aldım. Para önemliydi.
Kapıyı sessizce açtım.
Ayakkabılarımı çıkardım. Eğilip aldım ve tam ayakkabılığa koyacakken benim
ayakkabılarımın yerinde durmasına rağmen bana ait olmaya bir çift iskarpini
gördüm. Şaşırdım. Yıllardır benim ayakkabılarımın yerinde başka ayakkabı
görmemiştim. Ayakkabılarımı ayakkabılığın başka bir rafına koydum. Karım yanıma
gelmemişti. Herhalde uyuyor dedim içimden. Ceketimi çıkartıp portmantoya astım.
Portmantoda gri bir ceket gördüm. Bu da bana ait değildi. Koridoru yürümeye
başladım. Oturma odasının kapısı açıktı. İçeriye baktım kimse yoktu. Mutfakta
boştu. Bir adım daha atınca bir inilti duydum. Yatak odasından geliyordu. Duvar
kağıtlarının eskidiğini fark ettim. Yatak odasına doğru yürüdükçe iniltiler
şiddetlendi. Kapının kolunu tuttum. Yattak odasındaki televizyonun açık
olacağını düşündüm. Ve kapıyı açtım. Hayatımdaki en önemli kapının nefret
ettiğim yatak odamızın kapısı olacağını hiç düşünmemiştim. Cennetin kapısını
hep daha farklı hayal etmiştim. Meğerse cennetin kapısı verniği kabarmış ahşap
bir kapıymış. Kapıyı açınca bir an sessizlik oldu. Çünkü televizyon açık değildi.
Karımı bir adamla yatakta yakalamıştım. Toparlanmaya çalıştılar. Yakışıklı bir
adamdı karımın yanındaki adam. Karım dedi ki:
-
Rüştü!
-
Şşş. Rahat olun. Siz işinizi bitirin,
ben de bir çay koyayım. Salonda bekliyorum sizi.
Bu cevap karşısında
şaşırdılar. Kapıyı kapattım. Mutfağa gidip çaydanlığa su doldurdum. Ocağa
çaydanlığı koyup salona geçtim. Gülümsüyordum. Az sonra karım ve sevgilisi
salona geldiler. Utançları yüzlerinden okunuyordu. Gülümsememe mani olmaya
çalıştım.
-
Oturun. dedim. Oturdular. Karım
titriyordu. Adama elimi uzattım ve sordum :
-
Adın ne?
-
Kaan. dedi. Elini uzattı. O anda elimi
geri çektim.
-
Elini tıkadın mı? dedim. Hayır anlamında
kaşlarını kaldırdı. Git ellerini yıka. Çayı da demle. dedim.
Karım yüzüme
bakamıyordu. Az sonra Kaan geldi. Elleri ıslaktı belli ki yıkamıştı. Elimi
uzattım. Tokalaştık. Karım konuşamıyordu. Bir sigara çıkarttım. Kaan’a da
uzattım. İkimizde sigaraları yaktık. Ben karıma dönüp sordum:
-
Ne kadar zamandır beni aldatıyorsun.
-
Son on altı yıldır.
-
Zaten on yedi yıldır evliyiz.
-
Hatırlamana şaşırdım.
-
Tabi ki hatırlıyorum. Hayatımı
kararttığım günü nasıl unutabilirim?
-
Bu kadar mutsuzken neden beni terk
etmedin?
-
Senin beni sevdiğini zannettim.
-
Seni sevmek mi? Seni sevmeyi ben
evlendiğimiz gün duvağımı açtığında gördüğüm gözler yüzünden bıraktım. Evdeki
eşyalara bile daha güzel bakıyordun. Beni aldattığını bilmiyor muyum
sanıyorsun? Eğer beni aldatmasaydın sana asla ihanet etmezdim.
-
Keşke beni sevmediğini bana söyleseydin.
Bir ayyaşın kayalara çarptığı bir bira şişesi gibi yüzüme söyleseydin.
-
Beni aldatmasaydın sana her şeyi açık
açık söylerdim.
-
Eğer yapsaydın bunu ikimizde mutlu
olabilirdik.
Başımı öne eğip
ağlamaya başladım. Karımın beni aldatmasına değil, yıllarca mutsuz olmamıza
ağladım. Onun acı çektiğini bilmiyordum. Onu mutlu zannederken kendi acımı
umursamıyordum. Ama şimdi on altı yıllık sevgilisiyle karşılıklı sigara
içerken, içine ettiğim üç kişinin hayatı beni boğazlıyordu. Kaan iyi bir adamdı.
Kanım kaynamıştı. Ama şu anda ruhumun pisliğini dökmem gerekiyordu. Tekrar
konuşmaya başladım:
-
On yedi yıldır seni gördüğüm her günden
nefret ettim. Bu evde asla mutlu olmadım. Tüm bunlara ise senin beni sevdiğini
düşündüğüm için sabrettim. Kendi hayatını mahvedebilir bir insan. Ama ben… Ama
ben üçümüzün hayatını da berbat ettim.
Karım ve Kaan’da ağlamaya başladılar. Devam ettim:
-
Şimdi ne hissettiğimi bilmiyorum. Şu
anda çocukluğumun geçtiği köyde olmak isterdim. Arkadaşlarımla derede yüzmek
isterdim ama bu boktan durumun ortasındayım. On yedi yılını benim gibi bir
puştla aynı evde geçirdin. Ve sen, on yedi yıl boyunca sevdiğin kadın benim
gibi bir yavşakla yaşadı. Tüm bunların suçlusu benim. Fakat öyle mutluyum ki şu
anda. Karımı yılarca kandırdığımı sandım. Onun aşkına saygı duymadığımı sandım.
Aynı yatakta uyuduğu insandan tiksindiğimi sandım. Fakat yıllarca o benden
nefret etmiş. Onun nefreti benden de büyük. Bu cehennemin zebanisinin ben
olduğumu sanıyordum meğer senmişsin karıcım. Bu beni o kadar çok rahatlatıyor
ki anlatamam!
Yerimden kalktım.
Sigaram yarılanmıştı. Kravatımda yağ lekesi olduğunu fark ettim. Gülümsüyordum.
Rahatlamıştım. Karısı kendisini aldattığı için mutlu olan tek insan olabilirdim. İnsan özünde ne kadar da
şerefsizdi. Kendimizi serbest bıraktığımızda neler de düşünebiliyorduk. O an
berbat ettiğim iki hayat umurumda değildi. Sadece ve sadece kendimi
düşünüyordum. Karım beni sevmediği için mutluydum. Annemin bir sözünü
hatırladım; “ … Unutma ki, cehennem gibi cennette yedi katlıdır.” Doğru
söylüyordu annem. Burası benim cennetim olmuştu. Ve mutluluk hissettiğiniz
şeyleri söylemekti. Artık yeminimi tutmam gerekiyordu. Balkon kapısına
yöneldim. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Yedinci kat uygundu. Hava kapalı, karım
mutsuz bense delicesine heyecan doluydum. Kapının eşiğinde durdum. Döndüm ve
dedim ki :
-
Seni asla aldatmadım. Ve seni şu anda
herkesten çok seviyorum. Çay bana kısmet olmadı. Siz için. Size ömür boyu
mutluluklar dilerim. Bana yaptığınız bu yardımdan dolayı da teşekkür ederim.
Hoşçakalın.
Kendimi balkondan aşağı bıraktım. Cennetimden
aşağı doğru düşüyordum. Yedi katlı apartmanımı cehennem zannederken cennet
olduğunu fark edememiştim. Altıncı kata geldiğimde ihtiyarlar huzur içinde
ölmüşlerdi. Beşinci kattaki babayı evin kızı bıçaklamıştı. Dördüncü katta
çocuklar bugün güzel bir yemek yemekteydiler. Üçüncü katın hüzünlü orospuları
eve aldıkları iki adamla sevişiyorlardı. İkinci katta kadın merdivenleri
temizlemiş, intihar mektubunu yazmaya çalışıyordu. Birinci katta Avusturyalı
kadın ise memleketinden gelmiş bir kartpostalı, ikinci kattaki kadının çocuğu
Koray’a gösteriyordu. Herkes mutlu gibiydi. Hepsi istediği şeyi yapıyordu. Ben
de sözümü tutuyordum. Huzur içinde düşüyordum.
Son
duyduğum ses ise, karımın “ Seni seviyorum!” diye arkamdan bağırması oldu.
Onur Tuncay
Onur Tuncay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder