16 Nisan 2013 Salı

Ah Benim Naif Cehennem'im!


            Her gün yaptığım gibi bugün eve saat 18.43’te gelmedim. Çünkü bugün işten atıldım. Uzun süredir birlikte çalıştığım patronum bugün bana iflas ettiğini söyledi. İçten içe iflas etmesine sevindim. İşsiz kaldığımaysa üzüldüm. Sonra sevindim. Artık sırf bana her ay para verdiği için onun istediği saatlerde uyanıp, onun istediği şekilde giyinmeyecektim. Ve haftanın beş günü, sekiz saat boyunca onun para kazanması için çalışmayacaktım. Artık özgürdüm. Bunları düşünürken tekrar üzülmeye başladım. Tekrar çalışmam gerektiği aklıma geldi. Yeni bir efendi bulup, yeni bir ofiste, yeni bir köle olmam gerekiyordu. Umursamadım çok fazla. Son on yedi yıldır bunu yapıyordum ne de olsa. Bana zor gelmeyecekti. Karımın devlet memuru olduğu aklıma geldi. Hiç değilse kirayı falan ödeyebilirdik. Ben yeni bir efendi buluncaya kadar açta kalmazdık. Zaten bu yeterliydi. Fazla lüks aramıyorduk. Karımla uzun süre önce ilişkimiz kopmuştu. Sanki karı-koca değil üniversiteli iki ev arkadaşıydık. Bu ilişkinin bu hale gelmesinin sebebi ise bendim. Ben karımı sevmiyordum. O da beni sevmeseydi keşke! Beni keşfedilmemiş bir kıtanın endemik baharatları kadar sevmeseydi. Sadece on kişinin konuştuğu yerel bir Afrika dilinin sesli harfleri kadar sevmeseydi. İlk gördüğü yerde “Senden nefret ediyorum!” deseydi. Ama o bunları asla hissetmedi. Beni it gibi senelerce sevdi.

Hani herkes çok severde sevilmezya, ben işte öyle değildim. Hep sevildim ama sevmeyi bir türlü öğrenemedim. Bu yüzden hiç mutlu olamadım. Her gün eve 18.43’te gittiğimde gördüğüm manzara, tiksindiğim halde, sırf bana olan aşkına saygı duyduğum için iyi davranmaya çalıştığım bir kadındı. Bundan nefret ediyordum. Sevmediğim halde seviyormuş gibi davranmaktan tiksiniyordum. O da beni sevmese sanki her şey düzelecekti. Sanki Yunan Tanrıları bizim evde toplanıp futbol tartışacaklardı ve her şey normalmiş gibi gözükecekti. Ama o beni koşulsuz şartsız her gün deli gibi sevdi. Tanrım! Ne büyük bir mutsuzluktu her gece uyumak zorunda kaldığım yatakta cehennemi yaşamak! Bir gece uyurken karımın beni otuz dokuz yerimden bıçaklayıp, sonra da pişirip yemesini istiyordum.  Ama o bana her sabah kahvaltı hazırlamaya devam etti.

İşimi kaybettiğim için mutsuz ve sinirli adımlarla yürüdüm otobüse. İki toplu taşıma aracı kullanarak evimin olduğu semte geldim. Cumartesi olduğu için karımın evde olmasından nefret ettim bir an. Sırf karımla daha az görüşmek için cumartesi çalışmayı seviyordum.  Üç ekmek aldım. Saat sabah on bir sularıydı. Apartmanın kapısına geldim. Hava Londra kadar kapalıydı. Boyası dökük metal apartman kapısı benim içimi karartabilecek kadar siyahtı. Asansörü olmayan yedi katlı bir binada oturuyordum. Her gün 102 basamak merdiven inip çıkıyordum. İnanın ki bunu hiç ama hiç umursamıyordum. Yedi katlı apartmanımızı cehenneme benzetirdim. Hatırlıyorum, çocukken annem anlatmıştı. “Cehennem yedi kattır. Ve yedinci kat en korkuncudur cehennemlerin.” demişti. Bu yüzden lisede futbol takımında yedi numara benimdi. Cehenneme karşı hep bir sempati duymuşumdur. Yıllardır oturduğum apartmanın yedi kat olması da ilginç bir tesadüftü doğrusu. Ve gerçekten yedinci kat en korkuncuydu cehennemlerin. Çünkü ben yedinci katta oturuyordum. Ölmeden önce cehennemi ne kadar görebilir insan bilmiyorum ama ben muazzam bir cehenneme sahiptim. Kendi butik cehennemimde her gün biraz daha ölüyordum.
Bir gergedan kadar bıkkın adımlarla birinci kata çıktım. Bu katta Avusturyalı bir kadınla yıllar önce evlenmiş Sami Bey oturuyordu. Mutlu gibiydiler. Kadın çok az Türkçe biliyordu. Sami Bey yıllar önce Avusturya’da kimya mühendisliği okurken sevmişti bu kadını. Bir keresinde öyle anlatmıştı ordan biliyorum. Şimdi ise bir deterjan dükkanı vardı Sami Bey’in. Dört yıl Avusturya’da kimya mühendisliği okuyup deterjan dükkanı açtığı için sık sık övünürdü. Kadın yarım yamalak Türkçesiyle bizle konuşamadığı için sürekli olarak kitap okurdu. Cehennemin ilk basamağı gerçekten de fena değildi. Normal bir hayat vardı. Tabii kadının Avusturyalı olması pek normal değildi ama yadırgamıyorduk. Yani biz de yadırgamayınca tatlı bir aşk hikayesi birinci basamak için yeterliydi.

İkinci katta genç bir çift oturuyordu. Adam serserinin biriydi. Geceleri kavga ettiklerini duyuyorduk. Yaklaşık beş yaşlarında Koray adında bir çocukları vardı. Kadın sık sık Koray’a da bağırıyordu. O bağırdığında apartman iniliyordu resmen. Kadın inceden kafayı sıyırmaya meyletmişti. Görücü usulü evlendiklerini düşünüyordum onların. Bu yüzden anlaşamıyorlardı. İlk heyecanla bir de çocuk yaptıklarından boşanmayı da göze alamıyorlardı. Kadın okumamıştı. Çalışmıyordu. Sadece haftada iki gün apartmanın merdivenlerini yıkıyordu. Aylık daire başına yirmi lira aidat veriyorduk. Kendilerinin para vermediğini düşünürsek ayda yüz yirmi lira. Kadın için iyi paraydı herhalde. Kendilerine acıdım. Basamaklara döndüm tekrar.
Üçüncü kata çıktım. Üçüncü katta kız öğrenciler kalıyordu. Biri Mersin, biri de Kütahyalıydı. Kütahyalı olan bir kere bizim hanımdan bir şey itemeye gelmişti. Güzel kızdı doğrusu. Çarşamba günleri erken çıkıyorlardı. Bende onların çıkma saatini tutturup onları görmeye çalışıyordum. “Günaydın Rüştü Amca.” diyorlardı  bana. Bana amca diyen bir kadına dahi bakabilecek derece puşt biriydim. Keşke bana “ Günaydın puşt” deselerdi. Daha mutlu olurdum. İkisi de okumaya gelmişlerdi ama geceleri barlara takıldıklarını, onla bunla düşüp kalktıklarını biliyordum. Ailelerinin zar zor gönderdiği paraları içkiye yatırıyorlardı. Sefil bir hayatları ve bitiremeyecekleri bir okulları vardı. Okul sadece bir sansürdü aileleri için. Ama seviyordum onları. Benden daha güzel bir hayata sahip oldukları  için kıskanıyordum da aynı zamanda. Onları gördüğüm anda Gabriel García Márquez’in bir kitabını hatırlıyordum. Benim Hüzünlü Orospularım…

Nedense bizim cehennemin sıralaması biraz karışıktı. Kademeler ritmik bir düzen içerisinde değillerdi. Dördüncü katta erkek öğrenciler oturuyordu. Ev sahibine üç kişi oturduklarını söyleseler de beş kişi kaldıklarına adım gibi amindim. Eğer ev sahibine beş kişi kaldıklarını söyleselerdi ev sahibi kiraya zam yapacaktı. Bunu bildikleri için doğruyu söylemiyorlardı. Kaçak göçek iki kişi daha barınıyordu evde. Paraları yoktu fazla. Berbat bir yaşam stilleri vardı. Az yemek yiyip çok tütün içmeyi tercih ediyorlardı. Okulları bitmeyecekti. Hepsi çalışmak zorunda olduğu için okula fazla uğramıyorlardı. Neden evlerine dönmüyorlardı peki? Bunu ben bilemezdim. Ben sadece duvarların ardını görebiliyordum. İnsanların geçmişlerini değil. Bu yüzden yoluma devam ettim.

Beşinci katta iğrenç bir aile oluşumu vardı. En ilkel toplumlarda olduğu gibi ataerkilliğin dibine vurmuş bir sosyolojik laboratuvar gibiydiler. Otoriter bir baba, hayatı boyunca erkeğinin gölgesinde yaşamış bir anne, serseri bir abi, kaderi annesine benzetilmeye çalışılan bir genç kız. Kemalettin Tuğcu daha dramatiğini yazamazdı. Kız hiçbir yere çıkamıyordu. Alt katta oturan erkek öğrencileri kızın abisi sık sık uyarıyordu. “Kardeşime yamuk yapan olursa çizerim!”. Ulan adamlar üniversite öğrencisi senin kız kardeşine mi bakacaklar sanki. Ama evin babası ne derse o oluyordu. Kadın akşama kadar adama hizmet etmek zorundaydı. Adam itfaiyeden emekliydi. Bütün gün evde oturuyordu. Sadece beş vakit namaza gidip, namazdan sonra da bir çay içimlik süre kahvede otururdu. Evin oğlundaysa her şey vardı. Çoğu geceler babası uyuduktan sonra geliyordu eve. Çünkü içiyordu. İçmekte de haklıydı. Benim babam böyle olsaydı ben meyhane açardım. Karısına, oğluna ve kızına dünyayı zindan ederken beş vakit namaz kılarak cennete gideceğini düşünüyordu. Eğer öyle bir cennet varsa ben almayayım efendim.

Bu kat gerçekten rezildi. İnsanlığın dibe çöktüğünü hissettiriyordu bana altıncı katın ölümsüz sakinleri. Çocuklarının arayıp sormadığı bir nine ve bir dedenin yaşadığı bu kat gerçekten hüzünlü bir akvaryum gibiydi. Baktığımda kendimi görüyordum. Yıllar sonra onlar öldüğünde bu daireye taşınıp onların ruhlarına kitap okumak istiyordum. Aşkın ne olduğunu bilmeden yıllarca yaşamış iki insan, terkedildikten sonra birbirine delice bağlanmışlardı. Oysa karım ve beni terk edebilecek bir çocuğumuz bile yoktu. Çünkü ben kısırdım. Ama altıncı katta yaşının kaç olduğunu hiçbir zaman doğru hatırlayamayan dede, bana bir gün yaşantısını anlatınca fazla yaşlanmadan intihar etmeye karar vermiştim. Çünkü, eğer yaşlı ve yalnızsanız kimse sizin dönüp yüzünüze bakmaz. Benim alt katta oturan bu iki yaşlıya dönüp bakmadığım gibi…

Ve işte annemin dediği gibi ; “Ve yedinci kat en korkuncudur cehennemlerin”. Doğru söylüyordu annem. Bir kez daha hak verdim. Benim evim bu apartmanın en muhteşem ızdırap yeriydi. Karımın yanına gidecektim az sonra. Bana aşkla bakan gözlerine Budist bir rahip kadar donuk bakacaktım. Kendimden utanacaktım yine. Ceketimi alacaktı. “Bir istediğin var mı bey?” diye soracaktı. “Yok.” diyecektim bende ve ardında rutin işkence işlemlerimize başlayacaktık. Sonra işimi kaybettiğimi söyleyecektim. O da benim üzülmemem için teselliler verecekti. Keşke bana işsiz kaldığım için küfretseydi! Ama o bunu yapmayacak beni sevmeye devam edecekti. “Tanrım! Bir gün. Sadece bir gün bu evde mutlu olabilirsem intihar edeceğim ve senin yanına geleceğim. Yemin ediyorum bunu yapacağım.” Her gün kapıdan girerken aynı yemini tekrarlıyordum. Bu sırada gözü merdivenlerin pisliğine takıldı. İki numaradaki kadına okkalı bir küfür savurdum. Şahsi sorunları beni ilgilendirmiyordu. Ayda yirmi lira veriyorsam eğer bu merdivenleri temiz görmek istiyordum. Ama sonra kendi ruhumun pisliği aklıma geldi ve iki numarada  otura kadına ettiğim küfrü geri aldım. Cepleri yıpranmış kumaş pantolonumun cebinden anahtarlarımı çıkardım. Anahtarı çıkartırken yere 25 kuruş düştü. Hemen eğilip aldım. Para önemliydi.

Kapıyı sessizce açtım. Ayakkabılarımı çıkardım. Eğilip aldım ve tam ayakkabılığa koyacakken benim ayakkabılarımın yerinde durmasına rağmen bana ait olmaya bir çift iskarpini gördüm. Şaşırdım. Yıllardır benim ayakkabılarımın yerinde başka ayakkabı görmemiştim. Ayakkabılarımı ayakkabılığın başka bir rafına koydum. Karım yanıma gelmemişti. Herhalde uyuyor dedim içimden. Ceketimi çıkartıp portmantoya astım. Portmantoda gri bir ceket gördüm. Bu da bana ait değildi. Koridoru yürümeye başladım. Oturma odasının kapısı açıktı. İçeriye baktım kimse yoktu. Mutfakta boştu. Bir adım daha atınca bir inilti duydum. Yatak odasından geliyordu. Duvar kağıtlarının eskidiğini fark ettim. Yatak odasına doğru yürüdükçe iniltiler şiddetlendi. Kapının kolunu tuttum. Yattak odasındaki televizyonun açık olacağını düşündüm. Ve kapıyı açtım. Hayatımdaki en önemli kapının nefret ettiğim yatak odamızın kapısı olacağını hiç düşünmemiştim. Cennetin kapısını hep daha farklı hayal etmiştim. Meğerse cennetin kapısı verniği kabarmış ahşap bir kapıymış. Kapıyı açınca bir an sessizlik oldu. Çünkü televizyon açık değildi. Karımı bir adamla yatakta yakalamıştım. Toparlanmaya çalıştılar. Yakışıklı bir adamdı karımın yanındaki adam. Karım dedi ki:

-          Rüştü!
-          Şşş. Rahat olun. Siz işinizi bitirin, ben de bir çay koyayım. Salonda bekliyorum sizi.

Bu cevap karşısında şaşırdılar. Kapıyı kapattım. Mutfağa gidip çaydanlığa su doldurdum. Ocağa çaydanlığı koyup salona geçtim. Gülümsüyordum. Az sonra karım ve sevgilisi salona geldiler. Utançları yüzlerinden okunuyordu. Gülümsememe mani olmaya çalıştım.

-          Oturun. dedim. Oturdular. Karım titriyordu. Adama elimi uzattım ve sordum :
-          Adın ne?
-          Kaan. dedi. Elini uzattı. O anda elimi geri çektim.
-          Elini tıkadın mı? dedim. Hayır anlamında kaşlarını kaldırdı. Git ellerini yıka. Çayı da demle. dedim.

Karım yüzüme bakamıyordu. Az sonra Kaan geldi. Elleri ıslaktı belli ki yıkamıştı. Elimi uzattım. Tokalaştık. Karım konuşamıyordu. Bir sigara çıkarttım. Kaan’a da uzattım. İkimizde sigaraları yaktık. Ben karıma dönüp sordum:

-          Ne kadar zamandır beni aldatıyorsun.
-          Son on altı yıldır.
-          Zaten on yedi yıldır evliyiz.
-          Hatırlamana şaşırdım.
-          Tabi ki hatırlıyorum. Hayatımı kararttığım günü nasıl unutabilirim?
-          Bu kadar mutsuzken neden beni terk etmedin?
-          Senin beni sevdiğini zannettim.
-          Seni sevmek mi? Seni sevmeyi ben evlendiğimiz gün duvağımı açtığında gördüğüm gözler yüzünden bıraktım. Evdeki eşyalara bile daha güzel bakıyordun. Beni aldattığını bilmiyor muyum sanıyorsun? Eğer beni aldatmasaydın sana asla ihanet etmezdim.
-          Keşke beni sevmediğini bana söyleseydin. Bir ayyaşın kayalara çarptığı bir bira şişesi gibi yüzüme söyleseydin.
-          Beni aldatmasaydın sana her şeyi açık açık söylerdim.
-          Eğer yapsaydın bunu ikimizde mutlu olabilirdik.

Başımı öne eğip ağlamaya başladım. Karımın beni aldatmasına değil, yıllarca mutsuz olmamıza ağladım. Onun acı çektiğini bilmiyordum. Onu mutlu zannederken kendi acımı umursamıyordum. Ama şimdi on altı yıllık sevgilisiyle karşılıklı sigara içerken, içine ettiğim üç kişinin hayatı beni boğazlıyordu. Kaan iyi bir adamdı. Kanım kaynamıştı. Ama şu anda ruhumun pisliğini dökmem gerekiyordu. Tekrar konuşmaya başladım:

-          On yedi yıldır seni gördüğüm her günden nefret ettim. Bu evde asla mutlu olmadım. Tüm bunlara ise senin beni sevdiğini düşündüğüm için sabrettim. Kendi hayatını mahvedebilir bir insan. Ama ben… Ama ben üçümüzün hayatını da berbat ettim.

Karım ve Kaan’da ağlamaya başladılar. Devam ettim:

-          Şimdi ne hissettiğimi bilmiyorum. Şu anda çocukluğumun geçtiği köyde olmak isterdim. Arkadaşlarımla derede yüzmek isterdim ama bu boktan durumun ortasındayım. On yedi yılını benim gibi bir puştla aynı evde geçirdin. Ve sen, on yedi yıl boyunca sevdiğin kadın benim gibi bir yavşakla yaşadı. Tüm bunların suçlusu benim. Fakat öyle mutluyum ki şu anda. Karımı yılarca kandırdığımı sandım. Onun aşkına saygı duymadığımı sandım. Aynı yatakta uyuduğu insandan tiksindiğimi sandım. Fakat yıllarca o benden nefret etmiş. Onun nefreti benden de büyük. Bu cehennemin zebanisinin ben olduğumu sanıyordum meğer senmişsin karıcım. Bu beni o kadar çok rahatlatıyor ki anlatamam!

Yerimden kalktım. Sigaram yarılanmıştı. Kravatımda yağ lekesi olduğunu fark ettim. Gülümsüyordum. Rahatlamıştım. Karısı kendisini aldattığı için mutlu olan tek  insan olabilirdim. İnsan özünde ne kadar da şerefsizdi. Kendimizi serbest bıraktığımızda neler de düşünebiliyorduk. O an berbat ettiğim iki hayat umurumda değildi. Sadece ve sadece kendimi düşünüyordum. Karım beni sevmediği için mutluydum. Annemin bir sözünü hatırladım; “ … Unutma ki, cehennem gibi cennette yedi katlıdır.” Doğru söylüyordu annem. Burası benim cennetim olmuştu. Ve mutluluk hissettiğiniz şeyleri söylemekti. Artık yeminimi tutmam gerekiyordu. Balkon kapısına yöneldim. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Yedinci kat uygundu. Hava kapalı, karım mutsuz bense delicesine heyecan doluydum. Kapının eşiğinde durdum. Döndüm ve dedim ki :

-          Seni asla aldatmadım. Ve seni şu anda herkesten çok seviyorum. Çay bana kısmet olmadı. Siz için. Size ömür boyu mutluluklar dilerim. Bana yaptığınız bu yardımdan dolayı da teşekkür ederim. Hoşçakalın.

 Kendimi balkondan aşağı bıraktım. Cennetimden aşağı doğru düşüyordum. Yedi katlı apartmanımı cehennem zannederken cennet olduğunu fark edememiştim. Altıncı kata geldiğimde ihtiyarlar huzur içinde ölmüşlerdi. Beşinci kattaki babayı evin kızı bıçaklamıştı. Dördüncü katta çocuklar bugün güzel bir yemek yemekteydiler. Üçüncü katın hüzünlü orospuları eve aldıkları iki adamla sevişiyorlardı. İkinci katta kadın merdivenleri temizlemiş, intihar mektubunu yazmaya çalışıyordu. Birinci katta Avusturyalı kadın ise memleketinden gelmiş bir kartpostalı, ikinci kattaki kadının çocuğu Koray’a gösteriyordu. Herkes mutlu gibiydi. Hepsi istediği şeyi yapıyordu. Ben de sözümü tutuyordum. Huzur içinde düşüyordum.
            
             Son duyduğum ses ise, karımın “ Seni seviyorum!” diye arkamdan bağırması oldu.

                                     
                                                                                                                Onur Tuncay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder