Babamın bana bıçak atmayı öğrettiği o ağacın altından sesleniyorum sana. Neden buradayım peki? Niye burayı seçtim? Babamın yıllar önce anneme hastane odasında söylediği gibi: Boğazımda hissediyorum artık yağlı urganını meleklerin. Ve biliyorum ki yaraların kapanmadığını bıçaklanmış ağaçlar bilir. Vaktim geldi, ömrüm geçti, çürüdüm. Her insan hayat boyu bir baykuş bekler bildiği her şeyi anlatabilmek için. Ben de piposunu dolduran bu ihtiyar puhu kuşunun önünde diz çöktüm.
Eğildim dudaklarına, çıtkırıldım bir dalın uyuyan bir göle
dokunuşu gibi. Siyah soldu önce, ardından buz tutan parmaklarımız buğulandı, meşaleler
yakıldı ve biz böylelikle başka bir yola saptık. Sadece hissedebildiğimiz,
dokunduğumuzda paramparça olacak şeffaflıktan bahsediyorum. Ayak bileklerindeki
güvercinlerin ürkekliğini hiçbir şey anlatamaz. Affet beni, yabani bitkilerin
kokusunu duydum sende. Dilimin üstünde gezinen bir şeftalinin çıkarttığı ama
ancak bir tırtıla ait olabilecek sesler duydum. Yükselirken düşünmüyorduk ne almışız, ne
vermişiz, kime borcumuz var? Ama bazen yazılmış reçeteler yaz boz kağıdına
dönüşüveriyor. Enkazın altında kalanlara ulaşılmıyor. Yaprağın toprağa
düşüşündeki zarafeti taşıyorum artık. Üzüleceksin belki ama bilmeni isterim;
ilk öpüştüğümüz marinayı duman perestler gırtlakladı kadir gecesi. Bir heyula,
bin yıldır yanan kandile üfleyiverdi.
Kafamın arkasında açılan kapıdan savrulanları toplayamadım.
Seni düşürdüm, antik muhafızların nallarında parçalandın. Elbet biz de isterdik
suyun kudretine sahip olmayı. Taşı delmeyi, ateşe kafa tutmayı ve her koşulda
bir yol bulmayı. Kim istemez ki bir şehri terke edip, ertesi sabah başka bir
şehirde sıfırdan başlamak. Ya da cenazenin orta yerinde espri yapmak. Açtığım
çentikleri kaç kez saydım hatırlayamıyorum? Sahi kış ayı mıydı seni öptüğüm
gece? Bak, hafıza ne hain bir şey ki süpürüyor bellek tozlarını. Unutmak,
zamanın insana işlediği nakış. Göğsüne tüm çiçekleri dolduruyorum.
İçtim seni toprak testilerden dökülen şaraplar gibi. Mazideki tecrübelerden ne çok ders almışız, her an yasak gibi yürüdük. Takılıp düşmeyi erdem sayıp, bir şeyleri düzeltme telaşıyla hata üstüne hata yaptık belki. Tuba ağacını ters çevirip yere sapladık mesela. Düpedüz saçmalıktı. Azarlanan bir çocuk gibi başımız eğik yürürken cama tosladık. Kırlangıç kuyruğu kadar mesafede sözcüklerden sıyrılıp, suskunluğumuza kilitleniyoruz. Arada kalmışız belli ama sıkışmak değil bu, birbirimize yoğunlaşmanın keyfini çıkartıyoruz.
Karartma gecelerine benzetirdim kendimi. Sanki kararsam pilotlar
yanılacak, uçaklar ıskalayacaktı beni. Ama olmuyor işte, olmuyor. Bomba
patladığında eğer hedefsen misketler elbet seni de buluyor. Tabii çektiğim
filmi izlerken ateşlediğin sigara kadar yakmıyor içimi ama marinada dudağına
astığın gülümseme kadar derine işliyor. İstemez miydim sen gülerken evreni
mıhlayabilmeyi? Karanlık tarafıma bir misilleme yapıp, kuytuda pusuya
düşürebilmeyi?
Artık unutmuşum, yazmışım, yanmışım kimin umurunda? Anlattıklarımla
seni hırpalamak istemiyorum. Pençelerim var, evet ama bunları ruhuna geçirmek
değil niyetim. Sadece olan şeylerden bahsediyorum sana. Baykuşlara
anlatılabilecek şeylerden ama. Örneğin; rahatlamak için senin hiç var olmadığına
inanmaya çalışmamdan bahsediyorum. Babam konusunda fazla kandıramıyorum baykuşu.
Onun yokluğu gerçek. Tüm hayallerimin
ortasında anıt gibi duruyor. Aslında ailece babamın peşinden ölmeyi
planladığımızda gerçek ama bu konuya değinmiyorum. Çoğu insan gibi ben de vasiyet
yazamıyorum. Ölümü yeterince sindiremediğimi buradan anlarsın. Urgan sıkarken
boğazımı, hala kalbim atarken yani; diyeceğim ki: “ Ah, biri gelse şimdi…
Belki biri… “
Üzerinde durduğum üç bacaklı tabure yavaşça yamuluyor. O da
öğreneceği her şeyi öğrenmiş olmanın verdiği gururla piposundan derin bir nefes
aldı ve şimdi kanatlarını geriyor. Kuşların havalanırken sahip olduğu o hafiflik hissine
erişirken ben, senin yüzünde bir cinayetin tek ipucunu görüyorum. Günahlarımın sebeplerini izliyorum. Resimli kutsal
kitapların kayıp sayfaları saklı göğsünde. Beni bir hiçe dönüştürecek o
anahtarı kendi ellerimle çevirdim. Ciğerine sapladığın saydam pimi yine ben
çektim. Seni kesinlikle suçlamıyorum. Vasiyet yazmadım ama beni gömeceğin yeri biliyorsun, sakın hata yapma:
Babamın bana bıçak atmayı öğrettiği o ağacın altına.
Onur Tuncay
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder