21 Mayıs 2013 Salı

Klarnetimin Mi Perdesini Açık Unutmuşsun Mathilda


Saat 02.07’yi gösterirken, sıcak bir yaz akşamında, bir anda güzel bir rüyadan uyanmış gibi huzur içinde yeşil koltuğumdan kalkarak verandaya çıkıp plastik sandalyeye oturdum. Üzerimde gri çoraplar, çiçekli bir deniz şortu ve siyah atlet vardı. Yani kötü görünmek için elimden geleni yapmıştım. Günlerdir banyo yapmıyordum. Saçlarım oldukça yağlanmıştı ve ekşi bir koku yayılıyordu bedenimden. Evden çıkmıyordum. Evde de yaptığım herhangi bir şey yoktu ama insanları görmek istemiyordum. İlk gördüğüm insanın kalbine binlerce mermi sıkabilecek kadar mutsuzdum. Kedileri sevenlerden, kaslarından başka hiçbir şeye önem vermeyenlerden, kıyafetlere tapanlardan, sohbet etmesini bilmeyenlerden, çayın felsefesini anlayamayanlardan, vejetaryenlerden, nutella sevenlerden, sakalını sık sık kesenlerden, Neşet Ertaş’ı dinlemeyenlerden, işleri iyi giden insanlardan, paranın köpeklerinden, esnaf lokantasına gitmeyenlerden, klasik müzik dinleyenlerden, istediği gibi yaşamayanlardan, deliremeyenlerden vesaire neredeyse herkesten nefret edebilecek kudrete erişmiştim. İnsanları görmemek için sadece geceleri bahçeye çıkıp hava alıyordum. Küçük kasabalar erken uyurlar. Gece yarısını biraz geçtikten sonra sokaklar boşalır ve insanların çoğu kaygılarını, umutlarını, yorgunluklarını, aşklarını yarına erteleyerek uyurlar. Ertelemek kasabalar için gereklidir. Çünkü yeni heyecanlar olmaz sık sık. Yeni bir heyecan olduğunda idareli kullanmak gerekir. Aynı şekilde acılarda katık edilir. Mesela şehirde biri ölse sokak ortasında, biri çıkıp adamın üzerine eskimiş ceketini örttükten sonra şehir yeni kurbanını beklemeye başlar. Fakat kasabalara Azrail bile fazla uğramaz. Kasabada eğer biri ölürse, ölünün ardından günlerce konuşmak gerekir. Bu asla öğretilmez ama sanırım mekanların doğası bunu gerektiriyor. Her mekanın bir ruhu, bir kişiliği olduğu gerçek. Ve bu kişilik, ağırladığı misafirleri de sarıyor zamanla sanırım. İnsanlar da üzerinde bulunduğu toprağa göre şekilleniyor. Galiba Tanrı, insanı yarattığı gibi, ruhu da topraktan yarattı?

Küçük ve de bakımsız bahçeme bakarken neden buraya geldiğimi sordum kendime. Neden buradaydım ? Çünkü başaramamıştım. Ben hiçbir şeyi başaramamanın verdiği acıyla, şehirleri terk edip doğduğum kasabaya yerleşmiştim. Zamanında nefret edip kurtulmak istediğim kasabaya geri dönmüştüm. Başa dönmenin yaşattığı acı inanılmazdı. Büyük hayallerle gittiğim şehirlere, hayallerim küçük gelmişti. Hayallerim nasıl imkansıza sürüklendi bilmiyorum. Nerde hata yaptığıma dair hiçbir fikrim yok. Sadece tek bildiğim gerçek, altı yıl savaştıktan sonra, mağlup olarak zamanında küçümsediğim insanların yanına dönüp onlardan daha kötü bir hayat yaşıyor olduğumdu. Umudu olan insanlarla konuşamıyordum. Hala nasıl umut beslediklerine inanamıyordum. Olmuyordu. Bu hayatta kurduğun hiçbir hayal gerçek olmuyordu işte. Hayallerin gerçek olmadığı bir evrende yaşamak çok aşağılık bir duygu diye düşünüyordum. Eğer istediklerim olmayacaksa neden hala yaşıyordum? Kendimi öldürsem ne için öldürecektim? Bir anlamı olsaydı kendimi öldürebilirdim. Ama neden öldüreyim ki? Bu kasabadaki insanlarla, cenazemin arkasından konuşacak kadar bile sohbet etmemiştim. Uzun zamandır kimseyle sohbet etmediğimi anımsadım birden. Sesimin nasıl bir tonu olduğunu düşündüm sonra. Sahi benim bir sesim var mıydı? Sesimin olup olmamasını, tırnaklarımın arasına doluşmuş siyah kirlerden daha az önemsiyordum. Hayatımın tükettiğim evresinde konuşmadığım insan ırkı kalmamıştı ama buna rağmen öldüğünde arkasından bir an olsun üzülebilecek kadar sevmemiştim hiç kimseyi. İnsan sevgiyle yaşar diyordu Tolstoy. Düşünüyorum da, Tolstoy gerçekten sevmiş miydi? Astapovo tren istasyonunda, Ortodoks kilisesi tarafından aforoz edilmiş bir gezgin olarak, soğuktan donarak ölürken sorsaydım eğer kendisine; başını karla örtülü bir banktan yavaşça kaldırıp sakallarındaki kar kristallerini yerlere dökerek cılız bir sesle “Dünyanın temeli sevgidir” diyebilir miydi? Eminim o anda dünyadaki bütün sevgiyi sıcak bir tarhana çorbasına değişirdi…

 Sandalyeden kalktım. Kalkarken eklemlerimin sesini duydum. Kemiklerim birbirine geçmiş gibiydi. Lahitten çıkan bir mumya kadar eskimiş hissediyordum kendimi. Uzuvlarımı kullanmak gelmiyordu içimden. Boşuna taşıyordum sanki onları. Sadece bir gün birini öldürmek istersem diye ellerime önem veriyordum. Amaçsız bir insan neler de düşünebiliyor! Seri katilleri o kadar iyi anlıyordum ki. Eller önemlidir. Ve bence Norveçli balıkçılar hiçbir sikimden anlamıyorlar. Balıkçı dediğin  Karadenizli olur, Norveçli değil. Bu düşüncelerin arasında kendimi öldürmeye karar vermem arasında bir bağ kuramam ama bir anda kendimi öldürerek anlamsız hayatımı sonlandırmak arzusu kapladı içimi. Orijinal bir stil bulmak istedim. Olta iğneleriyle bileklerimi parçalayacaktım. Güzel fikir bulduğum için bir an umutlandım. Umut vardı hala içimde. Umudu hissetmiştim. Mesele kendini öldürmek bile olsa bir şeyi başarma umudu sardı içimi. Bir olta iğnesi buldum ve içimde yeşeren umudu öldürmesi için onu yuttum. Boğazıma sert tütünlerin verdiği acı oturdu. Su içtim. Su içerken boğazımdan gelen kanı toprağa tükürdüm. Boğazımdan boşalan kan, çatlaktan içeri süzüldü. Dünyanın çekirdeğine doğru yürüdü ve dünyanın merkezinde buharlaştı. Kanın buharı, çatlaklardan yukarı çıktı. Göğe karıştı. Herkesten çok özür dilerim, o gece yalnızca benim evimin çatısına kan yağdı.

 Evin içine girdim. Yürürken çöplere takılıyordu ayaklarım. Oturma odasındaki halının rengini artık hatırlayamıyordum. Koltuklarda yüzlerce sigara yanığı vardı. Yerlere saçlarım dökülmüştü. Kıvırcık saçlarım o kadar çirkin duruyordu ki, çirkin kelimesi bir surete bürünse saçlarım olurdu herhalde. Çekmeceleri yere dökerek aramaya başladım. Büyük bir alabalık avlamak için yeterli derecede büyük bir olta iğnesi lazımdı bana. Küçük balık sayılmazdım ne de olsa. Dünyanın  en güzel yerlerinde, en güzel şarapları içip en güzel kadınlarla yatmıştım. En güzel arabalara binmiştim. Hayalini kurmayacağınız paraları bir gecede bahşiş olarak bırakmıştım. Ben bu dünyanın her türlü ibneliğini gördüm. Anlıyor musun beni. Dünyada türlü zevkler ve sayısız acizlik tattım. Senin rüyanda görüp ansızın sırılsıklam ter içinde uyanacağın sahneleri ben gözlerimle gördüm. O anı yaşadım ben. Hatırlıyorum, Fransa’nın az duyulmuş bir kentinde, bir çöplüğün arkasında o kasabanın en güzel fahişesiyle sevişirken, çöplüğün önüne iki adam gelip, bizim işimizi bitirmemizi bekleyen pezevengin boğazını kestiler. Dudaklarım daha kadının boynuna inmemişti bile. Üç dakika önce pazarlık yapıp tartıştığım adamın boğazını kestiler gözlerimin önünde. Ölürken “ah” bile demedi. Çünkü temizlenmesi gereken bir pislik olduğunu biliyordu. Sokrates “Kendini tanı!” derken haklıydı. İnsanoğlu çevresindeki insanları tanımaya ayıracağı zamanın üçte birini kendini tanımaya adasaydı, dünya bu kadar yaşanmaz olmazdı. Eğer bir gün kendimle tanışırsam, kendime “Selamünaleyküm” diyeceğim. Dün gibi hatırlıyorum, cebinden yetmiş sekiz Euro, yarım paket sigara ve eski model bir telefon çıktı pezevengin.  Onları aldılar. Ölürken namussuz bir pezevenk değil, gururlu bir mağdur olarak öldü. Hakkı mıydı? Onurlu bir ölüm onun hakkı mıydı? Peki ya ölümü hak etmiş miydi gerçekten? Boğazı kesilirken direnmedi. Olanca cüssesiyle gözleri bana dönük bir şekilde yere yığıldı. Gözlerinde ne gördüm biliyor musunuz? Pişmanlık. Böyle bir hayat  yaşadığı için pişmandı. O yüzden hiç direnmedi boğazını kesenlere. Uzun zamandır pişmanlık duyuyordu. Vaktinin geldiğini hissettiği anda usulca portmantodan ceketini ve şapkasını alıp dünyayı adam gibi terk etti. Şerefsiz biri olarak yaşadı belki ama ölürken son derece asildi. O son derece anlamlı bir şekilde ölürken ben, çöp tenekesinin hemen arkasında bir elimle altımda yatan fahişenin ağzını kapatarak bağırmasını engelledim. Sokak küflü peynir ve şarap kokuyordu. Elbiselerim güzel sayılırdı. Kartonun üzerinde yatan fahişenin gözleri de son derece güzeldi. Ama ben boğazından sıcak kan akan bir adamın gözlerine bakarken, ne için yaşamam gerektiğini düşündüm. Bu adam ne uğruna ölmüştü? Bilmiyordu. Bilmediği için de son derece mutsuzdu. Adamlar gidince fahişeyi elinden tutup kaldırdım. Birlikte yürümeye başladık. Arkamıza bile bakmadan. Bu bizim sırrımız olarak kalacaktı. O sabah güneş, sadece pezevengin cesedine doğdu. Biz ise ufak bir otel odasında uyandık kadınla birlikte…

İstediğim büyüklükte bir olta iğnesi bulamadım. Bütün çekmeceler yerdeydi. Her şey birbirine girmişti. Üstüne üstük ayağıma cam batmıştı. Camla kesmeyi düşündüm sonra bileklerimi. Odanın camına masada duran cam kül tablasını fırlattım. Cam kırıldı. Odanın içine bir rüzgar girdi. Duvarda asılı duran dört yıl öncesine ait takvimin 3 Mayıs 2007 tarihli sayfası rüzgarda tatlı bir hareket yaptı. Emekleyerek pencereye yaklaştım. Gözüme kestirdiğim güzel bir parçayı elime aldım. Üçgen şeklinde bir cam kırığının hayatıma son vereceğini hiç düşünmemiştim. Mesela ben hep Hint Okyanusunda sörf yaparken veya Ortadoğu’nun kanlı çöllerinde bir barikatta çatışırken öleceğimi düşünürdüm. Hiçbir hayalimin gerçek olmaması gibi ölüm hayalimde imkansızdı. Herhangi bir yerde bulabileceğiniz herhangi bir cam parçasıyla bileklerimi kesecektim ve cesedimin kokusu komşuları rahatsız edene kadar günlerce kimsenin öldüğümden  haberi olmayacaktı. Hayatım boyunca yalnızdım. Yapayalnız ve rezil bir şekilde, izmaritlerin arasında ölecektim. Sol elimle camı kavradım. Sağ bileğimi dikine kesmeye karar verdim. Nedense gözlerim yaşardı. Sol pazım kasıldığı andan itibaren bu dünyayı terk edebilme  fikri beni gururlandırıyordu. Tanrı’nın can verme kudretine karşılık benim de hayatımı sonlandırabilme şansım vardı. Yüzümü nemden rengi yeşile dönen yosun bağlamış tavana çevirdim. Deli gibi ağlıyordum. Tuzlu gözyaşlarım sakallarımın arasından yerde duran kül tablasına damlıyordu. Korkmuyordum! Kesinlikle korkmuyordum ama neden yaşayıp neden öldüğümü bilmemek, bunu asla öğrenemeyecek olmak beni çıldırtıyordu. İnsan değildim. Yırtılmış kıyafetler, kanlı gözler, üzerimdeki keskin ter kokusu, tırnaklarıma dolmuş çirkef, her hücreme işlemiş ihanet ve ermiş bedenimle ben, insan değildim. Tanıdığım kimseyi sevmeden, herkese ihanet ederek kırk sekiz yaşında bir şerefsiz olarak ben, insan değildim. Hiçbir amacı olmadan, ne için yaşadığını bilemeden, kendin kimseye adamadan yaşayan ben, insan değildim. Tek farkım vardı aslında sizden, ben insan olmadığımın farkına varabilmiştim. Hepinizden nefret ederken gözlerimi kapattım ve dedim ki;

-          Tanrım, lütfen bana ölmek için bir sebep ver.

           Artık yaşamak için değil, ölebilmek için bir sebep istiyordum. Bunu bulamasam da ayinimi sonuçsuz bırakmamaya karar verdim. Elime cam parçasını aldım. Elimi kesmemek için gevşekçe tuttum. Az sonra bileğimi kesecektim ama yine de elimi kesmemeye çalışmama garipti. Gülümsedim. Kendi kendime “Sanırım kendimi son düşündüğüm an oldu” dedim. Cam parçasını sağ bileğime dayadım. Kafamı tavana doğru kaldırdım. Kendimi öldürmek için cesarete kavuştuğum, sol kolumun kaslarının sicim gibi bir bir gerildiği anda kapı çaldı. Eğer kapımın çalındığına daha önce şahit olmuş olsaydım eminim ki o kapıyı açmazdım. Fakat yıllardır kapım ilk defa çalınmıştı. Bakımsız bahçeme aç itler dışında bir insan girmişti. Uzun zamandır bir çift göz görmediğimi anımsadım. Kapı tekrar vuruldu. Elimdeki camı yere attım. Kollarımla gözlerimi sildim. Kan çanağına dönmüş gözlerimi görmesini istemezdim ama başka çarem yoktu. Kalkıp kapıya koştum. Korkarak kapı önünün ışığını açtım. Kapı koluna elimi atıp kapıyı açtım. Kapı açılırken çıkan gıcırtı kapıdan değil benim eklemlerimden geliyordu. Kapı yavaş yavaş açıldı. Karşımda duran adam dünyada görebileceğim son insandı muhtemelen. Bitik Abdi, aciz Abdi, kırmızı suratlı Abdi, çirkin Abdi. Kasabanın klarnetçisi Abdi. Alemin neşesi Abdi... Abdi beni böyle görünce irkildi. Nefesi leş gibi kokuyordu. Sanki bir domuzu çiğ çiğ yemiş gibi kokuyordu. Sağ elinde küçük bir bond çanta vardı. Siyah iskarpinlerinin topuklarını ezmişti. Yüzünde şaşkın ve duygusal bir ifade vardı. Sanırım bu ifadenin adı: acımak. Ben bu ifadeye hiç sahip olmadım. Benim sahip olamadığım bir ifadeye, kasaba halkının dahi sadece eğlenmek için kullandığı biri olan Abdi’nin yüzünde görmek beni utandırdı. Abdi’nin içini kimse bilmiyordu sanırım. O sadece klarnetiyle konuşabiliyordu. Gençlik yıllarımdan hatırlarım, onun üstüne kimse çıkmazdı klarnette. Hele bir de “Ah İstanbul…” çalardı ki, ruhum bedenimi yumruklardı. Karşımda durdu Abdi, bana acıyan gözlerle bakarken :

-          Selamünaleyküm Yakup Abi. Düğünden dönüyorum Çınarcık’tan. Yoldan geçiyordum. Camın kırıldığını gördüm de bir bakayım dedim. Hayırdır ?
-          Yok. Yok bir şey. Kendimi öldürecektim de.
-          He anladım abi. Rahatsız etmişim kusura bakma. Var mı yapabileceğimiz bir şey.
-          Otur da son bi sigara içelim seninle.
-          Valla bende hiç sigara kalmadı. Sende varsa içerim ama.
-          Var var. Otur sen şu sandalyeye.

Uzun zaman sonra sesimin tonunu hatırlamak iyi gelmişti. Karşımda soluk alan bir insan vardı. İçerden tabakamı getirdim. Bir sigara sarıp Abdi’ye uzattım. Bir de kendime sardım. İkimizde ateşledik sigaraları. Derin birer duman çektik. Abdi sigara içmesine rağmen hala klarnete üfleyecek nefese sahipti. Ciğerleri güçlüydü. Alkolden boynunun altı kızarmıştı. İçerden getirdiğim beyaz tabureye oturup sırtımı serin duvara yasladım. Hava biraz daha soğumuştu. Saat 02.44’ü gösteriyordu. Abdi hiç olmadığı kadar sessiz duruyordu. Üzerimdeki ölüm kokusu onu da sakinleştirmişti. Ölüm sükut getir. Ölene de, kalana da. Mesela maktul kurtuluş umudu kalmadığında katile teslim eder kendini. Son raddeye geldiğinde bıçak, her maktul ölümü kabul etmiştir aslında. Biz de benim ölümümü kabullenmiştik. Karşılıklı oturmuştuk. İkimizde eminim ki geçmişten bugüne nasıl ve neden yaşadığımızı düşünüyorduk. Susarak konuşabiliyorduk o anda. Abdi beyaz gömleğinin üstten üç düğmesini açmıştı. Göğsünü olduğu gibi görüyordum. Göğsündeki kıllar son derece iğrençti. Ama benim kadar pis değildi en azından. Sigaraların  yarısına gelene kadar sustuk. Sonra söze Abdi girdi:

-          Çare mi?

-          Ne çare mi?

-          Ölmek. Ölmek çare mi diyorum Yakup Abi.

-          Bilmem. Yapabileceğim hiçbir şey yok. Yaşarken hiçbir şeyi beceremedim. Ölerek belki bazı şeylere anlam koyabileceğimi düşündüm.

-          İyi. Güzel felsefe yaptın ama ağlamışsın resmen amına koyiym. Madem bu kadar inandın buna, neden ağladın.

-          Onun için değil. Ben bazı anlamları karşılayamadığım için ağladım.

-          Mesela ?

-          Ne bileyim işte. Mesela ölmek için neden bulamadım. Artık yaşamak çok zor bana Abdi. Ama ölümün tekrarı yok. Bir kere öleceğiz şu hayatta manalı olsun istiyorum.

-          Yaşamak hep zor be Abi. Sana zor da bize kolay mı? Şimdi şurada bir sigara içimlik zamanda düşündüm ben de. Klarnet elimde büyüdüm ben. Babam, rahmetli dedemin adını koyarken bana, kulağıma ezan okumak yerine klarnetle hicaz çaldırmış. Klarneti bırakamam ben. Anlayacağın bizim kaderde doğarken çizilmiş. Sen senelerce dışarılarda durdun. Gezdin tozdun. Millet senin için çok para kazanmış ama hepsini harcamış diyor. Ne derece doğrudur senden iyi bilememya gerçi. Neyse. Diyordum ya, hayat dediğin zaten kolay bir şey değil. Ama ittire kaktıra yaşanıyor. Öldük mü anasını satıym? Neticede yaşıyoruz. Yaşarken de ufak ufak yaşlanıyoruz işte. Kimsenin yaşamak için bir sebebi yok zaten. Ölmek içinde aynısı geçerli. Mesela benim peder alkol komasından öldü. Ölmesine çok kızdım be abi. En büyük çocuk benim kardeşlerden. On beş yaşıma daha yeni basmıştım. Bıyıklarım yeni terlemişti. Sen de küçük kaybetmişsin babanı ama senin peder sana han hamam bırakmış. Sen satıp savmasan şimdi zengin olurdun abi onları. Her neyse boş verelim. Benim peder bana ne bıraktı biliyor musun? Boğazına düşkün, bakılması gereken üç kardeş ve bir anne. Tabi bir de emektar klarnet. Klarnetime baba derim ben. Bak bu aramızda kalsın ha herkese söyleme. Gerçi sen az sonra öleceksin söyleyemezsin kimseye. Neyse geçelim. Ben annemi öldürmeyi o kadar çok düşündüm ki, bir gece uyandığımda elimde bıçak validenin odasına kadar girmişim. Valide gürültüye uyanmasa, uyurgezerlikle kesicez karıyı. Yani diyorum ki babamın ölürken sebebi neydi sence? Bir amacı var mıydı? Bence benden nefret ettiği için öldü. Senelerce sağda solda klarnet üfleyip ailemi geçindirdim. Beni iki numaralı biladeri de belediyeye katip diye soktuk. Ama durmaz o çıkar yakında. Yaramazdır bizim bilader biraz. Okudu gerçi bir şeyler. Sınavlara falan gitti kurumlara. Olmadı. Sonra il başkanının oğlunun sünnetine gittiğimde ben çalmaya, o zaman il başkanının kulağına çıtlattım hemen halletti sağ olsun. Zeki ama çalışmıyor işte.  Geçelim bunları. Benim peder hiçbir amacı olmadan öldü. Her gece rüyamda görüyorum abi. Bir gece rüyamda bana dedi ki, “Bir tek seni sevdim şu dünyada oğlum, ilk göz ağrım. Ben senin için öldüm.” Adam beni sevdiğinden ölmüş müdür sence abi? Beni sevdiği için beni bu dünya da yapayalnız bırakması zoruma gitti açıkçası başlarda. Ama sonra anladım babamı. Gerçekten arada bir sevgi kurulması için illa birisi ölmeli. Yani birini sevdiğin an ölebilirsin Yakup Abi.

-          Ya kimseyi sevmemişsem?

-          Mutlaka sevmişsindir. Ama kimi insan sevginin ne demek olduğunu bilmez. Ya da sevginin ne olduğunu görmediğinden sevdiğini unutmuştur. Ben sana yardım edemem. Sigaramı da içtim. Ama sana benden bi kıyak. Sana ölmeden önce son bir kez klarnet çalacağım.

Elindeki bond çantadan parça parça çıkarıp klarneti özenle bireştirmeye başladı. Hiç acele etmedi. Acımı sindire dindire kaydırdı elinde. Doğruldu.  Derin bir nefes çekti ciğerlerine. Ve klarneti ufak ufak üflemeye, içimi cız ettirmeye başladı. O üfledi ben ağladım. Her nota da ayrı bir melodiyle ağladım. O çaldı ben ağladım. Ben ağladım o çaldı. Sanki müzik gözyaşına dolandı. Çağladı. Klarneti bir üflemeye başladı. Her şey değişti. Sanki renkler açıldı. hava biraz daha ısındı. O üfledi biz sustuk. Onlarca nota çaldı Abdi. O çaldıkça geçmişim şekillendi. Sevdiğim birisi olmasını umut ettim. Yıllar öncesi, İrlanda’da bir barda bira içerken yan masada gördüğüm kız geldi. İlk defa orda görmüştüm. Adını orda öğrenmiştim anında. Ve saniyenin onda biri bir hızda aşık olmuştum. Şu an yaşadığım yerden çok uzakta, İrlanda’da. Cebimdeki son parayla içtiği biranın yanına çerez dahi alamayacak kadar bitmişken bir de aşık olmuştum üstüne. İnce telli bir kemanın çıkarttığı ses kadar narin elleri, Rapunzel’e “Vay anasını” dedirtecek saçları vardı. Sevdim. İnanamayacağınız kadar sevdim. İnanamayacağınız kadar seviştim onunla. Ve her zaman yaptığım gibi onu da bıraktım. Deli gibi severken neden bıraktım peki? Çünkü her insan acıdan zevk alır. En mutlu anlarınızda dahi ağlamaya son derece yakınsınızdır. Ayrıca mutluluktan ağlamak diye bir şey yoktur. O anda ağlamak, ağlayacak bir şey bulamadığınız için ağlamaktır. Daha garibi ise yıllar önce, buradan cehennem kadar uzakta, İrlanda’da sevip, sonra ruhumun bataklığında kaybettiğim bir kadını nasıl hatırlatabiliyordu Tanrı’nın unuttuğu bir Anadolu kasabanın klarnetçisi Abdi? Sanki Abdi sihirbazdı. Sanki Abdi, yaşadığı tüm acıları klarnetin Nihaventlerinden yüreğime akıttı. Bana geçmişimin tek güzel zamanını hatırlattı. Meğer ben bunca sene sadece ve sadece o kadının aşkıyla yaşamışım. Bunu fark etmesem de ben hep ona aşıkmışım. Sevmeden seviştiğim her kadında onun gözlerine bakmışım. Ve kadının adı: Mathilda… Dünyanın en güzel ismi sanırım bu. Söylenişi şiir gibi. Mathilda… Abdi klarneti çalmaya devam ediyordu. Ben ağlamaya başladım. Betonun üzerine düşen gözyaşlarım betona can vermeye başladı sanki. Ama hala güneş doğmuyordu. Zaten güneş doğmasın. Kim ister ki gündüzleri? Bırakın geceleri hep birlikte bileklerimizin üzerinde cam kırıklarıyla ağlayalım. Daha çok içelim, daha çok küfredelim, daha çok ihanete uğrayalım ama Allah’ın aşkına sevelim! Caz gibi, uluyan itler gibi, kanalizasyonlarda gezinen onlarca cenin gibi sevelim!

Ben bunları düşünürken Abdi son notayı üfledi. Son nota: mi. Yutkundu Abdi. Klarnetini her zamanki ritüeli yerine getirerek öptü. Bond çantasını açtı. Klarnetini yerleştirmeye başladı. Hiç konuşmuyorduk. Ben ağlamayı kestim. Çünkü bir erkek ne olursa olsun ağladığını kimsenin görmesini istemez. Bu erkeklerin ağlamadığı anlamına gelmiyor. Ağlasalar bile gizli gizlidir. Bir an Abdiyle göz göze geldik. Onun da gözleri dolmuştu. Sanırım az önce yaşadığımız şey sihirdi. Sanki biz yaratmamışız gibi. Zaten bir daha yapmak istesek beceremeyeceğimize emindim. Abdi bunca şeyin üzerine dedi ki:

-          Bir sigaran daha var mı be Yakup Abi. Valla tekeller kapalıydı sigara alamadım. Uyumadan önce içerim.

Sanki az önce nefesiyle bana Mathilda’yı anımsatan efsane adam kendisi değilmiş gibi benden sigara dilendi. Sanırım kudretinin farkında değildi Abdi. Zaten ben de farkında olmasını istemem. Bilinçli olursa büyüsü bozulabilir. Bir sigara sardım. Abdi’ye uzattım. Kulağının arkasına sigarayı kıstırdı. Merdivenlerden inerken arkasından seslendim.

-          Çok sağol. Çok güzel çalıyorsun.

-          E bizim meslekte bu abi. Herkes kadar çalmaya çalışıyoruz. Ekmek parası işte.

-          Emin ol sen herkesten daha iyi çaldın. İyi geceler.

-          Hayırlı geceler abi. Görüşürüz.

-          Görüşemeyiz. dedim.

Yalan söylemek istemedim. Artık görüşemeyecektik. İçeri girdim. Kapı önünün ışığını kapattım. Banyoya gittim. Daha önce kullanılmış ikinci sınıf usturamı elime aldım. Işıkta bir an yakamoz yarattı. Soyundum. Üzerimde ne varsa çıkarttım. Saçlarımı su dahi vurmadan kazımaya başladım. Omuzlarıma dökülen kıvırcık, sık ve kirli saçlarım, parça parça banyonun beyaz fayanslarına düşmeye başladı. Saçlarımdan sonra sakalımı da kestim. Sakallarım kirden sertleşmişti. Saçımı ve sakalımı kazıdıktan sonra aynada kendime baktım. Tebrizli bir derviş gibi gözüküyordum. Musluğu açtım. Buz gibi suyu bedenime tuttum. Ruhumun kiri olduğu gibi aksın istedim. Günler sonra bedenime suyun değmesi bana cenneti anımsattı. Yıllar önce Yeni Zelanda’da tanıştığım bir torbacı bira içerken bana dönüp, “Tanrı kadından önce, iyi ki suyu yarattı.” demişti. Torbacıya sonuna kadar hak verdim. Banyodan normal bir insan gibi çıkıp kurulandım. Normal insanlar gibi giyindim. Son kez en kötü anlarımı yaşadığım eve baktım. Cehennemi dünyada yaşadığımı anladım. Yanıma üzerimdekiler dışında hiçbir eşya almadan evden çıktım. Bakımsız bahçemi hızlı adımlarla geçtim. Kapıdan çıkınca sağa doğru dönüp kasabanın çıkışına doğru yöneldim. Bu artık son yolculuğumdu. Ölmekten vazgeçmiştim. Çünkü yaşamak için bir sebebim vardı artık. Ölmemek için yaşamak, yaşamak için ise bir sebep gerekiyordu. Benim sebebim ve sonucum aynı olacaktı: Mathilda. Yürürken gözleri aklıma geldi. Bir an ürperdim. İrlanda’ya gidiyordum. Allah’ı arayan bir keşiş gibi hiçbir şeyim olmadan yola çıkmıştım. Hayatıma son vereceğim anda bir klarnet sesiyle hayata yeniden başlamıştım. Tüm kalbim kararmışken, tüm yollar kapanmışken Mathilda sayesinde ışığı görmüştüm.

Ve  şu anda anlıyorum ki, Tolstoy haklıydı. Astapovo tren istasyonunda, Ortodoks kilisesi tarafından aforoz edilmiş bir gezgin olarak, soğuktan donarak ölürken sorsaydım eğer kendisine; başını karla örtülü bir banktan yavaşça kaldırıp sakallarındaki kar kristallerini yerlere dökerek cılız bir sesle “Dünyanın temeli sevgidir” diyebilirdi… 


                                                                                             Onur Tuncay

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder