Kulübemde sobayı yakmıştım. Tek
gözlük ahşap evim iyice ısınmıştı. Kitap okuyordum. Kulağımda frekansı zaman
zaman kesilen radyomun cızırtısı vardı. Leonard Cohen - A Thousand Kisses Deep çalıyordu.
Aynı zamanda sobada yanan odunların ve sobanın üstünde kaynayan yahninin sesini
duyuyordum. Bir gün önce bir dağ tavşanı vurmuştum. Kırçıllı, siyah - beyaz
tüyleri vardı. Vurduğum tavşanı yahni yapmak için tencereye koymuş, derisini de
kuruması için sobanın üzerine asmıştım. Kuruduktan sonra diğerlerine yaptığım
gibi kulübemin herhangi bir duvarına asmayı düşünüyordum. Zaman zaman tavşanın
derisinden süzülen hayvani yağ sobanın üzerine damlıyor ve bu kötü bir koku
oluşturuyordu. Umursamadım. Soba kapıdan girince sağda kalıyordu. Zaten kulübem
on bir metrekare olduğu için evimin sağ tarafında sobadan başka bir şey yoktu.
Sadece küçük bir pencere vardı sobanın arkasında. Zaten soba borusu bu
pencereden dışarı çıkıyordu. Dörde bölünmüş pencerenin sol üt köşesindeki camı
söküp, yerine ortası delik bir teneke takmış, boruyu da bu delikten çıkarmıştım.
Eğer soba borusu tahtaya değerse kulübem ateş alırdı, ben de Kaz Dağları için
sadece bir gecelik küçük bir ışık kaynağı olurdum. Dağlarda yaşamak pratiklik
istiyordu. Çünkü en yakın yerleşim yeri dokuz kilometre uzaktaydı. Bu yüzden
her şeyi tek başıma yapmam gerekiyordu. Dış dünyayı umursamıyordum. Onlarda
beni umursamıyordu ve onlara olabildiğince az ihtiyaç duymak istiyordum. Az
şeye ihtiyaç duymak için, az şeye sahip olmam gerektiğini bu kulübede öğrendim.
Evimdeki gereksiz bütün eşyaları zaman içinde attım. Kapıdan girdiğimde sağda
sobam ve mütemadiyen üzerinde bir çaydanlık vardı. Sol tarafta ise yatağım.
Yatağımın üzerinde duvara çivilenmiş iki raf. Birinde kıyafetlerimi, birinde de
mutfak eşyalarımı koyuyordum. Erzak koymak için yaptığım tahta dolapta hemen
solda yatağımın ayakucunda duruyordu. Kapıdan girdiğimde tam karşımda küçük ve
yine dört bölmeli bir pencere görüyordum. Önünde küçük sayılabilecek bir
çekmeceli masa ve iki sandalyem vardı. Geceleri o pencereden Kaz Dağları’nın
sessizliğin izlemekten müthiş bir zevk alıyordum. Fakat neden hala iki sandalye
vardı? Sekiz yıldır tek başına yaşayan bir müptezel olamama rağmen? Çünkü ahşap
iki sandalye çok şey ifade eder. Eğer tek başınıza yaşıyorsanız ve ikinci
sandalyeniz varsa, halen bir umudun var olduğunu gösterir içinizde. İkinci
sandalyeniz varsa eğer, birini bekliyorsunuz demektir. Ben uzun zaman önce
bıraktım beklemeyi. Ama ya gelirse?
Sekiz yıldır tek başıma yaşıyordum ve gördüğüm
tek insan Cebrail idi. Haftada bir yanıma gelip, kasabadan istediğim şeyleri
getiriyordu. Gaz yağı, sabun, kumaş, pil
gibi, benim üretemeyeceğim şeyleri bana o tedarik ediyordu. Cebrail her Cuma saat
10 sularında mutlaka gelirdi benim tahta kulübeme. New Holland marka 54 C
traktörünün sesini tanırdım. Saat sabah dokuz buçuktu. Ocak ayının yirmi
biriydi ve her yer bembeyazdı. Kitabı yatağın üzerine bırakıp kalktım. Üç adım
sonra sobanın yanındaydım. Çünkü evimin toplam boyutu on bir metrekareydi.
Eğilip sobanın içine baktım. İçinde hala odun vardı. Islak olduğu için kolay
yanmıyordu ama evi ısıtıyordu. Bunu seviyordum doğrusu. Odun kesme derdinden
kurtarıyordu beni. Soluma dönüp masaya ellerimi koydum. Pencereden dışarıyı
kontrol ettim. Cebrail hala görünürde yoktu. Belki de hiç gelemeyecekti kar
yüzünden. Ama Cebrail sadıktı. Sekiz senedir bir kere aksatmamıştı Cuma
randevumuzu. Uzun uzun pencereden dışarı baktım, kendi kendime “Cebrail gelir”
dedim. Masanın üstündeki gaz lambasının yanında duran tabakamı aldım. Bir
sigara sardım kendime. Bir de Cebrail için sardım sonra. Cebrail her gelişinde
bir sigara isterdi benden. Hazır ettim sigarasını. Dışarıda yaklaşık altmış
santim kar vardı. Su almak için dereye inemeyecektim. O yüzden bakır kovayı
karla doldurup sobanın üstüne koydum. Cebrail bu soğukta yolda baya üşüyecekti.
Bir çay yapmak lazımdı. Sigaram bitene kadar epey su elde ettim. Yahniden bir
kaşık aldım. Muhteşemdi. Tavşanın tadına bayıldım. Kapının arkasında asılı
duran tüfeğime ilişti gözüm. Tüfeğime beni doyurduğu için teşekkür ettim. Çayın
altı kaynadı demledim. Tam çaydanlığı sobanın üstüne koymuştum ki kapıda
Cebrail belirdi. Kar bütün sesleri yutar bunu bilmelisiniz. Çığlıklarınızı sadece kar
saklayabilir bunu zamanla öğrenirsiniz. Traktörün sesini duyamamıştım. Cebrail kapıda dikiliyordu.
Bıyıklarında ve kaşlarında kar taneleri vardı. Başını atkıyla sarmalamış,
üzerinde bir pantolon ve kalın bir mont vardı. Pantolonunun paçalarını
çizmelerinin içine sokmuştu. Eldivenli ellerinde benim istediğim siparişler
vardı. İşte yine her şeye rağmen gelmişti. Heybetli olduğundan kapıyı
dolduruyordu Cebrail. Azrail gibi kapıda durdu bir an, sonra gülümsedi:
- Selamünaleyküm.
- Aleykümselam Cebrail hoş geldin.
- Hoş bulduk Aziz.
- Aleykümselam Cebrail hoş geldin.
- Hoş bulduk Aziz.
- Üşüdün mü?
- Üşümez miyim. İt Durmaz Tepesi adamın kafasını koparacak valla. Jilet gibi kesiyor tipi.
- Üşümez miyim. İt Durmaz Tepesi adamın kafasını koparacak valla. Jilet gibi kesiyor tipi.
- Sigaran masanın üstünde. Çay da hazır olur
şimdi.
Cevap vermedi. Haftalık rutinimize başladık. Ben torbaları
alıp dolaba yerleştirmeye başladım. O üzerindeki karları kapının eşiğine
silkti. Yün çoraplar giymişti. Ama çizmesinin içine kar dolduğundan sağ ayağı
biraz ıslaktı. Çorabını çıkardı. Yanında yedek çorap getirmişti. Tedarikli
gelirdi Cebrail. Her zaman tedarikliydi. Her şeye karşı. Sobanın başına geçti.
Bacaklarını kollarını ısıttı. Konuşmuyordu. Çok konuşmazdık Cebrail’le. Her
zaman ilk geldiğinde saçma bir muhabbet yapardık. Sonra biraz sessizlik olurdu.
Arkasından çay eşliğinde asıl sorulara geçerdi Cebrail. Bugün daha neşeliydi.
Dayanamadım sordum :
- Hayırdır? Keyfin yerinde gibi.
- Yerinde be Aziz. Kayınpeder vefat etti benim.
Daha iki gün önce onu gömdük. Benim hanıma yüz dönüm tarla kaldı. Ona
seviniyorum.
Artık alışmıştım Cebrail’in bu hallerine. Ölen insanlara sevinirdi. Yeni doğan çocuklardan bahsederken yüzü ekşirdi. Ona göre bu dünyaya gelmek insanın merakından kaynaklıydı. İnsan acı çekmeyi inanılmaz bir biçimde seviyordu. Allah Adem ve Havva’yı cennetten kovarken orda olduğunu söylerdi bana. Havva çok meraklıydı derdi. Sanki Adem kendisiymiş gibi bahsederdi. Sodom ve Gomore yanarken de ordaymış. Nuh Peygambere gemi yapmayı o öğretmiş. Yunus Peygamberi yutarken balık, o görmüş. İstanbul’un fethinde bayrak taşımış. Ve şimdi de benim için burdaymış. Sekiz yıldır bana anlatmadığı hikaye kalmamıştı Cebrail’in. Çok şey biliyordu. Bana nasıl hayatta kalmam gerektiğini de o öğretti. Çok şey biliyordu ama acımasızdı. Sertti. Sanki Azrail’le çok yakın arkadaşmış gibiydi. Bana o kadar güzel anlatıyordu ki ölümü, bir insan ancak bu kadar ölebilirdi. Bir insanın ölümü bu kadar güzel anlatması için ancak Azrail’in ağzından dinlemesi gerekirdi. Dağlarda tek başına yaşayan bir adam ölümü defalarca kez düşünebilir ve bunu uygulamak için yeterli zamana sahiptir. Fakat bana Cebrail ölümü beklemeyi öğretti. İntiharı neden Allah’ın günah saydığını anlattı. Eğer Cebrail olmasaydı çoktan intihar ederdim. Ama onun sayesinde şu kulübe de her gün bekliyorum ölmeyi. Beni o kadar çok öldürdüler ki, ölemez duruma geldim. Yazları çınar ağaçlarının gölgesine yatıp günlerce Azrail’in gelmesini bekledim. Ama o beni aklına bile getirmedi. Ben de bu yüzden artık yaşamaya çalışıyorum. Bir insan diğerinden intikam almak için onu sağ bırakır. Çünkü eğer öldürürseniz vicdanınız sızlar. Ama yaşarsa eğer, kendi pisliğinde çürüyecek, etlerine yavrulayan kurtçukları belgesel gibi izleyecektir. Eğer nefret ediyorsanız öldürmeyin sevdiğinizi. Beni öldürmeyip yaşattıkları gibi…
Cebrail
yeterince ısındı. Masanın yanına geldi. Sandalyeyi çekip oturdu. Bende iki çay
doldurdum. İkimizde şeker kullanmıyorduk. Cebrail ne zaman kulübeme gelse çay
doldururdum. Çünkü yazar diyordu ki; “Önemli konular, çay içerken konuşulur.”
Cebrail her zaman önemli konuşurdu. Bu yüzden o geldiğinde mutlaka çay
demlerdim. Kül tablasını yatağımın yanından alıp masaya koydum. O sigarasını yaktı.
Ben de yeni bir tane doladım. Karşılıklı derin birer nefes çektik. Kel kafasını
okşadı önce, sonra sakallarını kaşıdı, ardından kafasını pencereye çevirip
karlı Kaz dağları’nı izledi. Sonra bana döndü. Yine her zamanki gibi ilk
konuşan o oldu.
-Neyi bekliyorsun bunca yıldır? Kimi?
- Arkadaşlarımı.
-Sana çok söyledim. Onlar asla buraya gelmeyecek.
Çayımdan bi yudum çektim. Kaçak çayın tadını ciğerimde
hissettim. Aklımda canlandı “Sırat” yokuşunun harbi sakinleri. O ölümüne
fukaraları hatırladım. Tavşanın derisinden süzülen et yağı sobaya damladı.
Çaydanlığın tiz sesini duyuyordum.
- Ben beklemekten şikayetçi değilim.
- Onların şu an nerelerde olduklarını sana
defalarca kere anlattım.
Radyomun gidip gelen frekansında Neşet Ertaş – Ah Yalan Dünya çalıyordu. Ben Kabilin lokantasını hatırladım. Pis Kabil, fakir Kabil, aciz Kabil, kardeşini kafasını taşa vura vura öldüren Kabil… Orda, Kabil’in yerinde leş gibi tarhana çorbası içerdik hep birlikte. Kabil hep anlatırdı. Az ilerde berber Ekrem vardı. Traşımız sinek kaydı olurdu her zaman Ekrem’in sayesinde. Pos bıyıklı martin az mı kesti yanaklarımızı. Feryat vardı, Sadakat vardı, Baykal, Mustafa… Hepsinin yüzleri geldi aklıma, tavşanın derisinden et yağı sobaya damladı. Sabada odunlar yanıyordu.
- Tekrar ve son kez anlatır mısın ?
- Kimden başlayayım?
- Kafana göre başla.
-Peki. Ekrem sevdiği kızın peşinden Yeni
Zelanda’ya gitti demiştim. Gezmedikleri yer kalmamış. İngiltere mi istersin,
Hindistan mı, Küba mı. En son Kabil’in lokantasında görmüştüm onu. Daha sonra
da gören olmamış. Ama duyduğuma göre ölmüş Ekrem. Yeni Zelanda’ya Gloin’in oğlu
Gimli’nin yanına gömmüşler onu.
Bir sigara daha sardım Ekrem için. Yaman adamdın. Bir kadın
için değer miydi bunlara? Sırat
yokuşunda ölmeye yemin etmemiş miydik? Yanlış yerde öldün. Bunu affetmem Ekrem.
Ama bu nefesi senin için çekerken, et yağı süzüldü tavşan derisinden sobaya
damladı. Devam etti Cebrail:
-Martin yazmak için gitmiş. On dört sayfa yazmış.
Ağır ağır, ince ince anlatmış. Aşkı öyle bir anlatmış ki, son gördüğümde Allah,
aşkın tanımını Martin’in yazdıklarına göre tekrar yapıyordu. Ama sevdiği kız yüz vermemiş tabi. Bilirsin,
sen ona yazarsın sayfalarca, o koskoca
bir aşkı devirir.
O kadın için on dört sayfa kutsal kitap indirdin, ama üzülme
Martin! Sende her peygamber gibi ilk defasında reddedildin!
-Feryat Kuşadası’nda. Teknede yaşıyor adam. Almış
ince direkli bir yelkenli. Yakında dünya turuna çıkacakmış. Sadakat’i sorarsan
o da Bodrum’a bar açmış bir tane. Tövbe etmiş. Artık kapatmış eski defterleri. Baykal Antalya da otel sahibi olmuş.
Rapunzel’le evlenmişler. Ekrem’in dükkanın önündeki çiçeği de o almış. Yoksa
sana getirecektim. Mustafa’nın hali hepsinden harap. Son sözünü söylerken ben
ordaydım. Hep gömülmek istediği yeri bilirsin hani?
- Bilmez miyim.
-He işte son sözü yine oraya gömün beni oldu. Biz
de yerine getirdik vasiyeti. Ellerimle gömdüm onun kalbine.
Hepsi için birer sigara yaktım. Pencereden dışarıyı
izliyordum.
-
-Bırak artık şu inadı. Kes umudunu Aziz. Kimileri
öldü. Kimileri ölmüşten beter oldu kimileri de mutlu. Kimin aklına gelir dağın
tepesinde senin gibi bir yabani. Artık
herkesi unut. Şu dağ başında bir sen, bir ben, bir de Allah var. Emin ol
onlar mutlu ve onların acısını çeken sadece sensin. Bırak başkalarının kaderini
yaşamayı. Şu kulübende huzur içinde ölmek varken Paris’te bir kadın senin için
neden...
Cebrail anlattı, ben sigara içtim. İlk defa ölebileceğimi
söylemişti Cebrail. Artık demek ki ölmek vakti gelmişti. Tavşanın derisinden et
yağı damladı sobaya. Cebrail sordu:
-Yahni yiyelim mi?
Kalktım bir tabağa koydum tavşan yahnisini. Soğanın tadı her
şeyden daha çoktu. Cebrail kaşıkladıkça kaşıkladı. Tavşana hiç acımadı. Kapının
arkasındaki av tüfeğime baktım, beni doyurduğu için teşekkür ettim. Et kokusu
ciğerime doluyordu ve kulübemin dışında kar vardı. Karlar ötesinde şehirler
duruyordu sıra sıra. Ama en çok korktuğum yerden kilometrelerce uzaktaydım.
Sırat yokuşunu o kadar özlüyordum ki gidemiyordum. İnsan bazen çok özlediği
yerlerin özlemini sever. Ben Sırat’ın insanlarını seviyordum. İnsanlar
dağıldılar. Biz dağıldık. Kaz Dağları’nın zirvesinde 8 yıldır tek başıma
yaşıyordum. Kimsenin geçmediği bir dağın zirvesinde ölü insanlardan kurulu bir
orkestra dinliyorum her gece gaz lambasının ışığında. Cebrail yemeğini yedi.
Bir sigara daha sardı benden. Yeni listeyi aldı. Montunu, şapkası eldivenlerini
giydi. Son kez bana baktı tam arkasını dönmüştü ki seslenip onu durdurdum:
- Cebrail!
- Efendim Aziz.
- Şu sandalyenin birini götür artık ihtiyacım
kalmadı.
Cebrail hiç bir şey demedi. Sandalyeyi aldı ve traktörüne
doğru yürümeye başladı. Artık diğer sandalyeyi göndermiş, umutlarımı
bitirmiştim. Oturdum tek sandalyeme. Camdan Cebrail’in gidişini izledim. Sonra
saatlerce ağladım. Artık ölme zamanım gelmişti. Gaz yağını yere döküp, kibriti
üzerine attım…
Ben, o gece Kaz Dağları için
sadece küçük bir ışık kaynağıydım.
Tavşanın derisinden süzülen et yağı sobanın üstüne damladı.
Onur TUNCAY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder