2 Nisan 2013 Salı

BİR TAVŞAN, İKİ SANDALYE VE CEBRAİL’İN MABEDİ: BEKLEMEK,ÖZLEMEK VE ÖLÜM ÜZERİNE



Kulübemde sobayı yakmıştım. Tek gözlük ahşap evim iyice ısınmıştı. Kitap okuyordum. Kulağımda frekansı zaman zaman kesilen radyomun cızırtısı vardı. Leonard Cohen - A Thousand Kisses Deep çalıyordu. Aynı zamanda sobada yanan odunların ve sobanın üstünde kaynayan yahninin sesini duyuyordum. Bir gün önce bir dağ tavşanı vurmuştum. Kırçıllı, siyah - beyaz tüyleri vardı. Vurduğum tavşanı yahni yapmak için tencereye koymuş, derisini de kuruması için sobanın üzerine asmıştım. Kuruduktan sonra diğerlerine yaptığım gibi kulübemin herhangi bir duvarına asmayı düşünüyordum. Zaman zaman tavşanın derisinden süzülen hayvani yağ sobanın üzerine damlıyor ve bu kötü bir koku oluşturuyordu. Umursamadım. Soba kapıdan girince sağda kalıyordu. Zaten kulübem on bir metrekare olduğu için evimin sağ tarafında sobadan başka bir şey yoktu. Sadece küçük bir pencere vardı sobanın arkasında. Zaten soba borusu bu pencereden dışarı çıkıyordu. Dörde bölünmüş pencerenin sol üt köşesindeki camı söküp, yerine ortası delik bir teneke takmış, boruyu da bu delikten çıkarmıştım. Eğer soba borusu tahtaya değerse kulübem ateş alırdı, ben de Kaz Dağları için sadece bir gecelik küçük bir ışık kaynağı olurdum. Dağlarda yaşamak pratiklik istiyordu. Çünkü en yakın yerleşim yeri dokuz kilometre uzaktaydı. Bu yüzden her şeyi tek başıma yapmam gerekiyordu. Dış dünyayı umursamıyordum. Onlarda beni umursamıyordu ve onlara olabildiğince az ihtiyaç duymak istiyordum. Az şeye ihtiyaç duymak için, az şeye sahip olmam gerektiğini bu kulübede öğrendim. Evimdeki gereksiz bütün eşyaları zaman içinde attım. Kapıdan girdiğimde sağda sobam ve mütemadiyen üzerinde bir çaydanlık vardı. Sol tarafta ise yatağım. Yatağımın üzerinde duvara çivilenmiş iki raf. Birinde kıyafetlerimi, birinde de mutfak eşyalarımı koyuyordum. Erzak koymak için yaptığım tahta dolapta hemen solda yatağımın ayakucunda duruyordu. Kapıdan girdiğimde tam karşımda küçük ve yine dört bölmeli bir pencere görüyordum. Önünde küçük sayılabilecek bir çekmeceli masa ve iki sandalyem vardı. Geceleri o pencereden Kaz Dağları’nın sessizliğin izlemekten müthiş bir zevk alıyordum. Fakat neden hala iki sandalye vardı? Sekiz yıldır tek başına yaşayan bir müptezel olamama rağmen? Çünkü ahşap iki sandalye çok şey ifade eder. Eğer tek başınıza yaşıyorsanız ve ikinci sandalyeniz varsa, halen bir umudun var olduğunu gösterir içinizde. İkinci sandalyeniz varsa eğer, birini bekliyorsunuz demektir. Ben uzun zaman önce bıraktım beklemeyi. Ama ya gelirse?
 Sekiz yıldır tek başıma yaşıyordum ve gördüğüm tek insan Cebrail idi. Haftada bir yanıma gelip, kasabadan istediğim şeyleri getiriyordu.  Gaz yağı, sabun, kumaş, pil gibi, benim üretemeyeceğim şeyleri bana o tedarik ediyordu. Cebrail her Cuma saat 10 sularında mutlaka gelirdi benim tahta kulübeme. New Holland marka 54 C traktörünün sesini tanırdım. Saat sabah dokuz buçuktu. Ocak ayının yirmi biriydi ve her yer bembeyazdı. Kitabı yatağın üzerine bırakıp kalktım. Üç adım sonra sobanın yanındaydım. Çünkü evimin toplam boyutu on bir metrekareydi. Eğilip sobanın içine baktım. İçinde hala odun vardı. Islak olduğu için kolay yanmıyordu ama evi ısıtıyordu. Bunu seviyordum doğrusu. Odun kesme derdinden kurtarıyordu beni. Soluma dönüp masaya ellerimi koydum. Pencereden dışarıyı kontrol ettim. Cebrail hala görünürde yoktu. Belki de hiç gelemeyecekti kar yüzünden. Ama Cebrail sadıktı. Sekiz senedir bir kere aksatmamıştı Cuma randevumuzu. Uzun uzun pencereden dışarı baktım, kendi kendime “Cebrail gelir” dedim. Masanın üstündeki gaz lambasının yanında duran tabakamı aldım. Bir sigara sardım kendime. Bir de Cebrail için sardım sonra. Cebrail her gelişinde bir sigara isterdi benden. Hazır ettim sigarasını. Dışarıda yaklaşık altmış santim kar vardı. Su almak için dereye inemeyecektim. O yüzden bakır kovayı karla doldurup sobanın üstüne koydum. Cebrail bu soğukta yolda baya üşüyecekti. Bir çay yapmak lazımdı. Sigaram bitene kadar epey su elde ettim. Yahniden bir kaşık aldım. Muhteşemdi. Tavşanın tadına bayıldım. Kapının arkasında asılı duran tüfeğime ilişti gözüm. Tüfeğime beni doyurduğu için teşekkür ettim. Çayın altı kaynadı demledim. Tam çaydanlığı sobanın üstüne koymuştum ki kapıda Cebrail belirdi. Kar bütün sesleri yutar bunu bilmelisiniz. Çığlıklarınızı sadece kar saklayabilir bunu zamanla öğrenirsiniz. Traktörün sesini duyamamıştım. Cebrail kapıda dikiliyordu. Bıyıklarında ve kaşlarında kar taneleri vardı. Başını atkıyla sarmalamış, üzerinde bir pantolon ve kalın bir mont vardı. Pantolonunun paçalarını çizmelerinin içine sokmuştu. Eldivenli ellerinde benim istediğim siparişler vardı. İşte yine her şeye rağmen gelmişti. Heybetli olduğundan kapıyı dolduruyordu Cebrail. Azrail gibi kapıda durdu bir an, sonra gülümsedi:

      
          - Selamünaleyküm.       
          - Aleykümselam Cebrail hoş geldin.
          - Hoş bulduk Aziz.
         - Üşüdün mü?
          - Üşümez miyim. İt Durmaz Tepesi adamın kafasını koparacak valla. Jilet gibi kesiyor tipi.
         - Sigaran masanın üstünde. Çay da hazır olur şimdi.

Cevap vermedi. Haftalık rutinimize başladık. Ben torbaları alıp dolaba yerleştirmeye başladım. O üzerindeki karları kapının eşiğine silkti. Yün çoraplar giymişti. Ama çizmesinin içine kar dolduğundan sağ ayağı biraz ıslaktı. Çorabını çıkardı. Yanında yedek çorap getirmişti. Tedarikli gelirdi Cebrail. Her zaman tedarikliydi. Her şeye karşı. Sobanın başına geçti. Bacaklarını kollarını ısıttı. Konuşmuyordu. Çok konuşmazdık Cebrail’le. Her zaman ilk geldiğinde saçma bir muhabbet yapardık. Sonra biraz sessizlik olurdu. Arkasından çay eşliğinde asıl sorulara geçerdi Cebrail. Bugün daha neşeliydi. Dayanamadım sordum :

     -    Hayırdır? Keyfin yerinde gibi.
     -    Yerinde be Aziz. Kayınpeder vefat etti benim. Daha iki gün önce onu gömdük. Benim hanıma yüz dönüm tarla kaldı. Ona seviniyorum.

Artık alışmıştım Cebrail’in bu hallerine. Ölen insanlara sevinirdi. Yeni doğan çocuklardan bahsederken yüzü ekşirdi. Ona göre bu dünyaya gelmek insanın merakından kaynaklıydı. İnsan acı çekmeyi inanılmaz bir biçimde seviyordu. Allah Adem ve Havva’yı cennetten kovarken orda olduğunu söylerdi bana. Havva çok meraklıydı derdi. Sanki Adem kendisiymiş gibi bahsederdi.  Sodom ve Gomore yanarken de ordaymış. Nuh Peygambere gemi yapmayı o öğretmiş. Yunus Peygamberi yutarken balık, o görmüş. İstanbul’un fethinde bayrak taşımış. Ve şimdi de benim için burdaymış. Sekiz yıldır bana anlatmadığı hikaye kalmamıştı Cebrail’in. Çok şey biliyordu. Bana nasıl hayatta kalmam gerektiğini de o öğretti. Çok şey biliyordu ama acımasızdı. Sertti. Sanki Azrail’le çok yakın arkadaşmış gibiydi. Bana o kadar güzel anlatıyordu ki ölümü, bir insan ancak bu kadar ölebilirdi. Bir insanın ölümü bu kadar güzel anlatması için ancak Azrail’in ağzından dinlemesi gerekirdi. Dağlarda tek başına yaşayan bir adam ölümü defalarca kez düşünebilir ve bunu uygulamak için yeterli zamana sahiptir. Fakat bana Cebrail ölümü beklemeyi öğretti. İntiharı neden Allah’ın günah saydığını anlattı. Eğer Cebrail olmasaydı çoktan intihar ederdim. Ama onun sayesinde şu kulübe de her gün bekliyorum ölmeyi. Beni o kadar çok öldürdüler ki, ölemez duruma geldim. Yazları çınar ağaçlarının gölgesine yatıp günlerce Azrail’in gelmesini bekledim. Ama o beni aklına bile getirmedi. Ben de bu yüzden artık yaşamaya çalışıyorum. Bir insan diğerinden intikam almak için onu sağ bırakır. Çünkü eğer öldürürseniz vicdanınız sızlar. Ama yaşarsa eğer, kendi pisliğinde çürüyecek, etlerine yavrulayan kurtçukları belgesel gibi izleyecektir. Eğer nefret ediyorsanız öldürmeyin sevdiğinizi. Beni öldürmeyip yaşattıkları gibi…
                Cebrail yeterince ısındı. Masanın yanına geldi. Sandalyeyi çekip oturdu. Bende iki çay doldurdum. İkimizde şeker kullanmıyorduk. Cebrail ne zaman kulübeme gelse çay doldururdum. Çünkü yazar diyordu ki; “Önemli konular, çay içerken konuşulur.” Cebrail her zaman önemli konuşurdu. Bu yüzden o geldiğinde mutlaka çay demlerdim. Kül tablasını yatağımın yanından alıp masaya koydum. O sigarasını yaktı. Ben de yeni bir tane doladım. Karşılıklı derin birer nefes çektik. Kel kafasını okşadı önce, sonra sakallarını kaşıdı, ardından kafasını pencereye çevirip karlı Kaz dağları’nı izledi. Sonra bana döndü. Yine her zamanki gibi ilk konuşan o oldu.
        
           -Neyi bekliyorsun bunca yıldır? Kimi?
         - Arkadaşlarımı.
          -Sana çok söyledim. Onlar asla buraya gelmeyecek.

Çayımdan bi yudum çektim. Kaçak çayın tadını ciğerimde hissettim. Aklımda canlandı “Sırat” yokuşunun harbi sakinleri. O ölümüne fukaraları hatırladım. Tavşanın derisinden süzülen et yağı sobaya damladı. Çaydanlığın tiz sesini duyuyordum.

    -     Ben beklemekten şikayetçi değilim.
    -     Onların şu an nerelerde olduklarını sana defalarca kere anlattım.

Radyomun gidip gelen frekansında Neşet Ertaş – Ah Yalan Dünya çalıyordu. Ben Kabilin lokantasını hatırladım. Pis Kabil, fakir Kabil, aciz Kabil, kardeşini kafasını taşa vura vura öldüren Kabil… Orda, Kabil’in yerinde leş gibi tarhana çorbası içerdik hep birlikte.  Kabil hep anlatırdı. Az ilerde berber Ekrem vardı. Traşımız sinek kaydı olurdu her zaman Ekrem’in sayesinde. Pos bıyıklı martin az mı kesti yanaklarımızı. Feryat vardı, Sadakat vardı, Baykal, Mustafa… Hepsinin yüzleri geldi aklıma, tavşanın derisinden et yağı sobaya damladı. Sabada odunlar yanıyordu.
      
          - Tekrar ve son kez anlatır mısın ?
          -  Kimden başlayayım?
          - Kafana göre başla.
          -Peki. Ekrem sevdiği kızın peşinden Yeni Zelanda’ya gitti demiştim. Gezmedikleri yer kalmamış. İngiltere mi istersin, Hindistan mı, Küba mı. En son Kabil’in lokantasında görmüştüm onu. Daha sonra da gören olmamış. Ama duyduğuma göre ölmüş Ekrem. Yeni Zelanda’ya Gloin’in oğlu Gimli’nin yanına gömmüşler onu.

Bir sigara daha sardım Ekrem için. Yaman adamdın. Bir kadın için değer miydi bunlara?  Sırat yokuşunda ölmeye yemin etmemiş miydik? Yanlış yerde öldün. Bunu affetmem Ekrem. Ama bu nefesi senin için çekerken, et yağı süzüldü tavşan derisinden sobaya damladı. Devam etti Cebrail:
   
      -Martin yazmak için gitmiş. On dört sayfa yazmış. Ağır ağır, ince ince anlatmış. Aşkı öyle bir anlatmış ki, son gördüğümde Allah, aşkın tanımını Martin’in yazdıklarına göre tekrar yapıyordu.  Ama sevdiği kız yüz vermemiş tabi. Bilirsin, sen  ona yazarsın sayfalarca, o koskoca bir aşkı devirir.

O kadın için on dört sayfa kutsal kitap indirdin, ama üzülme Martin! Sende her peygamber gibi ilk defasında reddedildin!
        
      -Feryat Kuşadası’nda. Teknede yaşıyor adam. Almış ince direkli bir yelkenli. Yakında dünya turuna çıkacakmış. Sadakat’i sorarsan o da Bodrum’a bar açmış bir tane. Tövbe etmiş. Artık kapatmış eski defterleri.  Baykal Antalya da otel sahibi olmuş. Rapunzel’le evlenmişler. Ekrem’in dükkanın önündeki çiçeği de o almış. Yoksa sana getirecektim. Mustafa’nın hali hepsinden harap. Son sözünü söylerken ben ordaydım. Hep gömülmek istediği yeri bilirsin hani?
         - Bilmez miyim.
          -He işte son sözü yine oraya gömün beni oldu. Biz de yerine getirdik vasiyeti. Ellerimle gömdüm onun kalbine.

Hepsi için birer sigara yaktım. Pencereden dışarıyı izliyordum. 
-          
      -Bırak artık şu inadı. Kes umudunu Aziz. Kimileri öldü. Kimileri ölmüşten beter oldu kimileri de mutlu. Kimin aklına gelir dağın tepesinde senin gibi bir yabani. Artık  herkesi unut. Şu dağ başında bir sen, bir ben, bir de Allah var. Emin ol onlar mutlu ve onların acısını çeken sadece sensin. Bırak başkalarının kaderini yaşamayı. Şu kulübende huzur içinde ölmek varken Paris’te bir kadın senin için neden...

Cebrail anlattı, ben sigara içtim. İlk defa ölebileceğimi söylemişti Cebrail. Artık demek ki ölmek vakti gelmişti. Tavşanın derisinden et yağı damladı sobaya. Cebrail sordu:
        
      -Yahni yiyelim mi?
Kalktım bir tabağa koydum tavşan yahnisini. Soğanın tadı her şeyden daha çoktu. Cebrail kaşıkladıkça kaşıkladı. Tavşana hiç acımadı. Kapının arkasındaki av tüfeğime baktım, beni doyurduğu için teşekkür ettim. Et kokusu ciğerime doluyordu ve kulübemin dışında kar vardı. Karlar ötesinde şehirler duruyordu sıra sıra. Ama en çok korktuğum yerden kilometrelerce uzaktaydım. Sırat yokuşunu o kadar özlüyordum ki gidemiyordum. İnsan bazen çok özlediği yerlerin özlemini sever. Ben Sırat’ın insanlarını seviyordum. İnsanlar dağıldılar. Biz dağıldık. Kaz Dağları’nın zirvesinde 8 yıldır tek başıma yaşıyordum. Kimsenin geçmediği bir dağın zirvesinde ölü insanlardan kurulu bir orkestra dinliyorum her gece gaz lambasının ışığında. Cebrail yemeğini yedi. Bir sigara daha sardı benden. Yeni listeyi aldı. Montunu, şapkası eldivenlerini giydi. Son kez bana baktı tam arkasını dönmüştü ki seslenip onu durdurdum:
        
        - Cebrail!
      -  Efendim Aziz.
       - Şu sandalyenin birini götür artık ihtiyacım kalmadı.

Cebrail hiç bir şey demedi. Sandalyeyi aldı ve traktörüne doğru yürümeye başladı. Artık diğer sandalyeyi göndermiş, umutlarımı bitirmiştim. Oturdum tek sandalyeme. Camdan Cebrail’in gidişini izledim. Sonra saatlerce ağladım. Artık ölme zamanım gelmişti. Gaz yağını yere döküp, kibriti üzerine attım…

Ben, o gece Kaz Dağları için sadece küçük bir ışık kaynağıydım.

Tavşanın derisinden süzülen et yağı sobanın üstüne damladı.



                                                                                               Onur TUNCAY 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder